Ara

Kâdirî Tarîkatı Örneğinde 20. Yüzyılda Balkanlarda Tarîkat Biatı ve Telkini

Kâdirî Tarîkatı Örneğinde 20. Yüzyılda Balkanlarda Tarîkat Biatı ve Telkini

Bey‘at (Türkçe’de biat) “satmak; satın almak” mânâsındaki Arapça bey‘ masdarına bağlı olarak “itâat etmek üzere sözleşme yapmak” anlamında kullanılmıştır. Telkîn’in sözlük mânâsı ise “bir şeyi hatırlatmak, bir inancı, duygu ve düşünceyi aşılamak” şeklindedir.

Peygamber Efendimiz’in (sav) Akabe’de aldığı ilk biattan sonra yeni müslüman olan kadın ve erkeklerden Allâh'a ortak koşmamak, ölünceye kadar cihâd etmek, haktan ayrılmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, Peygamber’e karşı gelmemek gibi İslâm’ın çeşitli hükümleri üzerine ve önemli siyâsî olaylar arefesinde biat aldığı bilinmektedir. 

Biatle hedeflenen tevhîd, hak dîni yüceltmek, din düşmanlarını bertarâf etmek ve ilâhî hükümleri ayakta tutmaktır. Sünnet-i seniyyedeki bu uygulamalar İslâm halîfeleri ve terbiye şeyhleri için birer örnek teşkîl etmiş, tasavvuf önder ve rehberleri hırka giydirme, intisap, zikir telkini, tövbe, tarîkat ve seyr u sülûk adı altında sünneti ihyâ etmeye ve biatın hedefi olan birlik ve takvâyı korumaya çalışmışlardır. Tarîkatların biat ve telkin usûlleri de zaman içinde gelişmiş ve belirli usûl ve metodlar çerçevesinde yapılır hâle gelmiştir. 

Osmanlı dönemi Tasavvuf düşüncesinin, Anadolu ve Balkanlar’la yakından ilişkili olduğu bilinmektedir. Dönemin sosyal ve siyâsal şartlarına, coğrafyanın iktisâdî ve kültürel durumuna göre farklılıklar varsa bile şu çizgi değişmemiştir: Ahmed-i Yesevî’nin mısrâlarında yer alan pek çok konuyu Hacı Bektâş-ı Velî ve Yûnus Emre tekrarlamış, aynı sadâ yüzlerce sûfînin himmet ve gayretleriyle Edirne, Sofya, Üsküp, Belgrad, Manastır, Mostar, Prizren, Priştine ve Bosna’da yankı bulmuştur. Dobruca Babadağ’da Sarı Saltuk, Macaristan Budin’de Gül Baba aynı kültürün bugün de ayakta olan şâhitleridir. 

Balkanlar’da yaşayan İslâm kültürünün mühim bir unsuru olan tasavvufî hayat, bu bölgelerde kurulan tekke ve zâviyelerle devâm etmektedir. Makalemiz, bu tekkelerden birisi olan ve uzun yıllar faaliyette bulunan, günümüzde de faaliyeti devâm eden Kâdirî tarîkatine âit biat ve telkin usûlü üzerinedir. Müderris Şeyh Selim Sâmi Efendi (ö.1951), Kosava Mitroviça’da, Dağıstanlı Hacı Şeyh Abdülkadir Efendi’nin Kâdirî tekkesinde seyr u sülûkunu tamamlamış ve daha sonra bu tekkede şeyhlik yapmış, sayısız ilim ve irfan ehli yetiştirmiş önemli bir kişidir. Farklı konularda ve farklı dillerde telif ve tercüme eserler yazmış olan âlim, mutasavvıf ve şâir Şeyh Selim Sâmi Efendi, Osmanlı Türkçesi ve kendi el yazısı ile 19x12 cm ebatlarında çizgili defterin sekiz sayfasına kaleme aldığı risâlesinde Kâdiri tarîkatında bey’at ve telkini şöyle anlatmaktadır:

Sûret-i Telkin ve Bey’at

Bismillâhirrahmânirrahîm

Tâlib-i bey’at olan kimse, huzûr-i mürşide girerken evvelâ selâm verecek, ba’de olunacak müsâ’ade üzerine huzûr-i mürşidde diz çöküp oturacak. Mürşid ona sülûkten maksadın, ‘âlem-i ervâhta “elestü bi-rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim? - A’raf sûresi, 7/172)[1] hıtâbının cevâbı olan ikrâr-ı ezelîyi tecdîd ve takviye olduğunu bildirecek, ba’de tâlipten şöyle bir ikrâr alacak: “Ezeldeki ikrârın veçhile Cenâb-ı Hâlık’ın evâmirine imtisâl ve nevâhîsinden ictinâb edeceğine ve hasebü’l-beşeriyye bir hatâ vukû’unda derhal nâdim olup tevbe ve istiğfâr edip başka def’a o hatâyı yapmamaya ‘azmedeceğine ve böylelikle ‘ubûdiyete ve tarîkat-i ‘aliyyeye sâdık kalacağına ikrâr verir misin?” diyerek ikrâr ister. O dahi, “Gerçeklerin ve Hak erenlerin himmetleriyle ikrar veriyorum” der. 

Ba’de şeyh, yanına yaklaştırarak, dizini dizine yapıştırarak, birbirinin sağ ellerini musâfaha tarzında tutarlar. Şeyh, dervişe hıtâben, “Şimdiye kadar yapılan küçük büyük hatâlarımıza ve günahlarımıza tevbe-i nasûh ile tevbe edelim” der ve işbu istiğfârı berâber okurlar: “Estağfirullâh, estağfirullâh, estağfirullâh el-‘azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüve’l-Hayyu’l-Kayyûm ve etûbu ileyhi ve nes’elühü’t-tevbete ve’l-mağfirete ve’l-hidâyete lenâ innehû hüve’s-Semî’u’l-‘Alîm.” Ba’de şeyh yalnız olarak şu bey’at âyetlerini okur, sâlik dinler:

*Yâ eyyühellezîne âmenû tûbû ilallâhi tevbeten nasûhâ, ‘asâ Rabbüküm en yükeffira ‘anküm seyyiâtiküm ve yüdhıleküm cennâtin tecrî min tahtiha’l-enhâru yevme lâ yuhzillâhe’n-nebiyye vellezîne ma’ahu nûruhum yes’â beyne eydîhim ve bi-eymânihim yakûlûne Rabbenâ etmim lenâ nûranâ va’ğfirlenâ inneke ‘alâ külli şey’in kadîr.

Meâli: “Ey îmân edenler! Samîmî ve kesin bir dönüşle Allâh'a tövbe ediniz! Böyle yaparsanız Rabbinizin sizin günahlarınızı affedeceğini, sizi içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştireceğini umabilirsiniz. O gün Allah, Peygamberini ve onun berâberindeki mü'minleri utandırmaz. Onların nûru, önlerinden ve sağ taraflarından sür'atle ilerler. Şöyle derler onlar: “Ey Kerîm Rabbimiz! Nûrumuzu daha da artır, tamâmına erdir, kusurlarımızı affet, çünkü Sen her şeye kâdirsin.” (Tahrîm sûresi, 66/8) 

*Yâ eyyühellezîne âmenû’t-tekullâhe ve’bteğû ileyhi’l-vesîlete ve câhidû fî sebîlihi le’alleküm tüflihûn.

Meâli: “Ey îmân edenler! Allâh'ın hukûkunu gözetin, onun hukûkunu ihlâl etmekten sakının, O'na yaklaşmaya vesîle arayın ve O'nun yolunda mücâhede edin ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza kavuşasınız.” (Mâide sûresi, 5/35) 

*Ve enîbû ilâ Rabbiküm ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekümü’l-‘azâbu sümme lâ yunsarûn. 

Meâli: “Size azap gelip çatmadan önce, Rabbinize dönün ve O'na teslîm olun, O'na itâat edin. Yoksa yardım göremezsiniz.” (Zümer sûresi, 39/54) 

*İnnellezîne yubâyi’ûneke innemâ yübâyi’ûnallâhe yedullâhi fevka eydîhim fe-men nekese fe-innemâ yenküsü ‘alâ nefsihi ve men evfâ bimâ ‘âhede ‘aleyhüllâhe fe-seyu’tîhi ecran ‘azîmâ. 

Meâli: “Sana biat edenler, gerçekte Allâh'a biat etmektedirler. Allâh'ın eli, hepsinin ellerinin üstündedir. Kim sözünden dönerse, kendi aleyhine olarak döneklik eder. Ama kim Allâh'a verdiği sözünde durursa, Allah ona pek büyük mükâfat verir.” (Fetih sûresi, 48/10)

*Fa’lem ennehu lâ ilâhe illallâh. 

Meâli: “(Ey Habîbim!) İşte gerçekten şunu bil ki, Allah'dan başka ilâh yoktur!” (Muhammed sûresi, 47/19)

*İnnî veccehtü vechiye lillezî fetara’s-semâvâti ve’l-erda hanîfen ve mâ ene mine’l-müşrikîn. 

Meâli: “Şübhesiz ki ben, Hanîf (hakka yönelmiş) olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve ben (sizin gibi) müşriklerden değilim!” (En’âm sûresi, 5/79)

*Kul innenî hedânî Rabbî ilâ sırâtın müstakîm, dînen kıyemen millete İbrâhîme hanîfen ve mâ ene mine’l-müşrikîn. Kul inne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillâhi Rabbi’l-‘âlemîn. Lâ şerike lehu ve bi-zâlike ümirtü ve ene evvelü’l-müslimîn.

Meâli: “(Şöyle) de: «Şübhesiz ben (oyum ki) Rabbim beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakda duran bir dîne, İbrâhîm'in Hakka yönelmiş (tevhîd) dînine iletmişdir. O, (hiç bir zaman Allâh'a) eş koşanlardan değildi». De ki: “Şübhesiz benim namazım da ibâdetlerim de hayâtım ve ölümüm de âlemlerin Rabbi olan Allah içindir!” (En’âm sûresi, 5/161-162) 

Ve ba’de’l-kırâe ellerini çözerler. Bi-l’âhere makâmât-i seb’a nâmıyla yâd olunan tevhîd-i ef’âl, tevhîd-i sıfât, tevhîd-i zât, cem’, hazretü’l-cem’, cem’u’l-cem’, ehadiyyetü’l-cem’ ve ta’bîr-i diğerle nüfûs-i seb’a dedikleri nefs-i emmâre, levvâme, mülheme, mutmainne, râziye, merzıye, sâfiye makamlarından birincisi olan tevhîd-i ef’âli ta’rîf eder ki sâlikin elinden ve dilinden ve cemî-‘i a’zâlarından sâdır olan işler hep Cenâb-ı Hâlık’ın halk ve îcâdıyla olduğu için her işi bu i’tibarla Hakk’a tevfîz etmek ve yalnız, edep olmak üzere haseneyi Hakk’tan ve seyyieyi kendi nefsinden bilerek “Lâ fâ’ile illallah” ma’nâsını tasavvur ederek “Lâ ilâhe illallah” demektir ki “hakîkatte benden işleyen bir Allah ancak O’dur, gayri yoktur” diyerek Cenâb-ı Hakkı ef’âl yüzünden birleyip tevhîd etmek. Ve fakat bu makamda da nüfûs-i seb’adan birincisi olan nefs-i emmâre ile çarpışmak ve uğraşmak lâzım geleceğinden bu emmâreyi evvelâ öldürüp şerrinden halâs olmak için isti’mâl edeceği silâh-i cihâd “Lâ ilâhe illallah” zikridir. Binâenaleyh nefyi sağda, isbâtı solda yaparak, “illallâh”ın hemzesini solda kalbe şiddetle vurarak, kalbi sarsarak uyandırmaya gayret etmek ve buna bu minvâl üzere gök ya’ni mâ(v)î bir nûr görünceye dek devam etmek lâzım geleceğini tavsiye eyler. Ve ondan sonra nefs-i emmâreyi şöyle ta’rif eder ki, o, mesâvi-i ahlâkın menba’ı olmak üzere insanlarda mevcûd olan bir kuvve-i süfliyyedir. Vasfı, eti yenilmeyen yırtıcı hayvanlardan ihlâk etmede kurt gibi, murdarlıkta hınzır gibidir. Ef’âli dâima kizb ve kibir ve buhul, hased, gadab, cehl gibi sıfât-ı redîenin âsâr-ı fi’liyyesidir. Cünûdu bunların teferru’âtı olan sâir yaramazlıklardır. Hâli, dâima süfliyyâta meyletmektir. Mahalli, sadırdır. Miftâhı, kelime-i tevhîd, kelime-i şehâdettir. Huddâmı, efrâdıdır. Efrâd, âşiyâne-i Hakk’da mü’tekif olan bir zümredir ki kabza-i aktâb bile bunları tasarruf edemezler. Şâh-i levlâk Efendimiz sallallâhu ‘aleyhi ve sellem kable’n-nübüvve bu zümreden idi. Kezâ Hazret-i Pîr-i Destegîr Efendimizin Emin Kâid nâm dervişi ve Hazreti Hızır aleyhi’s-selâm bu zümreden idiler. 

Ba’de sağ elin şehâdet parmağıyla sâlikin soldan sağa göğsü üzerine kelime-i tevhîdi yazar gibi nakşedecek. Fakat bu usûl-i nakş tâife-i ricâle mahsus olup tâife-i nisâya yapılmaz, musafahada bir bez parçasının uçlarını tutarlar.

Ba’de sâlike başını eğerek, çenesini göğsünün sağ tarafına dayayarak ve gözlerini yumarak gerek kalbiyle ve gerekse bütün zerrât-i vücûduyla Hakk’a teveccüh etmesini emreyler. Bu teveccühde şeyh dahî bütün kuvve-i velâyetiyle kendi şeyhinden bedi ile silsilesinde sırasıyla gelen meşâyıh-ı tarîkatın ve bi’l-hassa Hazret-i Pîr Sultan Abdülkâdir Geylânî’nin ve Şâh-i Velâyet ve ondan Şâh-i Nübüvvetin rûhâniyetlerine teveccüh ile bu sâlikin tarîkata kabul ve hısse-gîr olmasını niyâz ve nûr-i velâyetinden ‘alâ hasebi’l-isti’dâd sâlikin kalbine ilka etmeye çalışacak fakat telkînın tamâm-ı hakîkatini teşkîl edecek bu teveccühde kuvve-i mü’sire ile kuvve-i müteessirenin mütekâbil olması şart olduğundan telkîn, bu iki kuvvetin derece-i tekâbülleri ile mütenâsip olarak husûl bulabilir. 

Ba’de, sâlikte isti’dâd görürse tevhîd-i sıfâtı da şu sûretle ta’rîf eder: Tevhîd-i sıfât, ef’âlinin menşei olan kendi sıfatını, sıfât-i Hakk’da fânî ve müstehlik görerek “Lâ mevsûfe illâ Hû” ya’ni kendi sıfatları cânib-i Hakk’dan ‘âriyet olduğunu ve binâenaleyh, bu sıfatlarla hakîkatte mevsûf olan ancak O’dur ben değilim ma’nâsını tasavvur etmek sûretiyle ikinci bir tevhîd etmesidir. Fakat bu makamda nefs-i levvâme ile uğraşılacağı i’tibârla buna nefs-i levvâme makâmı dahi denilir. Nefs-i levvâme emmârenin oldukça kesb-i salâh ettiği ikinci bir makâmıdır ki bunun vasfı eti yenilen zararsız bir hayvan misâlidir. Bir yüzü ulviyete bir yüzü süfliyete nâzır olduğu için ulviyyâta meyyâl olmakla beraber ara sıra aldanmak dahî vâki’ olur. Ve aldanınca yaptığı kusurdan dolayı sahibini levm ederek izhâr-ı nedâmet eyler. İnsanda ‘ârız olan nedâmet, bu levvâmenin sıfatıdır. Binâenaleyh, buna temkîn ve sebât telkîn etmek için lafza-i celâle çokça devam ister. Lafza-i celâlin hemzesi dilin dibinden kalbine doğru temdîd edilmiştir. Onunçün bu ism-i celîli dahî kalbe kuvvetli bir sûretle vurarak kalpdeki havâtır-ı nefsâniyyeyi nefye ve böylelikle tasaffi-i derûn etmeye gayret olunacak. “Allah” ma’bûdun bi-l-hak hazretlerinin bin bir esmâsını câmi’ bir ism-i zât-i ilâhiyesidir. “Bendeki sıfatların dahî mevsûf-i hakîkisi Allâhımdır” ma’nâsını tasavvur ederek tevhîd-i sıfât edecektir. Bu ismin huddâmına “Nukabâ” derler, on ikidirler, on iki burcun nâzırları dahî bunlardır. Her biri bir burca me’mûrdur. Ve bütün ‘ul’um-i şerâi’ bunlara mevdu’dur. İsm-i zâta devam eden zâkirleri dahî bunlar terbiye ve tasarruf ederler. Nefs-i levvâmenin mahalli kalpdedir, onun için dâima mütekallibtir. Hâli ise muhabbet etmektir. Miftâhı, lafza-i celâldir. Nûru, kırmızıdır. Fi’li, şehvet, ‘ucub, hîle, hazer, nemmâmlık, hüzün ve keder, gizli riyâ, hubb-i riyâset gibi hallerdir. Cünûdu, bunlar müteferri’âtıdır. Bu makâma seyr-i lillâh dahî denir.

Ve yine isti’dâd görülürse tevhîd-i zât makâmını da ber vech-i âtî ta’rif eder ki bu üçüncü makâm olup ta’bîr-i diğerle seyr-i alellâh denilir. Sâlik bu makâma ‘âlem-i misâl vâsıtasıyla gelir ve beyne’n-nevm ve’l-yakaza bazı hâlât görmeye başlar. Nefsi, burada oldukça kötü ahlaklardan tenezzüh etmiş ve oldukça tekemmül etmiş bir halde bulunur. Ve peyderpey “Fe-elhemehâ fücûrahâ ve takvâhâ” (Sonra da ona (o kişiye) günâhını ve takvâsını (neyin isyan, neyin itâat olduğunu bildirerek) ilhâm edene (yemîn olsun)! – Şems sûresi, 91/8) âyet-i kerîmesi veçhile mazhar-ı ilhâm olmaya başlar. İlhâm ise iki kısım üzerine olup biri hayrı diğeri şerri gösterir. Hayrı, amel etmek için, şerri, terk etmek için ilhâm eder. Böylelikle sâlik râsih-i kadem olunca tamâmen fenâ fi’z-zât tahakkuk eder. Çünkü burada kendi vücûdunu dahî görmez. “Lâ mevcûde illâ Hû” diyerek bütün varlığını vücûd-i Hakk’da fânî görür. Bu makâmda nefsi, mülheme olur ve bu makâmda olanın sûret-i gözü halk ile, özü Hakk iledir. Nefs-i mülhemenin vasfı, hayrını şerrini fârık bir sabiyy-i mürâhık-ı misâliyedir ki hayvâniyetten tecerrüd etmiş ve nüsha-i Âdemiyeti takınmıştır. Mahalli, fuâddır. Hâli, aşkdır. Fi’li, sehâvet, kanâ’at, tevâzu’, tevbe, ‘ilim gibi hisâl-i hamîdedir. Cünûdu, bunların teferru’âtıdır. Nûru, asferdir. Huddâmı, Nücebâ’dır. Miftâhı, Hû ismidir. Zîrâ nefs-i mülheme bu ismin taht-i tasarrufu ve terbiyesindedir. Hû, esmâ-i Zâtiye-i ilâhiye’nin büyüğüdür. Sâlik burada her zerreden Hakkı şuhûd ederek “Küllü şey’in hâlikün illâ vechehû” (O'nun zâtından başka her şey helâk olucudur – Kasas sûresi, 28/88) sırrını zevk edeceğinden, göreceği suver-i kevniyyenin her birisine “Hû” deyip Hakkı kasd ve şuhûd eder. Cenâb-ı Hakk cümleyi bu makâm ile mütehakkıkînden eyleye Âmîn. Ma’amâfîh, makâmât-i sülûk, bu ta’riflere münhasır değildir. Şeyh, doğacak olan birtakım ta’birlerle ve fakat bu esas üzerine ta’rif eder. Ba’de üç “elem neşrah” ve üç “ihlâs-ı şerîf” sûrelerini okuyup sevâbını Rasûlullâh’a ve Şâh-i velâyetin ve onun iki imam ve on dört ma’sûm-i pâk hazerâtının ve hazret-i pîrin ve silsiledeki kâffe-i meşâyıhın ervâh-ı şeriflerine ithâf ile “Rabbenâ lâ tüziğ kulûbenâ ba’de iz hedeytena….ilh” (Âl-i İmrân sûresi, 3/8) âyet-i kerîmesiyle du’âsını hatm eyler. Ve bir musâfaha daha yaparak “Ğaferallâhu lenâ ve leküm ve radıyallâhu ‘annâ ve ‘anküm” diyerek merâsim-i bey’at hatm olunur. Bey’at, lügatte satmak ma’nâsına olduğundan sâlik kendisini satar, şeyhini alır, binâenaleyh, ba’de’l-mübâya’a kendini şeyhinde fânî görür ve ilk evvel şeyhi ile kendisi arasındaki ikiliği ref’ eder, bundan sonra bekâ billâha geçilir, murâda erişilir.

Kıt’a

Hakkı görmek ister isen bak gönül billûruna

Çünkü ma’kesdir gönül O Zü’l-Celâl nûruna

Tûr-i Sînâ’dır gönül Mûsâ’yı candan sor ânı

Bî-haberdir sorma zinhar Bel’am Bâ’ur’una


[1] Makaledeki âyet-i kerîmelerin Türkçe meâlleri tarafımızdan metne eklenmiştir. 

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak