"Tüm mü'minler kardeştir, o halde her ne zaman araları açılırsa kardeşlerinizin arasını düzeltin..." (Hucurât, 10)
- yy’ın sonlarına doğru dünyanın küreselleşme yolunda ilerlediği söylendi.
Küreselleşme, Avrupa’nın evrensel site ülküsünün yeni koşullara uyarlanmasının sonucu olarak ortaya çıktı.
Küreselleşme, Evrensel Sitenin temel ülküsü olan, 1789 Fransız Devrimi’nden tevarüs edilen eşitlik, özgürlük, kardeşlik ilkelerinin demokrasi, liberal ekonomi, insan hakları ilkeleriyle değiştirilmesi sonucu elde edilmiştir.
Emperyalizm döneminde Avrupa’nın sömürgeci ülkeleri sömürgeleştirdiği ülkelere bu ilkeleri paravan olarak kullanarak giriyordu. Bu ilkeler de “uygarlık” ana başlığı altında toplanıyordu.
Ne var ki, Avrupa, sömürgelerine götürdüğünü söylediği ilkeler çerçevesinde inandırıcı olamamıştır. Kendini arî ırk olarak gören Avrupalı insan kara derililere veya sarı derililere veya kızıl derililere ırkçı bir yaklaşımla tepeden bakıyor; onlara uygarlık getirdiğini, dolayısıyla onların doğal zenginliklerini sömürmeyi hak ettiğini ileri sürüyordu. Sömürge ahalisi ise, aslında Avrupalının bu niyetinden haberdar değildi. Kendi iyi niyeti, onun kötü niyetini görmeye engel oluyordu.
Avrupa’nın “evrensel site” kurma hayali yeni değildi. Antik Grek’ten başlayarak böyle bir hayali gerçekleştirme ülküsünün ardında yüzyıllarca koştu. Avrupa sömürgeciliğinin temelinde onun iktisadî emeli var bulunsa bile, o, bu emelini gerçekleştirirken kendi kültürünü sömürgeleştirdiği ülkelere dayatmasının arkasında evrensel site telakkisini bulmak imkân dışı görünmüyor.
Böylece evrensel site hedefi, iktisadî çıkar çabası kadar batı kültürünü yerleştiği ülkelere dayatma amacını da öngörmektedir. Bu amaç da Avrupalı insanın kendini başkasından üstün görme vehmiyle meşrulaştırma gayretindedir.
Avrupa’da Rönesans hareketi onun Antik Grek uygarlığı ve felsefesi ile buluşmasının yolunu açmakla onu seküler düşünme ortamının içine de düşürmüş oluyordu. Hıristiyanlığın yoğun olarak yaşandığı Avrupa Orta Çağı zamanlarında, Avrupalı insanın başkalarına üstünlük taslamasının önü alınabileceği hususu akla gelebilir (di). Fakat hayır! Öyle olmadı. Hıristiyanlık da onun köleci ve ırkçı tutumunu değiştirmeye güç yetiremedi.
Bilakis, Avrupa, uluslararası ilişkilerde dünyayı hristiyanlar ve hristiyan olmayanlar diye ikiye ayırdı. Akla gelebilir ve sorulabilir, peki, Müslümanlar da böyle bir ayrıma gitmedi mi diye. Evet, Müslümanlar da dünyâyı Müslüman olanlar ve Müslüman olmayanlar diye ayırıyor. Ancak hristiyanlar, hristiyan olmayanları deyim yerindeyse yolunacak kaz olarak görüyor. Müslümanlarsa, Müslüman olmayanları insan olarak görüyor ve onların canını, kanını, ırzını Müslümanlarınkiyle eşit düzeyde kutsal ve himaye edilmeye layık görüyor. Dahası da var: Onlara, ihtilaf halinde isterlerse Kur’ân hukukunu, isterlerse kendi kitaplarının hukukunu tercih etme hakkını bahşediyor.
Ünlü şair, düşünür Dante’nin evrensel site tasarımında da söz konusu sitenin merkezi Roma, yöneticileri de Romalılar olarak kabul ediliyordu. Çünkü ona göre Romalılar başka herkesten üstündü ve evrensel siteyi yönetmeye ancak onlar layık olabilirdi. Romalılar yönetir, ötekiler yönetilirdi; yönetme konusunda başkasına yetki vermek caiz olamazdı. 18., 19. yüzyıllardan başlayarak gerek Avrupa’nın sömürgeci olarak yerleştiği yörelerde, gerekse Avrupa’nın maddî gücüne hayran kalan ülkelerde, onun, ırkçılıktan ulusalcılığa evrilen döneminde bu anlayış tarzı dünyanın her tarafında kabul görmeye başladı. Dünyanın bütün ulusları kendi ırklarını ulusalcılık (nationalism, milliyetçilik) adı altında yüceltme hevesine düştü.
Avrupa insanının ırkçı, üstünlükçü, sömürgeci tutumu Müslümanların yabancılar (Müslüman olmayanlar) karşısındaki tutumuyla hiçbir yönüyle benzeşmez. Müslümanların fetihleri hiçbir zaman girdiği toprakları sömürme, oranın zenginliğini kendi ülkesine taşıma amacını gütmemiştir. Onların amacı o ülkenin insanıyla bütünleşmeye yönelik olmuştur. Onlarla kardeşlik tesis etme amacı her zaman ön almıştır.
Ancak Müslümanlar kendi tarihlerinin seyrinde gerçekten ironik sayılabilecek bir manzarayla karşı karşıya kaldılar: Onların kendi dînleriyle olan bağları zayıfladıkça onlar da Avrupa’nın dayatmacı, üstünlükçü, ulusalcı ve giderek ırkçı tutumunu benimsemeye başladılar. İslâm’ın kardeşlik anlayışı, yerini Fransız devriminin öngördüğü kardeşlik anlayışına bırakmaya başladı. Ki bu Frenk usulü kardeşlik anlayışının bırakınız Müslüman toplumlarda, Avrupa toplumunda bile nesnel bir karşılığını bulmak mümkün değildir. Frenk tarzı kardeşlik anlayışının en çoğundan olsa olsa söylem düzleminde bir karşılığı bulunduğu varsayılabilir.
Müslümanlar, Avrupa’ya onu benimseme amacıyla yaklaştığında Avrupa kültüründe karşılaştıkları kavramların kendi dînlerinde zaten öngörülmüş bulunduğunu görünce yanlış bir gurura bile kapıldılar. Yukarda değinmiştim, eşitlik, özgürlük, kardeşlik kavramları İslâm dîninde de öngörülüyordu. Ne var ki, 19. yüzyılın Müslümanları her iki kültür havzasında telaffuz edilen bu kelimelerin aynı maksadı hedeflemediğini fark edemediler. Bilakis kendi asal kavramlarının içini boşalttıkları gibi, Avrupa’nın öngördüğü bu aynı kelimelerde ifâdesini bulan kavramları da algılayamadılar. Böylece kendi kültürlerinden uzaklaştılar, fakat Avrupa'yı da özümseyemediler.
İşte, Müslümanlar açısından olayın can alıcı noktası burada tecelli ediyor. Müslümanların halen içine düşmüş bulunduğu dağınık ve başıboş durumları, onların bir yandan kendi dînlerinden uzak düşmüş olmasından, bir yandan da Avrupa’yı özümseyemeyişinden kaynaklanan perişanlıkta ortaya çıkıyor.
Ortadoğu’nun, Orta Asya’nın ve dünyanın her yerindeki Müslümanların ortak bir kültür zemininde buluşabilmesinin şartları var bulunmasına rağmen, bu buluşmanın gerçekleştirilememesi İslâm’ın öngördüğü kardeşlik umdesinden uzaklaşılmış olması durumuna niçin bağlanamasın?
Hayır, Müslümanların bir evrensel site kurma ülküsünden bahsetmiyorum. Bu da mümkün, fakat buradaki maksadım o değil. Yalnızca Müslümanlar arasındaki dayanışmadan, kardeşlik dayanışmasından söz açmak istiyorum.
Günümüz Müslümanı Allah Resûlü’nün (sav) şu buyruğunu algılama ortamından uzaklaşmış bulunuyor. Allah Resûlü, Müslümana şunu bildiriyordu: “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, Müslüman, Müslümanın başına gelen musîbette terk etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümandan bir sıkıntıyı giderirse Allah da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim de bir Müslümanın ayıp ve kusurunu örterse Allah da kıyamet günü o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhari, Mezalim 3, Müslim, Birr 58; Abdullah İbni Ömer’den rivayet, nakil: Riyazüssalihîn, 235 nolu Hadîs-i Şerîf).
Müslümanlar, başka her şeyi bırakıp salt zikrettiğimiz bu Hadîs-i Şerîf istikametinde hareket edebilselerdi halen içinde yaşadıkları çalkantılı, üzücü ortamı yaşamazlardı, desek yanılır mıyız?
Bir başına bu Hadîs-i Şerîf Müslümanlar arasında bireysel düzlemde olsun uluslararası ilişkiler düzleminde olsun bilinçli olmayı, bilinçli Müslüman olmayı öngörüyor. Bu gün yeryüzünde 1 buçuk milyar Müslümanın yaşadığı söyleniyor. Onların nüfusuna bir o kadar daha eklesen, onlarda İslâm bilinci yerleşmemiş olduğu sürece, onlar kalabalık olmakla övünebilirler, ama kuru kalabalık nerede işe yaramış ki!
Salt Ortadoğu havzasında yaşayan Müslümanlar (Müslüman ülkeler) bağlamında bile düşünsek kaç parçaya bölünmüş olduğumuz hususu dramatik bir gerçekliği yansıtıyor. Yalnızca Müslümanların kendi arasındaki telakki farklılıklarını kastetmiyorum, uluslararası ilişkiler bağlamındaki siyasal eğilim farklılıkları da, onların kendi aralarındaki İslâm kardeşliği bağını hiçleştirebiliyor.
Müslümanlar, Avrupalı insanı gözlerinde öyle büyütmüşler, onların ilim adı altında geliştirdikleri çoğu safsatayı öyle reddi ve cerhi gayrı kabili mümkün birer nas olarak bellemişler ki, bu sanı, onlara İslâm'ı bile terk etmenin yolunu açmış bulunuyor. Bu yol yalnızca açılmakla kalmamış, bu yolda esef ki, uzun mesafeler de kat edilmiştir.
İnsanın, kendini soyut olarak Müslüman sayması yetmiyor. İslâm’ın bilincinde olması da gerekiyor. İslâm’ın bilincinde olunduğu takdirde İslâm kardeşliğinin gerek bireysel yaşantısında gerek uluslararası ilişkilerde ona eşsiz, erişilmez ufuklar açabileceği görülür. İslâm kardeşliği ülküsü Müslümana lafazanlık teklif etmiyor, reel bir yaşama ortamı vaat ediyor. O reel ortamın ona neler kazandırdığını görmek için Muhacir ile Ensar’ın hayatının günlük yaşantısından herhangi bir kesite göz atmak yeterlidir.
Rasim Özdenören
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak