Ara

İtâat Kavramının Sınırı ve İçlemi (Muhtevâsı)

Rasim Özdenören                          “Kim Peygamber’e itâat ederse, Allâh’a itâat etmiş olur.”                                (Nisâ sûresi (4), 80(.   İslâm hukûkunun her alandaki (medenî, cezâî, idârî) hükümlerini uygulayan bir yönetim biçimi düşünelim. Fakat bu yönetim biçimine bağlı olarak yaşayan insanların Müslüman olmadığını farzedelim. Orada görünüşte ve gerçekte İslâm hukûku uygulanmaktadır fakat orada aynı zamanda Müslümanca bir hayat tarzının yürürlükte olduğunu ileri sürmemiz imkân dâhilinde sayılır mı?   İslâm'a inanmayan birinin görünüşte İslâm hukûkunu uygulaması ona Müslüman dememizi, dolayısıyla onun İslâm'a itâat ettiğini farzetmemizi gerektirir mi?   İslâm'ın mîras hukûkunu, borçlar hukûkunu, cezâ hukûkunu, arâzi hukûkunu uygulayan bir idârî rejim Müslümanca bir hayat tarzını hayâta geçirmiş sayılabilir mi?   Yoksa orada bu hukûkun dışında uyulmasını beklememiz gereken fazladan bir faktöre ihtiyaç mı vardır?   Varsa, o fazladan faktör ne olabilir?   İşte Müslümanca yaşama ile İslâm hukûkunu yürürlüğe koymuş herhangi bir idârî düzen arasındaki fark bu noktada ortaya çıkar.   Salt İslâm'ın muamelâtını uygulamaya aktardığını farzettiğimiz bir idârî rejimde, ihtiyaç vukûunda yeni yasa ihdâs etmek gerektiğinde orada nasıl bir yasa va’z edilir? Acaba salt İslâm'ın öngördüğü nitelikte bir yeni yasa mı va’z edilir, yoksa o süreçte maslahata uygun düşen nitelikte bir yasa konulmakla işin içinden çıkıldığı mı farzedilir?   Va’z edilen yeni yasa, diyelim ki fâizi yürürlüğe koymayı öngörüyorsa, İslâm'ın temel ilkeleriyle çelişen bu durum; uygulanmakta olan 'İslâm hukûku' ile nasıl telif edilir veya böyle bir telif zemîni ihdâs etmek isâbetli ve meşrû sayılır mı?   Örneğimizden, İslâm'a inanmadan İslâm hukûkunu uygulayan bir idârî rejim tesis etmenin mümkün olduğu anlaşılmaktadır.   Ancak bireylerini Müslümanların teşkil ettiği, yâni hem İslâm hukûkunu uygulayan, hem de bireyleri Müslüman olan bir ülkede, maslahat öyle gerektirdi diye fâizi yürürlüğe koymak düşünülebilir mi? Böyle bir şey söz konusu olabilir mi?   Buradan şu sonuca varıyoruz: İslâm'ın uygulanması dediğimizde yalnızca onun hukûkunun hayâta geçirilmesini anlamıyoruz. Aynı zamanda o hukûku Müslümanların uygulaması gerektiğini de söylemiş oluyoruz.   İslâm'ın hukûkunu uygulamayan bir Müslüman nasıl eksikli bir Müslüman ise, Müslümansız bir İslâm hukûkunu uygulamak da öylesine eksikli bir İslâm sayılmalıdır.   Aynı konu bireyler için de söz konusudur. Bir birey İslâm'a inanmadan İslâm hukûkunu hayâtının bütün safhalarında uygulasa, biz ona Müslüman diyebilir miyiz?   Üzerinde durulması gereken bir sorudur bu. Bu sorunun cevâbını aramaya çalışalım.   Îmân etmeyen, fakat İslâm'ın mîras hukûkunu beğenen veya onun arâzi hukûkunu, borçlar hukûkunu beğenen, kısacası İslâm hukûkunun tümünü uygulayan bir kişiyi Müslüman kabul etmemiz mümkün olabilir mi? Bunun mümkün olmadığı tartışma bile gerektirmez. Şâyet bir kimse îmân etmeden, fakat salt işine geldiği için İslâm hukûkunu uyguluyorsa, salt bu duruma bakarak ona Müslüman diyemiyoruz. Çünkü Müslüman olmak için, İslâm'ın hukûkundan önce onun îmân şartları –yâni âmentü- gelir.   Salt îmân eden kimse, İslâm'ın hukûkuna riâyet etmese bile –onu inkâr etmedikçe- ona Müslüman deriz de İslâm'ın bütün hukûkunu eksiksiz hayâtına geçirmiş birine, îmân etmedikçe Müslüman dememiz mümkün olmaz.   Demek ki, aslolan îmândır.   İslâm'ın hukûkunu öğrenmenin bir öğreticiyi gerektirdiği gerçeğine sanırım kimse karşı koymaz.   Peki ya îmânın rükünlerini, yâni âmentüyü öğrenmenin bir öğreticiye ihtiyaç hissettirip ettirmediği husûsu?..   Îmânın rükünlerinin bir bilgi olarak bilinmesi ile o rükünlerin hayâta geçirilmesi durumu birbirinden farklı iki alanı işâret eder. Bu rükünlere inanmadan da onlar hakkında bilgi edinmek mümkündür. Tıpkı İslâm'a inanmadan onun hukûkunu uygulamanın mümkün olması gibi...   Hukûku öğrenmek için nasıl bir öğreticiye ihtiyaç duyuluyorsa, îmânın rükünlerini hayâta geçirebilmek için de bir öğreticiye, bir rehbere ihtiyaç vardır.   Âmentünün her bir rüknü diğerleriyle enteraktif biçimde bağlantılıdır. Bu, şu demektir: Hangi rüknü asal kabûl edersen et, bu rükün seni diğerlerine götürür. Veya hangi rüknü aradan çıkartırsan çıkart, bu da kendiliğinden diğer bütün rükünlerin çöküşüne müncer olur.   Allâh'ı aradan çıkartırsan veya onu yok sayarsan, diğer bütün rükünler kendiliğinden abese müncer olur. Öldükten sonra dirilmeyi veya meleklerin varlığını veya resûllerin varlığını ilâ ahîr hangisini aradan çıkartırsan çıkar, geriye kalan rükünlerin tümü aynı anda abese ircâ’ olur.   Bu durumdan ikinci bir sonuç ortaya çıkar: Herhangi bir rüknü kendine rehber edinirsen, diğer bütün rükünleri de kendine rehber ittihâz etmiş olursun.   Ancak bu rükünlerin hayâta geçirilmesinde rehbere ihtiyaç olduğu gibi, her rehberin de kendine göre yöntem farklılıkları bulunabilir.   Âmentünün rükünlerini hayâtımıza geçirmenin adına tasavvuf diyorsak, onun farklı yöntemlerine de farklı yollar (tarîk veya çoğul olarak tarîkat) diyebiliriz.   Bazı tarîkatlarda 'râbıta' adıyla anılan süreç, işte, âmentünün rükünlerinden herhangi birinin gündelik hayâta geçirilmesi durumudur. Allah Resûlü'ne veya onun halîfesi mesâbesinde olan bir rehbere râbıta etmek; onun mârifetiyle Resûlullâh'a râbıta anlamına gelir. Bu ne demek? Olay, tümüyle mistik veya metafizik bir mâhiyet taşımıyor. Bilakis Allâh’ın Resûlü’ne veya bir rehber mârifetiyle gene ona râbıta etmek, onun sünnetini (yapıp etmelerini) kendi gündelik hayâtında uygulamak demektir. Veya 'râbıta-i mevt', bir başka deyişle 'ölüm râbıtası', yâni bir gün ölüp gideceğini, dolayısıyla öte dünyâ hayâtında hesâba çekileceğini bilmek ve böyle bir bilgiyi kendinde içselleştirmek, insanı kezâ âmentünün bütün öteki rükünleriyle temas hâline getirir.   Peygamber (sav) gündelik hayâtımızda ne kadar yer tutuyor veya bir yer tutuyor mu? Melekler hayâtımızda ne kadar yer tutuyor? Kitap veya âhiret günü, hayrın ve şerrin Allah'tan geldiği inancı gündelik hayâtımızda ne kadar yer tutuyor ve biz bunun ne kadar farkındayız ve bu gerçekliğe ne ölçüde itâat ediyoruz?   Tasavvuf adı verilen yaşantı biçiminin özü işbu râbıta olayından, yani âmentünün rükünlerini (veya o rükünlerden herhangi birini) gündelik hayâtımızda yaşamaktan, o gerçekliğe itâat etmekten ve onu tabiat hâline getirmekten ibâret bir hâlin adıdır.   Özetle şunu söylemiş olduk: İslâm'ın iki kanadından biri onun hukûku ise diğer kanat da âmentünün (yani îmânın) rükünleridir. İslâm, bu iki kanatla uçmak sûretiyle hayâta geçirilmiş olur. Biri olmadan öteki tek başına işe yaramaz. İkisinin aynı anda yürürlükte bulunması gerekir. İslâm'a itâatin bir anlamı varsa, bu, onun şerîati ile âmentüsünün aynı anda hayâta geçirilmesiyle gerçekleştirilebilir ve böyle bir bütünlük içinde ona itâatin kendine özgü anlamı oluşur.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak