Mahalle kültürünün günümüzde hâlâ yaşatıldığı nâdir semtlerimizden birisi de Kadırga semtimizdir. 2014 yılında semt hakkında bir yazı kaleme almış, fazla detaya girmeden Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi’nden de söz etmiştik. Baharın göz kırptığı Mart ayının başlarında bir Çarşamba günü, Beyazıt meydanından Sultanahmet yönüne doğru ilerlerken bu zarif külliye yine aklımıza düştü. II. Mahmud Türbesi önünde karârımızı verdik. Gözlerden, şehrin karmaşasından, stresinden uzak, sessiz, sâkin ve huzur dolu bir ortamda bir miktar nefes almak sanki bütün kış yorgunluğumuzu alacaktı. Köprülü Kütüphanesi’nin bulunduğu Pierre Loti Caddesi'nden yola düşüyoruz. Az ilerde, sağ tarafta, târihî bir binâyı geçtikten sonra Şerefiye Sarnıcı ile karşılaşırız. Târihteki diğer adı Theodosius Sarnıcı’dır. Rivâyetlere göre 428-443 yılları arasında Bizans İmparatoru II. Theodosius tarafından Bozdoğan Kemeri (Valens Su Kemeri) vâsıtasıyla su depolanmasını sağlamak amacıyla inşâ edilmiş.
Buradan Peykhane Caddesi’ne geçiyoruz. Birkaç adım ötede, Peykhane Caddesi ile Klodfarer caddelerinin kesiştiği noktada Keçecizade Fuad Paşa Câmii (1870) bizi selâmlar. Paşa'nın türbesi de buradadır. Batı etkili, 19. yüzyıl Osmanlı mîmârîsinin ilginç örnekleri arasında gösterilir. Câmi, ilk bânîsine nisbetle Uzun Süca mescidi olarak da bilinir. Ni'me'l-Ceyş'ten olan Uzun Sücaeddin'in (rh.a) ve son dönem hattatlarımızdan Mehmed Şükrü Efendi'nin kabri de câmi haziresindedir…
Şehid Mehmet Paşa Yokuşu üzerinde yer alan Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi’ne, Su Terazisi Sokağı’ndan kestirme bir yol vardır. Lâkin biz bugün yolu biraz uzatıp tâbir yerindeyse bir hilâl çizerek, mekâna farklı bir güzergâh üzerinden gideceğiz. Peykhane Caddesi'nden devâm ederek Marmara Üniversitesi’ni (Ticâret ve Zirâat Nezâreti) geçip, solumuzda kalan Sultanahmet Câmii'ne selâm vererek Küçük Ayasofya'ya inen Nakilbend Sokağı’na ulaşıyoruz. Sokağın başlarında, sol tarafta bizi Hasan Ağa Nakilbend Câmii karşılıyor. Câmi önünde mütevâzı bir çeşme yer alır. Gözyaşı tükenmiş. Çeşmenin kitâbesinde genellikle çeşmelerde rastladığımız: “Vece’alnâ mine-lmâ-i kulle şey-in hayy” “Ve her canlı şeyi sudan yarattık.” Enbiyâ, 30. ile “Ve sekâhum rabbuhum şerâben tahûrâ” “Rabbleri onlara en temiz içeceklerden ikrâm edecektir.” İnsan, 21. âyet-i kerîmeleri yer alır.
Hasan Ağa Nakilbend Câmii karşısında, Hipodromdan kalan büyük duvarın (sphendone) önünde bir çeşme daha vardır. Rüstem Paşa Çeşmesi (1550) Kânûnî’nin vezîri ve dâmâdı Rüstem Paşa tarafından yaptırılmıştır. Klasik üsluplu çeşmenin sivri kemerli derin bir nişi vardır. Maalesef bunun da gözyaşı tükenmiş. Devâsâ boyutlardaki hipodrom kalıntılarını görünce insan ister istemez: “Üç tâne at koşturmak için kim bilir kimlerin günâhına girildi burada!” demeden edemiyor. Çarşamba günleri tam da bu târihî duvarların dibinde semt pazarı kuruluyor.
Eski ahşap evlerin yer aldığı sokaklardan geçerek Küçük Ayasofya Câmii'ne vâsıl oluyoruz. Mâbed, II. Bâyezid döneminde (1481-1512) Bâbussaâde Ağası Hüseyin Ağa vakfiyesi olarak zâviyeli câmiye çevrilmiştir. Kuzey bölümünde yer alan giriş kapısı üzerindeki yazı mü’minler için ne güzel bir müjdedir. Câmi hakkında inşâallah daha sonra detaylı bir yazı kaleme almak nasîb olur. Şimdilik bahse konu kitâbedeki yazıyı zikretmekle yetineceğiz. Şöyle yazıyor kitâbede: Kaale'n-Nebiyyi Sallallâhu aleyhi Vesellem: “A’dedtü li’ ibâdiye’s-sâlihîn mâ lâ aynün raet velâ üzünün semi’at ve lâ hatara ‘alâ kalbi beşer” Sadaka Rasûlullah. (Sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kalb-i beşerin hâtırından geçmediği ni’metler hazırladım.) Câmi yanı başında yer alan ve sükûnetin hâkim olduğu çay ocağında çayımızı da yudumlayıp tekrar yola revân oluyoruz.
Küçük Ayasofya Câmii sokaktan geçip Kadırga Limanı Caddesi’ne çıkıyoruz. Bir mahzun çeşme de burada vardır. Mehmed Efendi Çeşmesi. Târih mısrâı şöyle: “Çeşme-i mâ-i hayat oldu revân” (1118/1706) Sokağın bitiminde sağ tarafta, hâlen faâl olan Çardaklı Hamamı bulunur. Hamamın kapısı önünde bir çeşme daha vardır. Bu, Rüstem Paşa Çeşmesi’dir. Târih mısrâı şöyle: “Didiler tahsîn idüb târihini zihî ayn-ı hayr” (962 /1555) İki târihî eserimizin durumu da maalesef içler acısıdır. Aralarda derelerde kalanlardan vazgeçtik hiç olmazsa göz önünde bulunan kültürel mîrâsımızın, hak ettiği şekilde korunup özgün bir şekilde gelecek kuşaklara aktarılması gerekmez mi?!
Kıvrım kıvrım uzanan, çevresinde aralıklarla ahşap evlerin ve küçük dükkânların bulunduğu Kadırga Limanı Caddesi boyunca yürüyoruz. Kadırga semtinin merkezine ulaşmadan 50-60 metre ileride, sağ tarafta bulunan Şehid Mehmet Paşa Sokağı ile karşılaşıyoruz. Külliyenin bir giriş kapısı da bu sokaktadır. Lâkin biz buradan girmiyoruz. Altı binâ ötede bulunan Şehid Çeşmesi sokağından giriş yapacağız. Sokağın başından baktığımızda, önünde nârin bir servi ağacının bulunduğu Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi’ni bütün ihtişâmıyla görüyoruz. Külliye, 16. yüzyılın son çeyreğinde Sokullu Mehmet Paşa'nın eşi Esma Sultan adına inşâ edilmiş. Câmi, medrese, sıbyan mektebi, tekke, çeşme ve hazireden meydana gelir. Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi; ecdâdımızın çevresiyle barışık, arâziye uyumlu, dar bir alanda maksimum işlevsellik sağlayan mîmârî anlayışına iyi bir örnektir. Dışarıdan bakıldığında selâtin câmileri hatırlatsa da câmi içerisine girdiğinizde böyle olmadığını anlıyorsunuz. Böyle düşünmemizin sebebi külliye çevresinde oluşan, gâyet mûnis, semte özgü yapılaşmadır.
Külliye, Mîmar Sinan'ın emsalsiz eserlerinden biridir. Gözlerden uzak olduğu için pek bilinmez. Bilinmediği için de yerli ve yabancı ziyâretçiler tarafından pek fazla rağbet görmez. Bunda, mekânın ziyaretgâh güzergâhlarının biraz dışında kalmasının ve arâzinin engebeli olmasının payı da vardır. Sokullu'nun Beyoğlu, Azapkapı’da yer alan aynı isimli câmiinin durumu da buradan farklı değildir. Aynı kaderi paylaşıyorlar. Muhit, iş piyasası olduğundan Cuma günleri dışında cemâati ve ziyâretçisi pek azdır. Yapı topluluğunun hemen yanı başında, külliyenin tamamlayıcı bir unsuru olduğunu düşündüğümüz bir çeşme yer alır. İşlevsiz vaziyettedir. Arâzi hayli eğimli olduğundan külliye içerisine kotları farklı üç ayrı kapıdan giriş yapılır. Cümle kapısı, çeşmenin az ilerisinde bulunan kotu en düşük olan kapıdır. Loş bir ortamda merdivenlerden çıkarak külliyenin gâyet ferah avlu kısmına ulaşıyoruz. Merdivenlerden çıkarken karşılaştığımız görüntü kelimelerle ifâde edilecek gibi değil. Câmi buradan iyi fotoğraf verir. Sırf böyle bir güzelliği görmek için bile bu mekânın mutlakâ ziyâret edilmesi gerekir diye düşünüyoruz.
Avlunun ortasında mermerden inşâ edilmiş zarîf bir şadırvan vardır. Şadırvanı çevreleyen hücreler külliyenin medrese bölümünü oluşturur. Dershane bölümünün revakları üstünde ve celî sülüs hat ile: “Essalâtü imâdüddîn ve men terakeha fekad hedmeddîn” (Namaz dînin direğidir, kim onu terk ederse dînini yıkmıştır.) yazısı bulunur. Aynı mekânın giriş kapısı üzerinde: “Talebul ilmi farîdatun alâ kulli muslim ve muslime” (İlim talep etmek, kadın-erkek her müslümana farzdır.) yazısı vardır. Muhteşem taç kapısının üzerini ise: Kaalallâhu teâlâ fî kitâbihil kerîm: “Selâmun kavlen min rabbin rahîm” “Merhametli olan Rabb katından onlara selâm vardır.” Yâsîn, 58. yazısı süsler. Câminin tek minâresi ve tek kubbesi vardır. En tepede, kubbenin önünde, celî sülüs hat ile: “Lâ ilâhe illallâh Muhammed Rasûlullâh” yazısı bulunur. Mekân, İznik menşeli çinileri ile meşhurdur. Câminin tepeden tırnağa her tarafı hat yazıları ve çinilerle tezyîn edilmiş. Ortam bu hâliyle âdetâ hem hat sanatı hem de çini müzesi gibidir. Ne muazzam, ne derinlikli bir medeniyete sâhibiz. Kıymetini bilenlere! Câminin içerisindeki bütün güzellikleri bu yazıya sığdırmak elbette mümkün değil. Bizimkisi dilimiz döndüğü miktarda belki sâdece bir yol haritası belirlemek.
Câminin minberi, mihrâbı ve giriş kapısı üzerinde yer alan 2 veya 3 santimetrelik “Hacer-ül Esved” parçaları da câminin diğer ayırt edici özelliklerindendir. Zîrâ bu ayrıntı İstanbul'da birkaç câmide vardır. Câminin çevresi farklı dönemlere âit mezar taşları ile doludur. Mezar taşlarının ne anlama geldiğini Rahmetli Enver Tunçalp’ten dinleyelim: “Mezar taşları muazzam bir sergi hâlinde idi. Heykel sergisi, resim sergisi, elişi sergisi hep bir arada. Her kademedeki kişiler için ayrı biçimde oyulmuş ve şekillendirilmiş taşlar. Kavuklu, fesli, sarıklı başlar. Çocuklar için hakîkaten zarif ve işlemeli sütunlar, hâtun kişiler için oya oya, yazma yazma, tül tül mermerler. Târihî mezar taşlarındaki inceliği anlamak kolay bir şey değil, bunların hepsi birer sanat eseri. Hele kitâbeleri, en güzel motifli bir şiir sergisinden daha hoş ve mânâlı…”
Külliyenin Sultanahmet yönüne açılan kapısının karşısında Özbekler (Buhara) Tekkesi bulunur. Yapı, 17. yüzyılda Türkistan’dan gelen Nakşibendî tarîkatına mensup seyyah dervişler ile hacı adaylarına mesken yeri olarak kurulmuş. Günümüzde Ensar Vakfı’nın bir kuruluşu olan İstanbul Tasarım Merkezi’ne ev sâhipliği yapıyor. Her köşesinde farklı sürprizler barındıran, mahalle kültürünün, sıcaklığının günümüzde hâlâ yaşatıldığı bir semtte, Sinan’ın özgün bir eseriyle daha tanışmak istiyorsanız bu külliyeyi ziyâret etmelisiniz. Dedelerimizin eserleri hem göz zevkine hitâb ediyor hem de gönüllere sürur veriyor. Bunu huzur dolu bu mekânda daha iyi müşâhede ediyoruz...
Ziyâretimizi bitirip Şehid Çeşme Sokağı’ndan tekrar geriye dönüyoruz. Sokağın başından baktığımızda, Kadırga merkezinde boy gösteren çınar ağaçlarının yaprakları görülüyor. Küçük bir Anadolu kasabasını hatırlatan semte gelip mütevâzı lokantalarında bir kuru fasulye yemeden, çay ocaklarının önünde iskemleye oturup iki bardak çay içmeden buradan ayrılırsanız ziyâretiniz eksik kalmış demektir.
Mart 2020, sayfa no: 46-47-48-49
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak