“Meşveretsüz işi key iş sanmagıl”
Bu toprağı mayalayan eserlerden birisi, Ahmedî’nin İskendernâme’sidir. Makedonyalı İskender, efsânevî kişiliğiyle büyük bir komutan olarak bilinir. Asıl adı Alexsandros olan İskender, târihî bilgilere göre, mîlattan önce 356’da Makedonya’da Pella kasabasında doğmuştur. II. Filip ile prenses Olympais’in oğludur. Babasının bir suikastla öldürülmesinden sonra kral ilân edilmiş, ülkesinde istikrârı sağladıktan sonra Yunan devletlerini hükümranlığına alarak Persler’in üzerine yürümüş ve Anadolu’yu ele geçirerek Pers kralı III. Dârâ’yı yenmiştir. Doğu Akdeniz’de Fenike şehirlerini zapt ederek Mısır’ı istilâ etmiş, Afganistan’a doğru yürümüş ve Hindikuş Dağları’nı aşarak Seyhun ırmağına kadar gitmiş ve İskitlerle savaşarak geniş bir alanda nüfûzunu hâkim kılmaya çalışmıştır. Daha çok cengâver ve istilâcı kişiliğiyle târihe geçmiş olmakla birlikte, felsefe, edebiyat ve siyâset konularında yetkinliğiyle de dikkat çekmiştir. Özel hocalardan ders almış, özellikle de Aristo’dan aldığı dersler ve onun rehberliğinde edindiği yetkinlikle dünyâya hükmetmiştir.
İskender savaşçı kişiliğinin yanında Aristo’dan aldığı derslerle kazandığı bilgelikle efsânevî bir kişilik kazanmıştır. Daha sonraki dönemlerde bu efsânevî kişiliği İslâm kültür coğrafyasında, bazı şâir ve yazarlar tarafından, Kur’ân-ı Kerîm’de kıssası anlatılan Zülkarneyn olduğu ileri sürülen bir şahsiyet olarak edebî eserlerde kendine yer bulmuştur. Türk edebiyatında onun efsâneleşen bu hayat hikâyesinden ilham alarak İskendernâme adıyla destânını kayda alan Ahmedî, bir bakıma İskender’i anlatırken, esâsen Eflatun ve Aristo’dan intikāl eden siyâset telakkîsini ve devlet yönetim anlayışını kayda almıştır. Ahmedî, muhtemelen 735 (1334-35) yılında doğmuştur. Kaynaklarda Germiyanlı veya Sivaslı olduğuna dâir iki ayrı rivâyet bulunan Ahmedî’nin asıl adı İbrâhim, lakabı Tâceddin ve babasının adı Hızır’dır. Esâsen aslen Sivaslı olmakla birlikte bir müddet Germiyanoğulları’nın himâyesinde bulunmuş olması hasebiyle Germiyanlı Ahmedî olarak anılmış olmalıdır. Onun âile muhîti ve ilköğrenimine dâir bilgilerimiz yeterli değildir. Ancak döneminde temâyüz eden diğer ilim, sanat ve devlet adamlarından bazılarında da görüldüğü döneminde ilim ve hikmet yurdu olan Mısır’a giderek orada başta Şeyh Ekmeleddin el-Bâbertî olmak üzere devrin ileri gelen âlimlerinden ders almıştır.
Ahmedî, Mısır’daki eğitiminin ardından Anadolu’ya intikāl ederek hemşerisi meşhur müfessir Şehâbettin es-Sivâsî gibi Aydınoğulları’na intisâp etmiştir. Burada Îsâ Bey’in oğlu Hamza Bey için Mîzânü’l-edeb ile Miʿyârü’l-edeb adlı Arap sarf ve nahvine dâir kasîde tarzında Farsça iki eser telif etmiştir. Kezâ Arapça-Farsça manzum bir lugat olan Mirḳātü’l-edeb’i de onun için telif etmiştir. Bu onun Aydınoğulları sarayında beyin çocuklarının eğitimiyle meşgûl olduğuna delâlet eder. Bilahare onun, Aydınoğulları’nın hizmetinden sebebini bilemediğimiz bir mesele yüzünden ayrılarak Germiyanoğulları’nın hizmetine girdiğini görüyoruz. Germiyanlı sarayında da hocalık yaptığı, sözgelimi meşhur hekîm ve şâir Yûsuf Şeyhî’yi okuttuğu ve ona rehberlik ettiği bilinmektedir. Ancak Germiyanlı sarayında hangi eserleri yazdığı meçhuldür. Her halde Kütahya’nın Osmanlı’ya intikāliyle birlikte Bursa’ya gelmesi, Germiyanlı’nın himâyesinde pek fazla kalmadığına delâlet eder. Nitekim geride kalan eserlerinde bulunan kayıtlardan hareketle, onun daha çok Aydınoğulları ve Osmanlı himâyesinde eserler kaleme aldığını görüyoruz. Yine bu eserlerden öğrendiğimiz kadarıyla, Osmanlı’da daha çok Yıldırım Bayezid’in oğlu Emir Süleyman ile irtibatlıdır. O, bahse konu eserlerden, Cemşîd ü Hurşîd’i Emîr Süleyman’ın isteği üzerine kaleme aldığı gibi tıp konusunda kaleme aldığı Tervîhu’l-ervâh mesnevîsini de onun için kaleme almıştır. Ayrıca Fetret Döneminde, Emir Süleyman’ın Bursa’ya hâkim olduğu bir dönemde, 1407’de İskendernâme’ye ek olarak Mevlid’i nazmetmesi de bu alâkaya delâlet eder. Bilahare Bursa’ya hâkim olan Çelebi Mehmed’in çevresine girmeye çalışmışsa da müsbet bir netîce alamamış olmalı ki ilerleyen yaşına rağmen, muhtemelen memleketine dönmek için şehri terk etmiştir. Seyahat meşakkati bedenini yormuş olmalı ki seksen yaşında menziline varamadan Amasya’da vefât etmiştir.
Ahmedî geride bıraktığı eserleri, bilhassa İskedernâme ile yaşamaya devâm etmektedir. O, bu kurucu eserini, 792’de (1390) telif etmiş. Lâkin yukarıda da işâret ettiğimiz gibi esere daha sonraki dönemlerde ilâveler yapmıştır. Bu ilâveler Mevlid ve Dâstân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osmân kısımlarıdır. Böylece eseri, 813 (1410) yılına kadar tekmîl etmiştir. Eser, her ne kadar İskender’in destânı olsa da esas itibâriyle bir siyâset nâmedir. Bu bakımdan İskendernâme, Yusuf Has Hacib’in Kutatgu Bilig’i, Nizamü’l-Mülk’ün Siyâsetnâme’si, Ahmedî’nin eserini nazmettiği dönemlerde ilk tercümeleri yapılan Keykâvus’un Kâbüsnâme’si ve Beydâbâ’nın Kelile ve Dimne’sinin bir devâmı niteliğindedir. Ancak onlardan ayrı olan tarafı, konuyu sâdece teorik çerçevede ele almamış, bizzat İskender’in hayâtından mülhem tecrübî bir bakış açısıyla eserini nazmetmiştir. Mâmâfîh bu eser de diğer siyâsetname örneklerinde olduğu gibi merkezinde hükümdârın yer aldığı bir yönetim anlayışını tahkîm etmeye mâtuftur. Dolayısıyla “ideal bir devlet” modeli her şeyden evvel hükümdârın gücü, otoritesi ve yetkinliğiyle ilişkilidir. Bu eserde, İskender’in doğuştan gelen gücü (sahipkıran), istişâreye dayalı stratejik tutum ve davranışlarıyla ortaya çıkan otoritesi ve dâimâ öğrenme ve yeni olanı keşfetme arzusuyla yetkinliğini tahkîm eden yönlerine işâret edilmektedir.
Bir hükümdârın târihe damgasını vuracak güce sâhip olması, öncelikle Allah (cc) tarafından bahşedilmiş üstün niteliklerle doğmuş olmasına sonra da aldığı eğitim ve etrâfındaki yetkin istişâre kadrosu gibi avantajlarla donanmasına bağlıdır. Buna göre hükümdârın başarısı için şu üç “şey” gerekir:
- Doğum / Kut
- Eğitim / tekâmül
- Sağlam bir danışman ekibi
Ahmedî, Taberî’den mülhem olsa gerek bir “muvahhid” kahraman olarak tavsîf ettiği İskender’in bu üç vasfı da hâiz olduğunu ayrıntılı bir şekilde analiz etmektedir. Nitekim o, Zülkarneyn olma ihtimâli de dikkate alındığında “seçilmiş” kişiliğe sâhip, âdil ve güçlü bir “bilge kral”dır. Şöyle diyor şâir:
Mülki bilmez mi ki Allâhuñ-durur
Anı ol kime diler ise virür
Mülk Allâh’ındır; dilediğine verir. Hükümdarlık da Allâh’ın mülkünde adâletle hükmetmektir. O bakımdan hükümdarlığı da istediğine verir. Nitekim O, Keyhüsrev’e ve Keykûbâd’a verildiği gibi İskender’e de verilmiştir. Mühim olan bu verili dünyâda nimetin farkına varıp şükretmektir.
Kim ola Keyhüsrev ü yâ Keykubâd
Kim kişiye mülk virüp kıla şâd
Kişi ol kim şükri Allâha kıla
Her ne ni’met var-ısa andan bile
Şükür, Allâh’ın verdiği nimetleri yerli yerince kullanmaktır. İskender’e verilen nimet, akıldır, sağduyulu rehberlik edecek Aristo gibi hocalar ve irâde sâhibi güçlü bir ordudur. O sebeple şükrünü edâ için dünyânın fethine girişmiştir. Esâsen burada her ne kadar İskender anlatılsa da konu Emir Süleyman’a anlatılmaktadır. Şâir kendini Aristo’nun yerine ikāme ederek, Emir Süleyman’a ufuk çizmektedir. Fakat Emir Süleyman bu ufka ne kadar sâhip oldu? Her halde Ahmedî’yi okuyup anlamaya pek vakti olmadı ki vezîri Çandarlı Ali Paşa’nın irtihâlinden sonra geriledi ve kardeşi Musa Çelebi’ye yenilerek kaçarken köylüler tarafından öldürüldü. Oysa İskender, Aristo ve diğer bilge danışmanlarının rehberliğinde bir destan kahrâmanı olarak efsâneleşmiştir.
Ahmedî, İskender’in efsâne olmasında, azimli ve kararlı gayretlerinin yanında bahtının açık olması ve istişâreye değer vermesini de zikreder. Baht, yıldızdır; o her gayret edene yüzünü göstermez. O sebeple bizim şiirimizde, özellikle culûsiyelerde ve sultanlara sunulan kasîdelerde “sahipkıran” mazmunu İskender’e telmih veya teşbihle birlikte zikredilir. Mâlûm olduğu üzere sahipkıran, cihangir hükümdarlar için kullanılan bir sıfattır. İskendernâme’de Aristo bu konuyu izah eder. Buna göre sahipkıran, Müşteri ile Zühre’nin bir burçta toplandığı esnâda doğmuş olan hükümdarları ifâde eder. Bu hükümdarların bahtları dâimâ açıktır; dolayısıyla dâimâ güçlü ve muzaffer olacaklardır. Devir onların devridir; eski devletlerin sonu gelir, dünyâda yeni bir dönem açılır.
İnsanın bahtı açık olur; ancak istişâreye devâm etmez, işi ehline vermez ve tedbîrini alamazsa, açılması gereken kapılar açılmaz, erişilmesi gereken yere erişilemez. O sebeple istişâre edilmeden yapılan işi yerinde ve iyi iş sanmamayı tembîh ediyor.
Meşveretsüz işi key iş sanmagıl
Kendü râyuñla işe el sunmagıl
Pek, kiminle istişâre etmeli? Onu da ayrıntılı bir şekilde izah ederek câhil, kindâr ve hırslı kişilerle istişâre edilmeyeceğini beyân eder. Hükümdar, etrâfında bilge ve tecrübeli insanları topladığı sürece dâimâ muzaffer olacaktır.
Kasım 2025, sayfa no: 36-37-38-39
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak