Ara

İslâm İnanç Esasları ve İnanç Açısından İnsanların Durumu: Akâid İlmi ve Müslümanlar Açısından Önemi

İslâm İnanç Esasları ve İnanç Açısından İnsanların Durumu:  Akâid İlmi ve Müslümanlar Açısından Önemi
  İslâm dîninin îmân esaslarından bahseden ilme ‘Akâid’ ilmi denilmektedir. Akâid; düğümlemek mânâsına gelen ‘akd’ kökünden türetilmiş olan ‘akîde’ kelimesinin çoğuludur. Akîde sözlükte; ‘gönülden bağlanılan, kesinlikle karar verilen, düğüm atmışçasına sağlam inanılan şey’ demektir. Dînî bir kavram olarak akîde ‘inanılması zorunlu olan ilke’ (îmân esâsı, mü’menün bih), çoğulu olan akâid kelimesi ise ‘İslâm dîninde inanılması farz olan hususlar, îmân esasları, dînin temel kural ve hükümleri’ şeklinde tanımlanmıştır. Buna göre, dînin temel kural ve inanılması zarûrî hükümlerini oluşturan îmân esaslarından bahseden ilme akâid ilmi denilmektedir. Akâid kelimesi ile aynı kökten türetilen ve ‘îmân’ ile eş anlamlı olarak kullanılan itikad ise ‘düğüm atmışçasına bağlanmak, bir şeye gönülden inanmak, gönülden benimsemek’ demektir.1  İslâm dîninde inanılması zorunlu olan hususlar Kur’ân âyetleri ve sahih hadislerle belirlenmiş ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde açık ve anlaşılır olarak va’z edilmiştir. Bu bakımdan İslâm akâidini oluşturan esaslar kesin delillere dayanmakta, açık seçik olmasıyla da zamâna, mekâna, şahıs ve topluluklara göre değişmemektedir. Bununla birlikte îmân esasları birbirleriyle bütünlük arz etmekte olup bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek mümkün değildir. Bu husus Bakara sûresinin 285. âyet-i kerîmesinde şöyle ifâde edilmiştir: ‘Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene îmân etti, mü’minler de (îmân ettiler). Her biri Allâh’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine îmân ettiler. ‘Allâh’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır’ dediler.’2 Akâid ilminin konusu îmân esasları olduğuna göre rotayı îmân esaslarına çevirmenin yerinde bir tutum olacağını düşünüyoruz. Fakat îmân esaslarına geçmeden önce ‘îmânın ne demek olduğu’na vurgu yapmak gerektiği kanaatindeyiz. Sözlükte, ‘güven içinde bulunmak, korkusuz olmak’ anlamındaki ‘emn (emân)’ kökünden türeyen îmân kelimesi ‘güven duygusu içinde tasdîk etmek, inanmak’ demektir. ‘Sağlamlaştırmak, kesin karar vermek, tasdîk etmek’ mânâsındaki ‘akd’ kökünden türeyen ‘itikad’ da ‘îmân’ karşılığında kullanılmaktadır. Terim olarak îmân; ‘Peygamberleri, Allah’tan (cc) alıp din adına tebliğ ettiği kesinlik kazanan hususlarda tasdîk etmek ve onlara inanmak’ demektir. Bu bağlamda îmân, ‘Hz. Peygamber’i, Allah Teâlâ’dan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlerde (zarûrât-ı dîniyye) tasdîk etmek, onun haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabûl edip bunların gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmak’ olarak tanımlanmaktadır. Bu inanca sâhip bulunan kimseye ‘Mü’min’, inancının gereğini tam bir teslîmiyetle yerine getiren kişiye de ‘Müslim’ denir. Ayrıca Türkçe’de ‘Müslim’ kelimesinin Farsça kurala göre çoğulu olan Müslüman da (müslimân) bu anlamda kullanılmaktadır.3 Tanımlardan da anlaşılacağı üzere îmân kalpte vuku bulan bir hâdisedir. Hakîkî îmâna kalbin tasdîki ile ulaşılabilir. Bu minvalde kalbin tasdîkini îmânın değişmeyen aslî unsuru olarak değerlendirebiliriz. Îmânın mekânının kalp olduğuna dâir birçok âyet-i kerîme bulunmaktadır. Şu âyet-i kerîmeler bu husûsa işâret etmektedir: ‘Ey Peygamber, kalpleri îmân etmediği halde ağızlarıyla inandık diyenlerden ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin...’4; ‘Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar...’5 Hz. Peygamber (sav) de bir hadîs-i şerifinde îmânın yerinin kalp olduğuna şu şekilde vurgu yapmıştır: “Allah cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme koyacak, sonra da ‘bakın kalbinde hardal tânesi kadar îmânı olan birisini bulursanız onu cehennemden çıkarın’ diyecektir.”6 Îmânın kalbe âit bir duygu olmasının yanında insanlar nezdinde kişilerin îmân edip etmedikleri bakımından tanınmaları için dil ile de telaffuz edilmesi (ikrâr) âdetâ îmânın dünyaya âit bir şartı olarak görülmüştür. Fakat îmânını dili ile söylemeyen veya bir özrü sebebiyle söyleyemeyen kimseye de îmân etmemiş denilemez.7 İslâm’ın yeni filizlendiği dönemde Sahabeden Ammar b. Yasir (r.a) Mekkeli müşriklerin baskı ve işkenceleri netîcesinde kalben inanmış olmasına rağmen diliyle inanmadığını söylemiştir. Bunun üzerine Ammar b. Yasir’in (r.a) mü’min bir kimse olduğunu ilân eden şu âyet-i kerîme nâzil olmuştur: ‘Kalbi îmanla dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan kimse hâriç, kim îmân ettikten sonra Allâh’ı inkâr ederse ve kim kalbini kâfirliğe açarsa işte Allâh’ın gazabı bunlaradır. Onlar için büyük bir azap vardır.’8 Bu cümleden olmak üzere kişi dilsiz olması sebebiyle de îmânını diliyle ikrâr edemeyebilir. Dolayısıyla îmân, esas itibâriyle kalbin işi olup dil ile onu söyleyip ameller ile desteklemek ise bir nevi onun ispâtı niteliğindedir. İçerisinde İmam Maturidi’nin de bulunduğu ehli tahkîk âlimlerin cumhurunun/çoğunluğunun benimsediği görüş îmânın ancak kalp ile tasdîk olduğu, ikrârın ise dünyâdaki hükümleri icrâ etmek için şart olduğu yönündedir. Çünkü kalbin tasdîki bâtınî bir durum (yâni açıktan müşahede edilemeyen) olduğundan, bu bâtınî durumu ortaya koymak için bir işâret gereklidir ki o da îmânı dil ile ikrâr etmektir. Yâni îmân eden kişi îmânını ilk önce kalbine yerleştirecek daha sonra ise dünyâda mü’min olarak değerlendirilebilmesi için dili ile bunu ikrâr edecektir. İNANILACAK HUSUSLAR AÇISINDAN ÎMAN Îman, inanılacak hususlar açısından ikiye ayrılmaktadır: ‘İcmâlî Îman ve Tafsîlî Îman.’ İcmâlî îmân; ‘inanılacak olan hususların hepsine birden/toptan ve kısaca inanmak’ demektir. Kelime-i şehâdet ve kelime-i tevhidde ifâdesini bulan İcmâlî îman, îmânın en kısa ve özlü ifâde şeklidir. Çünkü şehâdet ve tevhid kelimeleriyle Yüce Allâh’ın (cc) varlık ve birliğine, Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) O’nun (cc) Resûlü ve kulu olduğuna şâhit olduğunu söyleyerek bunları tasdîk eden insan, Hz. Peygamber’in (sav) Allah’tan (cc) getirmiş olduğu bütün ilke ve esaslara topluca îmân etmiş olmaktadır. Tafsîlî îmân ise ‘inanılacak hususların hepsine ayrı ayrı îmân etmeyi’ gerektirir. İcmâlî îmân ile ‘inandım’ iddiasında bulunan kişinin bu iddiası Tafsîlî îmân ile sübut bulmuş olur. Çünkü Tafsîlî îmân ile kişi Allâh’a (cc), meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe, kazâ ve kaderin, hayır ve şerrin Allah’tan (cc) olduğuna îmân etmiş, bununla berâber Hz. Peygamber’in (sav) Allah’tan (cc) getirdiği bütün haber ve hükümleri tasdîk etmiş olur. Dolayısıyla Tafsîlî îmânıyla îmânın gereği olan amelleri/Allâh’ın (cc) emir ve yasaklarını yerine getirmeye başlar. Farklı bir bakış açısıyla İcmâlî îman, îmâna/İslâm’a girişi, Tafsîlî îmân ise îmânın/İslâm’ın gerekleri doğrultusunda yaşamayı ifâde eder. ÎMÂN AÇISINDAN İNSANLAR Îmân edip etmemeleri bakımından insanlar üçe ayrılır: Mü’min, kâfir ve münâfık. Allâh’a (cc), Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav) ve O’nun Allah’tan (cc) getirdiği bütün hususlara kalben inanıp onları tasdîk eden kimseye ‘Mü’min’ denir. Mü’minler îmanlarının karşılığı olarak âhirette cennete girecekler ve orada ebedî olarak kalacaklardır. Bununla birlikte günahkâr olan mü’minler cezâlarını çektikten sonra cennete girebileceklerdir: Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaad etti. Allâh’ın rızâsı ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.’9 İslâm’ın ilke ve esaslarına, Hz. Peygamber’e (sav) ve getirdiği hükümlere inanmayan, îmân esaslarından yahut kesin olarak ve tevâtür yoluyla gelmiş bulunan dînin zarûrî hususlarından birini veya birkaçını yahut tamâmını inkâr edene de ‘Kâfir’ denir. Kâfir olarak ölen insanlar ise cehenneme gireceklerdir: ‘(Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlara gelince; işte Allâh’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üstünedir. Onlar ebediyyen o lânet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir, ne de onların yüzlerine bakılır.’10 Allâh’ın (cc) varlığına ve birliğine, Hz. Peygamber’in (sav) Allâh’ın (cc) Resûlü olduğuna ve O’nun Allah’tan (cc) getirdiği dîne ve o dînin hükümlerine diliyle inandığını söylediği halde kalbiyle îmân etmeyen kimselere de ‘Münâfık’ denir. Münâfıklar dilleriyle inandıklarını söylemelerinin yanında yaşayışlarıyla da müslümanlara benzemektedirler. Münâfıkların sözleri özleriyle örtüşmediği için aslında kâfir oldukları Kur’ân âyetleriyle sâbittir: ‘Onların Allah yolundan sapmalarının sebebi, önce îmân edip sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar.’ 11 Yine münâfıklar da kâfirler gibi cehenneme girecek ve yaptıklarına karşılık olarak orada ebedî olarak kalacaklardır: ‘Şüphesiz ki münâfıklar, cehennemin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara bir yardım edici de bulamazsın.’12 ‘Allah, erkek kadın bütün münâfıklara ve bütün kâfirlere cehennem ateşini ebedî olarak vaad buyurdu. O ateş onlara yeter. Allah onlara lânet etmiştir. Onlara bitmez tükenmez bir azap vardır.’13 Görüldüğü gibi akâid ilminin orijin noktasını îmân ve esasları teşkîl etmektedir. Bu minvâlde akâid ilmi ‘âmentü’ diye bildiğimiz îmânın şartlarını/esaslarını konu edinmektedir. Îman bahsiyle giriş yaptığımız konuya ‘Âmentü’deki îmân esasları’nı açıklamaya çalışacağımız bölümlerle devâm edeceğimizi belirtmek isteriz. Tahkîkî bir îmâna sâhip olmak ve îmânın gereklerini yerine getirebilmek duâsıyla… Habib Öztürk Dipnotlar: [1] Komisyon, ‘Akâid’, DİA, c. II. s.212. 2 Bakara 2/285. 3 Komisyon, ‘İman’, DİA, c. XXII. s.212-214. 4 Maide 5/41 5 Enam 6/125. 6 Buhari, İman 15; Müslim, İman 82. 7 Sadüddin Taftazani, Şerhul Akâid-i Nesefi Tercümesi, Dila Yay., İstanbul 2011. s.352. 8 Nahl 16/106. 9 Tevbe 9/72. 10 Bakara 2/161-162. 11 Münâfıkun 63/3. 12 Nisa 4/145. 13 Tevbe 9/68.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak