‘Hazerât-ı hams’ veya ‘Tenezzülât-ı seb’a’ tabirleri sûfîlerin varlıkların yaratılış aşamalarını ifade için kullandıkları kavramlardır. Varlığın birliği/vahdet-i vücûd fikrini benimseyen sûfîlere göre varlıklar birçok mertebeden sonra yaratılmışlardır. Sûfîler bu mertebelere dair görüşlerini ‘hazerât-ı hams/beş ilahi hazret’1 ve ‘tenezzülât-ı seb'a/yedi ruhsal iniş’ gibi isimler altında dile getirmişlerdir.2 Gerçek varlığın sadece Allah Teâlâ’ya ait olduğu, O’nun dışındaki varlıkların gölge varlıklar mesabesinde bulunduğunu benimseyen vahdet-i vücûd anlayışının varlıkların yaratılmasıyla ilgili dile getirdikleri kategorileri ifade eden bu kavramlar, farklı sınıflandırmalar sebebiyle beş veya yedi başlık altında değerlendirilmiştir.3 Bu düşünce sistemine göre, varlık sırrı perdeler arkasında yani metafizik âlemde aklın ötesinde vahiy veya tecrübe yoluyla idrak edilebilecek bir hakikati ifade etmektedir. Sûfîlerin dile getirdiği bu kategoriler, itibarî, keşfe ve akla göre olan ve zamanla münasebeti olmayan aşamaları ifade etmektedir. Varlık hiyerarşisini ifade eden yedili tasnifi şu şekilde takdim edebiliriz: ‘a. La taayyün (ahadiyyet) mertebesi, b. Taayyün-i evvel mertebesi, c. Taayyün-i sani, d. Mertebe-i ervah veya âlem-i melekût, e. Mertebe-i misal, f. Mertebe-i şahadet veya maddi âlem, g. Mertebe-i insan.’4
Sûfîlerin bu mertebelere dair görüşlerini şöyle izah edebiliriz:
- La Taayyün (Ahadiyyet) Mertebesi:
Sûfîlere göre bu mertebede vücûd sıfat ve kayıtlardan münezzeh bir haldedir. Bu nedenle bu mertebeye ‘ahadiyyet mertebesi’ adı verilmiştir. Onlara göre bu mertebe Allah Teâlâ’nın hakikati ve künhüdür. Bu mertebeye; ‘mutlak gayb, vücud-i mahz, gaybların gaybı, zat-ı ilahiyye, kenz-i mahfi, zat-ı mutlak ve hazret-i amaiye’ adları da verilmiştir. Bu mertebenin en dikkat çekici özelliği olarak ‘Allah Teâlâ’ya ait, O’nun bu mertebede âlemlerden münezzeh, mukaddes ve müteâl olması’ zikredilmiştir.5
- Taayyün-i Evvel Mertebesi:
Bu aşama, Allah Teâlâ’nın varlık sahasına iniş yönündeki ilk hareketi ifade etmektedir. Sûfîler, bu mertebede Allah Teâlâ’nın zatını, sıfatlarını, isimlerini ve bütün mevcudatı birbirinden ayırmaksızın icmali olarak bildiğini söylemişlerdir. Onlara göre, bu mertebede oluşun bir başlangıcından söz etmek mümkün değildir. B mertebeye ‘vahdet, hakikat-i Muhammediyye ve mutlak ilim’ gibi isimler verilmiştir. Bu mertebede Allah mefhumu bütün hakikatleri kendisinde toplayan bir isim (ism-i câmi’) olarak kabul edildiği için bu aşamaya ‘ulûhiyyet mertebesi’ de denilmiştir.6
- Taayyün-i Sânî Mertebesi:
Bu mertebe, Allah Teâlâ’nın zat ve sıfatlarına yine bütün mevcudata dair isim ve sıfatlarının gerektirdiği bütün küll ve cüz manaların suretlerini birbirinden ayırdığı/tafsil ettiği ilmi ifade etmektedir. Sûfîlere göre bu mertebe, ilk taayyün mertebesinin zâhirî, ilk taayyün mertebesi ise bu mertebenin bâtınıdır.
Sûfîler, bu mertebede taayyün eden her ilmi suretin hariçte zâhir olan eşyadan her birinin hakikati olduğunu söylemişlerdir. Onların ifadelerine göre, bu mertebede bütün ilahî isim ve sıfatlar birbirinden ayrılmış olduğu için bu aşamaya ‘Rubûbiyet Mertebesi’ denilmiştir. Onlar, bu mertebenin a’yân-ı sabite yani mümkinatın ilahî ilimde sabit olan hakikatlerinin yer aldığı mertebe olduğu söylemişlerdir ki onlara göre bu mertebedeki hakikatler varlık kokusunu henüz koklamamışlardır.7
- Ervâh Âlemi Mertebesi:
Sûfîlere göre vücûd, birinci ve ikinci taayyün mertebelerinin ardından ruhlar mertebesine tenezzül etmektedir. Sûfîlerin ifadelerine göre, bu mertebede vücûd zaman ve mekândan uzak basit cevher halinde zâhir olan ilmi suretler şeklinde yer almaktadır. Bu âlemi duyu organlarıyla idrak mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’de ifade edilen ‘elest bezmi’8 bu mertebeyi ifade etmektedir.9
- Misâl Âlemi Mertebesi:
Sûfîler, ruh âleminde meydana gelen her ferdin cisimler âleminde kazanacağı şekle benzeyen bir suretle bu ilimde/mertebede yer almasından dolayı bu mertebeye ‘misâl âlemi’ dendiğini ifade etmişlerdir. Burası, ruhlar ve cisimler arasında bir berzah/geçiş mesabesindedir. Bu mertebe, ruhlara nispetle kesif, cisme nispetle latiftir. Sûfîlerin ifadelerine göre, cinler de bu âlemdendir.
Vahdet düşüncesini benimseyen sûfîlere göre, varlığın esası, ruhu ve hayatı olan hayal gücü ile misâl âlemi arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. Bu mertebeye ‘âlem-i berzah, arz-ı hakikat ve melekût âlemi’ gibi isimler de verilmiştir.10
- Şahadet Âlemi Mertebesi:
Sûfîlere göre bu âlem müşahedeye müsait ve beş duyuyla hissedilmesi sebebiyle ‘şahadet âlemi’ mertebesi olarak isimlendirilmiştir. Onlara göre bu âlem, bölünme, ayrılma ve yaralanmaya müsaittir. Sûfîlere göre, mülk âlemi beş duyuyla idrak edilebilmektedir ki bu yönüyle şahadet âlemi, mülk âlemine ait bir mertebe olarak kabul edilmiştir. Sûfîler bu âleme ‘suver-i âlem, âlem-i kevn ü fesâd ve âlem-i ecsâm’ gibi adlar da vermişlerdir.11
- Mertebe-i Câmia (Mertebe-i İnsan):
Sûfîlere göre bu mertebe diğer bütün mertebeleri kendisinde toplayan bir yapıya sahiptir. Bu mertebe dolayısıyla sûfîler, insanın bütün mertebeleri kendisinde topladığını ifade etmişlerdir. Onlara göre, ism-i azam Allah Teâlâ’nın bütün isim ve sıfatlarını topladığı gibi insan da Allah Teâlâ’nın bütün isim ve sıfatlarını bünyesinde barındıran bir varlık olarak varlık hiyerarşisindeki en üst yerini almıştır. Bir başka ifadeyle sûfîlere göre insanda Allah Teâlâ’nın bütün ilahî isimleri zuhur etmiştir ki bu nedenle insan yeryüzünde Allah Teâlâ’nın halifesi olabilmiştir.12
Sûfîlerin bu yedili tasniflerinin dışında bir de beşli tasnifleri vardır ki bu sınıflandırmalarını ve her aşamanın özelliklerini şu şekilde izah edebiliriz:
Sûfîler, beşli tasnifin ilki olan ‘Gayb-ı Mutlak’ hazretinde Allah Teâlâ’nın kemal ve mutlak gayb halinde olduğunu varlığın burada henüz isim ve sıfat dairesine inmediğinden bu hazrette herhangi bir taayyünün olmadığını ifade etmişlerdir. Sûfîlere göre, insan bilgisi buraya hiçbir şekilde ulaşamamakta ve bu hazrette Allah Teâlâ zatını ancak yine kendisi bilmektedir. Bu bilinemezlik halinden dolayı bu hazrete ‘hazret-i zât, la taayyün, ama-yı mutlak, vücûd-ı mahz ve gaybü’l-gayb’ gibi adlar verilmiştir. Gayb-ı Mutlak’tan sonra ikinci hazretin ‘Gayb-ı İzafî’ olduğunu belirten sûfîler, bu hazretin gayb-ı mutlaka yakın olan kısmıına ‘hazret-i ukûl, hazret-i ervah, âmel-i ceberut, taayyün-i evvel, akl-ı evvel, hakikat-i Muhammediye ve âlem-i ahadiyyet’ gibi isimler vermişlerdir.13 Gayb-i izafînin şehadet âlemine yakın kısmına ‘Hazret-i Misâl’ adı verilmiştir ki bu hazret beşli tasnifin üçüncü aşamasını oluşturmaktadır. Sûfîler, bu aşamaya ‘âlem-i vahidiyye, taayyün-i sânî, âlem-i emr ve âlem-i melekût’ gibi adların verildiğini belirtmişlerdir. Dördüncü mertebeyi ‘Şehâdet –i Mutlak’ olarak takdim eden sûfîler, bu mertebeye de ‘âlem-i mülk, âlem-i his ve âlem-i nasut’ gibi adların verildiğini ifade etmişlerdir. Sûfîler, beşinci mertebenin diğer dört mertebeyi kendisinde toplayan ‘Hazret-i Câmia’ mertebesi olduğunu belirten sûfîler, bu mertebeye ‘Âlem-i İnsan’ denildiğini de söylemişlerdir.14
Sûfîler, beşli veya yedili tasnifle varlık aşamalarından bahsettikleri tezlerinde bu mertebelerin akılla idrak edilemeyeceği bu mertebeleri idrak için keşfe ihtiyaç duyulduğu konusunda fikir birliği içerisindedirler. Birtakım yabancı düşünce sistemlerinden sûfîlerin etkilenerek bu mertebeleri /tasnifleri dile getirdikleri iddiaları bir yana, sûfîlerce dile getirilen bu mertebelerin, vahdet-i vücûd düşüncesini benimseyen tasavvuf ehlinin ‘Esmâü’l-Hüsnâ’ bağlamında fikirlerini dile getirirken kullandıkları vazgeçilmez argümanlar olduklarını ifade edebiliriz.15
Netice olarak ifade etmemiz gerekirse sûfîlerin ‘tenezzülât-ı seb’a’ veya ‘hazerât-ı hams’ dedikleri ve bazı mertebelerine hiçbir şekilde nüfuz edilemeyen bazı mertebelerine ise aklın ötesinde keşfe dayalı bir şekilde nüfuz edilmesi mümkün olan bu tasniflerle sûfîlerin, bireyin/sâlikin anlam arayışındaki süreçte ‘varlığa dair’ yönlendirici bir gayret içerisinde olduklarını ifade edebiliriz. Onlar bu konudaki görüşleriyle, bireyin varlık sahnesine inmeden, varlık sahnesine inerken ve bu sahnedeki konumuyla ilgili olarak, gerçek varlık olan Allah Teâlâ’ya nispetle insan ve diğer bütün yaratılmışların ‘hiçlik’ mesabesindeki konumlarına dikkat çekmek için gayret göstermişlerdir. Bunula birlikte sûfîler, varlık adını alan her şeyin Allah Teâlâ’nın tecellisi, yaratıcının ona bir değer atfetmesi ve bütün varlığın O’nun (c.c) varlığına bir işaret olarak kabul edilmesi gibi düşünceleri dolayısıyla ‘var edilen her şeyin değerli olduğu’ yönündeki fikirleriyle evrensel/kapsayıcı temeller üzerinden sistemlerini dizayn ettiklerini gözler önüne sermişlerdir. Bu düşünce sistemi içerisinde insanın varlık hiyerarşisinin en üst noktasında görüp, insanda Allah Teâlâ’nın bütün isim ve sıfatlarının tecelli ettiği yönünde fikirler beyan etmeleri, sûfîlerin, insana verdikleri değeri göstermesi bakımından önemli verilerdir. Onların bu konudaki görüşlerini, Allah Teâlâ’nın insanı yeryüzünde halife seçmesi, dağ ve taşların yüklenmekten sakındıkları mesuliyeti insanın yüklenmesi ve yaratıcının tecellilerine mazhar olabilme özelliği gibi hususlar dolayısıyla Kur’ân ve Sünnet’ten referanslarla dile getirdiklerini ifade edebiliriz.16
Sûfîler, varlık hiyerarşisini hiçbir zaman bir bölünme veya gerçek varlığın diğer varlıklara hulûl etmesi şeklinde anlamamışlardır. Sûfîlerin bu noktada tevhid inancı zedeleyecek her türlü görüş, düşünce ve iddiadan uzak/beri olduklarını belirtmekte fayda görüyoruz. Onlar, insan başta olmak üzere varlık sahnesinde yer alan her şeyin Allah Teâlâ’nın bir tecellisi olduğu ve bu yönüyle kıymete haiz olduğu fikrini savunmuşlardır.17 Yine onlar, keşfi olarak ulaştıkları bu bilgiyi/deneyimi ‘Yaratılanı Yaratan’dan Ötürü Severiz’ formülüyle yollarının bir parolası haline getirmişlerdir. Sûfîler bu tavırlarıyla, tevhidi sözden öte yaşanılan bir tecrübe olarak görüp o tecrübenin kişiyi/sâliki sürüklediği güvenilir limanlara demir atmayı benimsediklerini bu yönüyle zahir sınırların ötesinde bâtın deryalarını aşk gemisiyle aşmaya talip olduklarını ifade imkânı bulmuşlardır.18
Dipnotlar:
1 Mehmet Demirci, ‘Hazret’, İA, c. XVIl, s.147.
2 Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s.260-261.
3 Necmeddin-i Dâye, Mirşadü’l-ibad (nşr. M. Emin Riyahi), Tahran 1365, s.46-47.
4 Süleyman Ateş, ‘Hazarât-ı Hams’, İA, c.XVII, s.116.
5 Aziz Nesefî, İnsân-ı Kâmil: Tasavvufta İnsan Meselesi, Tercüme: M. Kanar, İstanbul 1990, s.36-37.
6 Molla İlahî, Risâle-i Molla İlahî, Mustafa Kara’nın özel kütüphanesindeki nüsha, s.6-7.
7 Hilmi Ziya Ülken, İslam Düşüncesi, İstanbul 1946, s.156-157.
8 Araf 7/172.
9 İmam-ı Rabbanî Ahmed Sirhindî, Ma‘ârif-i Ledünniyye, Karaçi 1968, s.74.
10 F. Schuon, İslam’ın Metafizik Boyutları, İz Yay., İstanbul 1996, s.146.
11 Sühreverdî, Avârifü”l-Meârif, s.85.
12 Abdülkerim el-Cîlî, el-lnsanü'I-Kamil, Mısır 1963, c.I, s.25.
13 İrfan Gündüz, ‘Ceberut’, İA, c.VII, s.193.
14 İsa Çelik, ‘Tasavvufi Gelenekte Hazarat-ı Hams veya Tenezzülat-ı Seb'a Anlayışı’, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Sayı: X, Ankara 2003, s.172-174; Ateş, ‘Hazarât-ı Hams’, s.116-117.
15 Hür Mahmut Yücer, Meratibü'l Vücûd Hakkında Üç Risale, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 1996, s.59-63.
16 Osman Türer, ‘Tasavvufî Düşüncede İnsan’, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Sayı: V, Ankara 2001, s.10-12.
17 Kadir Özköse, ‘İnsan-ı Kâmil Nazariyesi Çerçevesinde İnsan-Âlem İlişkisi’, Araşan Sosyal Bilimler Dergisi, Bişkek 2010, Sayı: X, s.27.
18 Nejdet Durak, ‘İslam Düşüncesinde Etik Bir İdeal Olarak İnsan-ı Kâmil Anlayışı’, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt:VII, Sayı:II, s.119.
Nisan 2018, sayfa no: 60-61-62-63-64
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak