Abdullah b. Ömer’in (ra) anlattığına göre, Hz. Ömer Efendimiz Hz. Peygamber’in (sav) yanında otururken bembeyaz elbiseli, simsiyah saçlı, üzerinde yolculuktan eser olmayan ve kimsenin de tanımadığı bir adamın geldiğini ve Hz. Peygamber’in (sav) yanına oturarak dizlerini onun dizlerine yaslayıp ellerini de Hz. Peygamber’in (sav) uylukları üzerine koyup ‘bana îmân hakkında bilgi ver’ dediğini; Hz. Peygamber’in (sav) de ‘Allâh’a, meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inanmandır. Kezâ, hayır ve şerriyle kadere inanmandır’ buyurduğunu aktarmıştır.1 İlgili hâdisede soru soran zâtın Cebrâil (Aleyhisselâm) olduğunu bildiren Peygamber Efendimiz (sav), onun insanlara dinlerini öğretmek için geldiğini söylemiştir. Görülmektedir ki îmân edilecek hususlar aynı zamanda dîni öğrenmek için zarûrî olan hususlardır. Îmân edilmesi gereken hususların sonuncusu ise kadere yâni hayır ve şerrin Allah’tan (cc) olduğuna îmân etmektir.
Kader kelimesi, terim olarak ‘Allâh’ın (cc) nesneleri ve olayları, özellikle sorumluluk doğuran beşerî fiilleri ezelde planlayıp zamânı gelince yaratması’ anlamında kullanılmaktadır.2 Yüce dînimiz İslâm, getirmiş olduğu ilkelerle mü’minin zihin dünyâsını şekillendirmiş ve ona itikâdî hayâtını yönlendirecek hükümler va’z etmiştir. Bu hükümlerin üzerinde en çok tartışılanı/yorum yapılanı ‘Kadere Îman’ meselesidir. Kadere îmanla alâkalı olarak; insan irâdesi, sorumluluk, hesap ve cezâ gibi birçok konu masaya yatırılmış, nedenli ve nasıllı sorular yöneltilmiş ve çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlerden bir kısmı aklın idrak boyutlarını aşan temelsiz çıkışlar olup zamanla kendi içinde hezeyâna uğramıştır. Bunlardan kimi konuyu/kader olgusunu Allâh’ın (cc) cebrine/zorlamasına hamledip insanın yaptıklarından sorumlu olmaması gerektiğini iddia ederek sığ bir bakış açısı ortaya koymuş; kimisi kader meselesinde insanı kendi fiillerinin yaratıcısı konumuna yerleştirerek ilâhî ilim ve irâdeyi devre dışı bırakmış; kimi de konuyu, ‘insanın hayat serüveninde ne yapacağı belli olduğuna göre cennet ve cehennemi hak etmek için neden dünyâda imtihan var?’ gibi dar bir çerçeveye hapsetmiştir.
Ehlisünnet âlimleri ise kader meselesini iki yönlü düşünmüş ve itidâlli bir görüş ortaya koymuşlardır. Aklın ve idrâkin sınırları çerçevesinde anlaşılır bir tarzda konuya bakmayı sağlayan ehlisünnet âlimleri, kader meselesini insan irâdesi ile ilişkilendirirken, yeryüzünde hiçbir olayın/hareketin Allah’tan (cc) (O’nun (cc) ilim, irâde ve kudretinden) bağımsız meydana gelemeyeceği hakîkatinden hareketle Yüce Allâh’ın (cc) yaratma sıfatını da konunun merkezine yerleştirmişlerdir. Onlara göre, insanın yaptıklarından sorumlu oluşu kendisine verilen cüz’î irâde sâyesinde fiillerinde ihtiyar sâhibi olmalarının bir sonucudur. Çünkü bir işin sonunda ödül veya cezâyla/yaptırımla karşılaşmak, ancak o işi bilerek ve isteyerek yapmaya yâni bir irâde ortaya koymaya bağlıdır. O irâde de Yüce Allâh’ın (cc) kullarına bahşettiği cüz’î irâdedir.
İrâde, insana çeşitli alternatifler arasında seçme imkânı veren bir yetidir.3 İrâde sâyesinde insanlar davranışlarına yön verirken; hesap, cezâ ve mükâfât gibi netîceler de tam anlamıyla karşılığını bulmaktadır. Bu anlamda ehlisünnet âlimleri insan fiillerindeki ihtiyar sâhibi irâdenin insana âit olduğunu, bununla berâber fiillerin yaratıcısının ise herşeyi yaratan Allah (cc) olduğunu ifâde etmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’de insanın sorumluluk sâhibi ve irâdeye sâhip bir varlık olduğunu ifâde eden birçok âyet bulunmaktadır: ‘O (Allah) yaptığından sorumlu değildir. Onlar ise, sorumlu tutulacaklardır.’4 ‘Andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere de soracağız, Peygamberlere de soracağız.’,5 ‘Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir. Kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir.’6 Bu âyet-i kerîmeler ve asr-ı saadetteki itikâdî konjonktür göz önüne alındığında ehlisünnet âlimlerinin isâbetli bir görüş üzerinde oldukları görülmektedir. Nitekim Hz. Ali (ra) Efendimiz kendisine yöneltilen bir soru üzerine herşeyin kazâ ve kadere göre gerçekleştiğini ve hiçbir olayın bunun dışında kalmadığını belirtmiş, hiçbir şekilde kaderin insanları icbar/zorlama altında bırakmadığını ve fiillerini özgürlük içinde gerçekleştirdiklerini söylemiştir. Aksi bir durumda mükâfât veya cezâ uygulamasının adâlet ilkesiyle bağdaşmayacağını, son olarak kaderin ilâhî bir sır olma özelliğini koruduğunu bildirmiştir.7
Hz. Ömer (ra) Efendimiz de vebâ salgını yüzünden Şam’a girmeyip geri dönmesini kaderden kaçış olarak değerlendirenlerin bu söylemlerine karşı, hiçbir fiilin kaderin kapsamı dışında kalmadığını ve dolayısıyla bulaşıcı hastalık bulunan bir beldeye girmemenin de bir kader olduğunu söyleyerek günahları kaderin sevkiyle işlediğini iddia eden bir kişiyi de cezâlandırmıştır.8 Peygamber Efendimiz (sav) de hastalığa yakalananların tedâvi görmesinin gerektiğini ve bunun da bir kader olduğunu açıklamıştır.9
KADERE ÎMÂN’A BAKIŞ PERSPEKTİFİ
Kader meselesi sâdece insan fiilleriyle sınırlandırılmaması gereken geniş bir konudur. Kader, insan ve yaşanan bu dünyâ ile ilgili herşeyi çevreleyen bir inanç sathını kapsamaktadır. Kadere bu perspektiften bakılması ise insana mütevekkil bir bakış açısı kazandıracak ve onu ümitsizlik deryâsından kurtaracaktır. Esâsen herşeyin bir plana/ölçüye/kadere göre hareket ettiği hakîkati insana güven verecek bir olgu olmalıdır. Çünkü insan, dünyâda cereyân eden her şeyin Yüce Allâh’ın (cc) ezelî ilim ve kudreti çerçevesinde seyrettiğini kavradığında kader düğümünü çözmüş olacaktır.
Kâinatta detaylı bir inceleme yapıldığında yaratılmışların hepsinin Yüce Allah (cc) tarafından kendisine biçilen rolü icrâ ettikleri görülecektir. Gece ile gündüzün birbiri ardınca seyretmesi, ay ve güneşin hareketleri, mevsimlerin döngüsü, bitkilerin ve hayvanların biyolojik durumları eko-denge dediğimiz planlanmış sistemin mükemmel işleyişinin birer parçası konumundadırlar. Her bir parça üzerine düşen görevi sorunsuz îfâ edecek bir fıtratla yaratılmıştır. Bütün bu işleyiş Yüce Yaratan’ın (cc) eşsiz kudretini gözler önüne sererken boşuna yaratılmış da değildir. Bu mükemmel sistem ve işleyişin yaratılışındaki hikmet, Allâh’ın (cc) yeryüzünde halîfesi olarak yarattığı insanın idrâkine sunulmuş îman delilleri olmalarıdır. Çünkü Yüce Allah (cc) kâinattaki bütün hâdis/yaratılmış varlıklar içerisinde insanı müstesnâ tutmuş ve ona sorumluluk yüklemiştir. İnsan, sorumlu olduğu için diğer varlıklardan ayrılmakta ve cennet gibi bulunmayacak bir nimetin vârisi olmaya lâyık görülmektedir.
Sorumlu olduğu için; hayvanlar, bitkiler, dağlar ve denizler değil de o imtihâna tâbi tutulmuştur. Sorumlu olduğu için düşünme ve seçme kâbiliyetine sâhip olarak yaratılmıştır. Sorumlu olduğu için davranışlarında özgürdür ve netîceyi kendisi belirlemektedir. Çünkü Allah Teâlâ, ona hangi fiili işlediğinde netîcenin ne olacağını kitapları ve peygamberleri aracılığıyla bildirmiştir. Esâsen insan fiillerini kendi irâdesiyle işlememiş olsaydı, kendisini uyarmak üzere kitaplar ve peygamberler gönderilmezdi. Bu bakımdan Allah (cc), insanlara son derece merhametli davranmış ve onlara seçme hürriyeti bahşetmiştir. Bu hakîkate inanan ve itâat eden kullar inançları doğrultusunda gerçekleştirecekleri fiilleriyle âhirette kazanırken, kader olgusunu bir zorlayıcı güce bağlayanlar, her şeyi kadere mâl edenler üzerlerindeki sorumluluğu atamayacaklardır. Bunun yanında, Yüce Allâh’ın (cc) yaratılmışların evvel ve âhirlerini bilmesi hiçbir şekilde bir zorlama/cebir algısına temel teşkîl edemez. Bilakis O’nun (cc) yaratılmışların her hâlini bilmesi; inanan ve sâlih ameller işleyenleri cennete, inanmayan ve nefsinin isteklerine göre hareket edenleri ise cehenneme sevk etmek içindir. Nitekim Yüce Allah (cc), inananlar için ulaşılmasını istediği asıl mekânı cennet olarak beyân etmiştir. Yâni inanan kullar cenneti hak edecek amelleri işleyeceklerdir. Her şeyin yegâne sâhibi ve yaratıcısı olan Yüce Allâh’ın (cc) bu durumdan habersiz olması ise O’nun (cc) sıfatlarıyla çelişen bir durumdur. Dolayısıyla insan, fiilleriyle cenneti hak eder. Diğer bir ifâdeyle Allah (cc) onu, irâdesiyle seçmiş olduğu fiilleri işlemeye sevk eder. Bu aynı şekilde inanmayan insanlar için de geçerli olan bir durumdur. Yüce Allâh’ın (cc) îmân etmeyen insanlar için varmalarını murâd ettiği yer cehennemdir. Îmân etmeyen insanlar kendi irâdeleriyle kendilerini cehenneme götürecek amelleri işlerler, Allah (cc) da onları cehenneme sevk eder. Yoksa Allah (cc) kullarına zulmetmiş olurdu ki bu O’nun (cc) ‘el-Adl (çok adâletli)’ ism-i şerîfine muhalif bir durum ortaya çıkarırdı. Oysa Yüce Allah (cc) Kerim Kitâbı’nda şöyle buyurmaktadır: ‘Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şekilde zulmetmez; fakat insanlar kendilerine zulmederler.’10
NETÎCE OLARAK KADERE ÎMAN…
Yaratılış gâyesi Allâh’a (cc) kulluk/ibâdet ve itâat olan insanoğlunun kader meselesinde kendisine fayda vermeyecek tartışma ve arayışlardan uzak durması gerektiğini söyleyebiliriz. Herşeyin bir takdire göre düzenlendiği ilâhî düzende, insanın da doğruyu eğriden ayırt edebilecek bir akla, hidâyet ve dalâleti tercih edebilecek bir yeteneğe sâhip oluşu bir takdir/kader iledir. Dolayısıyla insanın yapması gereken şey kader meselesinde suç isnâd edeceği bir makam aramak değil, tercihlerini doğru yönde kullanarak suça dûçar olmamaktır. İşte o zaman ‘takdir edip yol gösteren’11 Yüce Allâh’ın (cc) emrine âmâde ve sorumluluklarının bilincinde bir kul olma mazhariyetine kavuşulmuş olacaktır.
‘Kadere îmân eden kederden emîn olur.’
Habib Öztürk (Temmuz 2016)
Dipnotlar:
[1] Müslim, İman, 1.
2 Yusuf Şevki Yavuz, Kader, İA, c.XXIV, İstanbul 2001, s.58.
3 Ubeydullah b. Mesud, et-Tevhîd, c.I, s.187.
4 Enbiya 21/23.
5 Araf 7/6.
6 Fussilet 41/46.
7 Kâdî Abdülcebbâr, Fazlü’l-i’tizâl, s.146-147.
8 Ebu Zehre, s. 140-142.
9 Tirmizi, Tıb 21.
10 Yunus 10/44.
11 A’la 87/3.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak