Ara

İslâmî İlimlerin Gelişme Süreçleri

İslâmî İlimlerin Gelişme Süreçleri

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav), vefâtından kısa zaman önce Veda Haccı’nda îrâd ettiği hutbe’de: “Benden duyduğunuz sözleri burada bulunmayanlara iletiniz” demişlerdi. (Buhari, Hac, 132, Müslim, Hac, 446) Bundan dolayı asr-ı saâdette ve Sadr-ı İslâm’da Hz. Peygamber’in (sav) sünneti ve hadisleri ağızdan ağıza sözlü (şifâhî) olarak da yayılıyordu. Az sayıdaki istisnâlar dışında Kur’ân da böyleydi. Ayrıca, yazılı olan Kur’ân’a hadislerin karıştırılması ihtimâlini önlemek için hadislerin yazılmamasını Allah Resûlü istemişti. (Müslim, Zühd, 72) Ayrıca o dönemde mü’minlerin büyük çoğunluğunun ümmî olmaları, okuma ve yazma bilmemeleri, yazı malzemelerinin kıt oluşu hâliyle Kur’ân ve sünnetin şifâhî sûrette nakl ve rivâyet yoluyla yayılmasını gerektiriyor, Arapların kuvvetli hâfızaya sâhip olmaları bu husûsu kolaylaştırıyordu. Bundan dolayı bu dönemde dînî metinler, bilgiler, hükümler ve ifâdeler nakil ve rivâyet şeklindeydi. Din geniş ölçüde nakil ve rivâyet şeklinde muhataplara ulaştırıldığından, yerinde bir deyimle: “Din nakil ve rivâyettir” denilmiştir. Dînî ibâre, ifâde ve metinlerin yazılı hâle gelmesi epey zaman almıştı. Bundan dolayı hicrî birinci asırda diğer İslâmî ilimler gibi zühd, tasavvuf ve ahlâk da nakil ve rivâyet şeklinde ağızdan ağıza, bir önceki nesilden bir sonrakine aktarılıyordu. TASAVVUFUN DİĞER İLİMLERDEN FARKI Tasavvuf diğer İslâmî ilimlerden farklıdır. Diğer dînî ilimleri, daha doğrusu bilgileri ve hükümleri öğrenmek ve ezberlemek veya yazılı hâle getirmek ve kitaplaştırmak o ilimlerin âlimi olmaya yeter ama bunun yanında amel olursa nûrun alâ nûr olur. Tasavvufta ise gerçek anlamda bir zâhid, bir sûfî, bir hakîm, bir velî ve bir ârif olmak için zühde ve sûfîliğe dâir bilgilere sâhip olmak aslâ yetmez. Bilginin yanında amelin, tâatin, ibâdetin, ahlâkın, daha önemlisi hâl denilen dînî his ve heyecânın bulunması şart olup bunlarsız ilmin ve bilginin tasavvufî anlamda hiçbir değeri yoktur. Tabii ki tasavvufta ilim, fikir ve bilgi önemli ve değerlidir ama amel, ibâdet ve ahlâk çok daha önemli ve değerlidir. Mü’mini velî mertebesine ulaştıran; ihlâslı ibâdet, dürüstlüğü esas alan ahlâk, Allah korkusu ve sevgisi gibi dînî hisler ve heyecanlardır. Onun için tasavvufta az amel çok ilme tercih edilir. Tasavvufta ibâdet, ahlâk ve ahvâlden (hâllerden) doğan tecrübî bilgiler anlamına gelen ma’rifet ilimden daha makbûldür. Çünkü ma’rifet yaşanan, tadılan ve hazzına varılan bilgilerdir. Bu sebeple zühd ve tasavvufî hayatta ma’rifet-i nefs’e ve ma’rifetullâh’a büyük önem verilir. Sâlikin nefsi/kendisi ve Rabb’ı hakkındaki ma’rifet, yâni yaşanan ve tadılan bilgiler sûfîliğin temelidir. Bu bilgi yâni ma’rifet de bir nakil ve rivâyet işidir, yaşanan ve tadılan dînî his ve heyecanların kalpten kalbe, gönülden gönüle aktarılması anlamında bir nakil işidir. Bu tür mânevî hâller ve zevkler, rûhî hisler ve heyecanlar sözle anlatılamaz, yazıya da geçmez, sâdece tadılır ve yaşanır, işte o kadar. Bu hâllere ilim denildiği de olur ama aslında bunlar zevkler ve yaşantılardır, yaşanan mânevî hakîkatler, ma’rifetler ve sırlardır. İşte bu yönüyle tasavvuf diğer İslâmî ilimlerden farklıdır. Sûfîlere ulemâ-i bâtın ve ehl-i hâl denilirken diğerlerine ulemâ-i zâhir denir. Sûfîlere göre biri zâhir, diğeri bâtın olmak üzere dînî ilkeler ikidir. BEDEN FIKHI - KALB FIKHI Dînî hayatta Beden–Kalb ya da Beden–Ruh ikiliği, farklılığı, bâzı durumlarda zıtlığı önemlidir. Bazen nefs de beden anlamında kullanılır. Beden ve ruh bir arada, hattâ iç içe bulunur ve her biri diğerini etkiler. Peygamber Efendimiz (sav) “Dikkat! Bedende bir et parçası/kalb var; eğer o iyi olursa bedendeki bütün organlar iyi, kötü olursa kötü olur ve o et parçası kalptir. (Buhari, Îman, 39, Müslim, mûşâkât, 107) buyurmuştur. Bu hadîse göre kalb bedenden daha önemlidir ve onu etkileme gücüne sâhiptir. Kalb iyi ise beden de iyi, kötü ise beden de kötü işlerdedir, beden kalbe tâbî bulunmaktadır. Bedenin de kalbin de amelleri ve fiilleri var; bu amellerin ve fiillerin de dînî hükümleri mevcuttur. Farz, mendub, mübah, kerahet ve haramlık beden fiillerine de kalbin fiillerine de uygulanan hükümlerdir. Meselâ iftitah tekbiri, kıyam, kırâat, rukü’, secde ve son ka’de namazın fiilleridir. Bu fiillerin hükümleri farz olmalarıdır. Bu fiiller duyu organları tarafından algılandıklarından zâhirî fiiller ve bunlara dâir hükümler de zâhirî hükümlerdir. Buna mukabil namaz kılan kişinin niyeti, ihlâsı, hudûu, huşuû’ ve huzûru kalbin fiilleridir, bu fiillerin hükümleri de farz olmalarıdır. Bu fiiller duyu organları tarafından algılanmadığından bunlara bâtınî fiiller denir. Kalbin fiillerine bâtınî fiiller dendiği gibi bu fiillerin hükümlerine de bâtınî fiiller denir. Zâhirî hükümlerde olduğu gibi bâtınî fiillerin de farz nebda, ibâhe, kerahet ve haramlık türünden hükümleri vardır. İşte tasavvuf kalbin bâtınî fiilerini ve bu fiillere ilişkin bâtınî hükümleri inceleyen ve araştıran bir ilim dalıdır. Burada bir beden fıkhından bir de kalb fıkhından bahsedilir. (Tehanevî, Keşşafu istilahati’l-funun, I, 31, 36, 37) Kur’ân’da geçen fıkıhtan (bk. Tevbe, 9/122, A’raf, 7/176, Enfâl, 6/65, 98) hareket eden bâzı müellifler üç türlü fıkıhtan bahsederler. Fıkh-ı Ekber: Akâid, Fıkh-ı Amelî: Hukuk; Fıkh-ı vicdânî: ahlâk-tasavvuf (bk. Tehanevî. I, 30, 31, 36, İzmirli, Yeni İlm-i kelam, I, 27). Genel olarak fıkıh kavramı kelâm, tasavvuf ve fıkıh (hukuk) ilimlerini kapsar, özel olarak da fıkıh ilmi usûl-ı fıkh ve furûat-ı fıkhiyye anlamına gelir. Fakat fıkıh; birinci asırda, âhiret yolunun bilgisi, nefsin âfetleri, bu âfetlerin incelikleri, ameli bozan ve geçersiz kılan hususları bilme anlamına geliyordu. Hasan Basri fıkıh denilince zühdü, âhirete rağbetli ve hevesli, ibâdete düşkün ve takvâ sâhibi olmayı anlıyor, bu niteliklere sâhip olmadan fıkıh ilminin sâdece bilgisine sâhip olanları fakih olarak görmüyordu. (Ebu Tâlip Mekkî, I, 296, 310, 312; Gazali, ihya, 38, 39) Burada âhiret yoluna dâir ilimden maksat Hakk Teâlâ ile kulu arasında günah kirinin ve kötülük pasının oluşturduğu perdenin kalkması ve hakîkatın âyân beyan ortaya çıkmasının keyfiyetine dâir bilgilerdir. (Gazali, İhya, I, 25-27; Şiblî kalb fıkhına Fıkhullah (Allâh’ın fıkhı) demektedir. (Serrac, 487, 369 Muhasibi, el-Riaye, 532; Sülemi, s. 224, 235) İbn Haldun beden fıkhından (fıkhu’l-cevârih) ve kalb fıkhından (fıkhu’l-kulûb) bahseder. Şöyle der: Tasavvuf İslâm ümmetinde hâdis olan ve ortaya çıkan şer’î ilimlerdendir. Sûfîler amel ve ibâdetlerinin ihlâslı olmasına özen gösterir, kılı kırk yararcasına nefs murâkabesi ve muhasebesi yaparlar, sonuçta kendilerine özgü olan ve başkalarında bulunmayan bâzı mânevî zevklere ve vecidlere (coşkunluklara, buluşlara) ulaşırlar. Bu tür zevkler ve vecidler yaptıkları mücâhedenin semeresidir. Onlar, başkalarına yabancı olan bu tür hususları aralarında konuşmak için özel terimler kullanırlar. Sûfîler, başkalarına yabancı gelen ve kendilerine mahsus bulunan böyle bir ilme sâhip olduklarından şerîat ilmi iki kısma ayrılmış oldu. Fakihlerin ve müftülerin ilgilendikleri fıkıh. Bunlar ibâdet, âdet ve muamelelerin genel hükümleri üzerinde dururlar. Diğeri sûfîlerin üzerinde yoğunlaştıkları mücâhede, nefs muhasebesi, mânevî zevkler ve vecid halleri gibi hususlardır. (Mukaddime, 586.) İbn Haldun kalb fıkhından ve bâtınî fıkıhtan da bahseder. (bk. Şifâü’s-sâil, 48, 54) Sûfîlere göre kalb müftüdür. Fetvâyı kalb müftüsünden almak lazımdır. (Serrac, 34, ihyâ II, 104, 113, III, 42, I, 394) Kalbin amelleri ve fiilleri olan îmân, itikad, niyet, ihlâs, huşû’, Hakk ile huzur hâli, Allah korkusu ve sevgisi, tevekkül ve tefekkür, yakîn, îkân gibi hususlar bedenin ve organların amel ve fiillerinden daha önde, daha önemli ve daha değerli; kalbin fiillerine dâir hükümler de bedenin ve organın hükümlerinden daha önemli olduğundan kalb fıkhı yâni tasavvuf beden fıkhından önemlidir. Zîrâ beden ve organlarla yapılan işler ve eylemler değerini kalbten ve niyetten alır. Biri esas, diğeri fer’ gibidir. Serrâc tasavvufun temeli olarak şu hadisleri gösterir: Cibril hadîsi. İhsan Allâh’a, O’nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir (kalbin Hakk ile huzur hâli), zîrâ her ne kadar sen onu görmüyorsan da o seni görmektedir. Cibril hadîsinde geçen İslâm zâhir, îman zâhir ve bâtın, ihsan ise zâhir ve bâtının hakîkatidir, ihsan bu hakîkatin adıdır. (bk. El-luma, 22) Bâtın ilminin temeli olan hadisler: 1- Cibril hadîsi. 2- Îmânın hakîkatının dünyâdan el etek çekmek olduğunu bildiren Harise hadîsi. 3- İbn Abbas hadîsi. Allah Resûlü ibn Abbas’ın elinden tuttu ve dedi ki: Allâh’ın (hukûkunu) koru ki, O da seni korusun. 4- Günah vicdânını rahatsız eden şeydir, iyilik de gönlüne yatan şeydir. 5- Helâl bellidir, haram da bellidir ama ikisi arasında helâlliği ve haramlığı belli olmayan şüpheli hususlar vardır, kendini bunlardan koruyan dînini de şerefini de korumuş olur. (bk. el-luma, 22, 143) Hz. Peygamber’in (sav) hayâtında ve hadislerinde zühd ve tasavvufla ilgili pek çok örnekler vardır. Vahiy gelmeden evvel emîn bir kişi olarak tanınması, Hira dağındaki mağarada halvet ve inzivâ hayâtı yaşaması, özellikle vahiy alırken hâlinin değişmesi, âdetâ kendinden geçmesi sûfîler tarafından dikkate alınan ve değerlendirilen hususlardır. (bk. Suyut, I, 39-44) Dünyâya ve maddî menfaatlere karşı tavrı da O’nu zâhidlerin efendisi konumuna getirmiştir. Tasavvuftaki ahlâk O’nun ahlâkının devâmı ve yaşayan şekli gibidir. Sahabenin, Allah Resûlü’nün sohbet meclislerinde yaşadıkları duygu yüklü ve yoğunluklu mânevî hâlleri tasavvufta hâl ve vecd adı altında devâm etmiştir. Tasavvuf bütün dinlerde özellikle mevcut olup dînî hayâtın vazgeçilmez ve olmazsa olmaz bir niteliğidir. Bu unsur az çok her dinde mevcuttur. Kehf sûresindeki Hz. Mûsâ ve Hızır kıssası bunun bir örneğidir. Tasavvuf âhiret öncelikli ve yoğunluklu bir dînî hayat yaşamaktır, bunun kaynağı da Kur’ân’dır, Allah Resûlü’dür. Hakk Teâlâ buyurur: Ama siz dünyâ hayâtını tercih ediyorsunuz, oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır ve şübhesiz ki önceki kitaplarda İbrâhîm ve Mûsâ’nın kitaplarında bu böyledir. (el-A’lâ, 87/16-19) Kur’ân bizden Mevlâ’mızın rızâsını taleb ederek akşam sabah duâ edenlerle birlikte olmamızı istemekte, dünyânın süsüne uyarak gaflet ehliyle olmamamızı ve aşırılığa gitmememizi emretmektedir. (Kehf, 28.) Yâni zengin ve nüfuzlu kişilerle değil dinlerine candan bağlı zayıf, fakir ama gönül ehli olanlarla birlikte olmamız istenmektedir. (bk. F. Razi, mefatihul gayb, Beyrut, 2005. VIII, Cüz, 20.5.105-109) “Zayıfları ve yoksulları sohbet meclislerinden kovmak câiz değildir.” buyurur Rabbimiz. (En’am, 52.) Prof. Dr. Süleyman Uludağ

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak