Ara

“İnsanlık Tarihinde İlk Defa Bu Kadar Yaygın İnanış Boşluğu Var”

“İnsanlık Tarihinde İlk Defa Bu Kadar Yaygın İnanış Boşluğu Var”

“İnanıyorum Öyleyse Varım”

Bir sabah uyandınız ve her şeyin farklı olduğunu hissettiniz. Güne başlamak için hiçbir motivasyonunuz yok. Eskiden heyecanla yaptığınız işler artık sizi yormaktan başka bir şey yapmıyor. İnandığınız değerler, tuttuğunuz yol, âit hissettiğiniz dünyâ… Hepsi yavaş yavaş elinizden kayıp gidiyor gibi. İçinizde târif edemediğiniz bir boşluk, anlam arayışınızı derinleştiren sorular var.

İnsan, hayâta neden başladığını, inançlarını neden benimsediğini ve neden zamanla onlardan uzaklaştığını sorgulayan bir varlık. Kimi zaman bu sorgulama, ruhsal bir dönüşüm getirirken kimi zaman içsel çatışmaları da berâberinde getiriyor. Peki, bir insan neden inancını terk eder? Dînî bağlarını koparanları bu noktaya getiren psikolojik temeller neler olabilir? İnançtan uzaklaşmak, bir özgürleşme mi yoksa başka bir tür âidiyet arayışı mı? 

Yenidünyâ Dergisi olarak bu soruların peşine düştük ve Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü-Psikiyatrist Nevzât Tarhan ile inanç değişiminin psikolojik boyutlarını konuştuk. İnançtan uzaklaşmanın ardında yatan ruhsal dinamiklerden, modern dünyânın inanç krizine etkisine kadar pek çok meseleyi ele aldığımız bu röportajda, insan rûhunun derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz. Prof. Dr. Tarhan, bireyin kimlik inşâsında inancın rolünü ve onu kaybetmenin getirdiği ruhsal değişimleri anlatırken, aslında hepimizin zihninde yankılanan o büyük soruya da cevap arıyor: İnsan, neden inandığından vazgeçer?

Röportaj: Sümeyye Palta

İNANCINI KAYBEDEN KİŞİ SARSILIR, LİMANSIZ KALIR

İnsanlar inançlarını kaybettiklerinde psikolojik olarak nasıl etkilenirler? Bu süreç kişisel ya da kültürel faktörlere göre değişir mi?

İnanç, insanın psikolojik bütünlüğünün dört temel parçasından biridir: Duygu, düşünce, değerler ve inanış. Duygular, düşüncelerle birleştiğinde inanışlar ortaya çıkar. Değerler ise bu üçlü yapının hangi yönde gelişeceğini belirler. Bu sistemde inanç, bir tür "enter tuşu" gibidir; kişi o düşünceyi artık kalıp yargı olarak benimsemiş, rehber kabûl etmiştir.

Bir kişi inancını kaybettiğinde, bu durum psikolojik anlamda bir sarsıntı oluşturur. Tutunduğu bir dalı, sığındığı bir limanı kaybetmiş gibi hisseder. Ancak, kaybedilen inancın yerine daha sağlam, daha doğru bir inanç yerleşirse bu olumlu bir dönüşümdür. Yâni, yanlış bir inancı bırakıp yerine sağlam bir inanç koymak gelişim göstergesidir.

Fakat bazı insanlar inancını rasyonel nedenlerle değil, tepkiyle kaybeder. Örneğin, âilesine ya da otorite figürlerine tepki olarak inançlarını reddederler. Bu tür durumlarda kişi bir hatâyı başka bir hatâyla değiştirmiş olur. Bu sağlıklı bir süreç değildir.

İnsan doğası gereği inançlarını zamanla sorgular, revize eder. Önemli olan, bu sürecin akılcı ve bilinçli şekilde ilerlemesidir. Sağlam bir inanca sâhip kişi, zorluklar karşısında daha dirençlidir. Problem çözme yeteneği gelişmiş, duygusal dayanıklılığı daha yüksek olur.

Eskiden “Düşünüyorum, öyleyse varım” denirdi. Günümüzde ise bu yerini “İnanıyorum, öyleyse varım” anlayışına bırakıyor. Çünkü inançlar, insanın karakterini şekillendirir.

İNANMA İSTEĞİ İNSANIN DOĞASINDA VARDIR

İnançsızlık bireyde bir boşluk hissi yaratır mı? Ve insanlar inançsızlıkla başa çıkmak için hangi psikolojik mekanizmaları kullanır?

Aslında hiçbir insan tamâmen inançsız değildir. Ateizm bile bir inançtır; kişi kendi doğrularına inanır. Tüm "izm"ler, ideolojiler, doktrinler birer inanç sistemidir. Hattâ sorgulanmayan her şey bir inanıştır.

Bir düşünceyi "sorgulama laboratuvarına" sokarsanız ve hâlâ geçerliliğini koruyorsa, o zaman o düşünce sağlam, rasyonel bir inanca dönüşür. Ama sorgulanmayan bir düşünce, sâdece alışkanlık ya da kör inanç olur. Bu nedenle, kişi neye inanmadığını değil, neye ve neden inandığını fark ettiğinde o boşluk hissi yerini sağlam bir psikolojik duruşa bırakır.

İNANÇSIZLIK, İNSANIN PSİKOLOJİK DOĞASINA AYKIRIDIR

İnançsızlık boşluk hissi yaratır mı?

Elbette yaratır. Bizim 60’tan fazla sorudan oluşan bir “kişisel inanış ölçeğimiz” var. Bu ölçekle kişilerin inanç yapılarını belirleyip karakter özelliklerini analiz edebiliyoruz. Eğer bir kişi hiçbir inanca sâhip değilse, bu kez “anlamsızlık inancı” devreye giriyor. Yâni o kişi, her şeyin anlamsız olduğuna dâir bir inanca sâhip oluyor.

Bu da genellikle absürdizm veya nihilizm şeklinde karşımıza çıkar. Absürdizm, hayâtın saçma ve tutarsız olduğunu savunur. Nihilizm ise, yaşamın tamâmen boş ve anlamsız olduğu düşüncesine dayanır. Yâni bu da bir inanç sistemidir; her şeyi reddeden bir inanış biçimi.

İnsan beyni inanmaya programlıdır. Ne olursa olsun kişi bir şeye inanma ihtiyâcı duyar. Sağlam ve sağlıklı bir inanç geliştiremezse, bu kez sağlıksız bir inanca yönelme riski artar. Bu nedenle inançsızlık, insanın psikolojik doğasına aykırıdır.

HUZÛRUN ANAHTARI İNANÇ, HAYAT VE YARATANLA BÜTÜNLEŞMEKTİR

İnsanların inançlarını kaybetmesi kimliklerini nasıl etkiler? Bu durum psikolojik olarak bir kimlik bunalımına yol açabilir mi?

Kesinlikle. Her insanın çocukluğundan itibâren benimsediği bir inanç sistemi vardır. Bu sistem, özellikle ergenlik döneminde sorgulanır. Kişi bu süreçte "Ben kimim? Nereye âitim? Hayâtın anlamı ne?" gibi temel kimlik sorularını sormaya başlar. Bu da doğal olarak bir kimlik sorgulamasına ve arayışa yol açar.

Âidiyet duygusunu besleyen şey inançlardır. Kişi bu sorgulama döneminde doğru olan inançları benimseyip, yanlış ya da kendisine uymayanları eler. Zamanla kendi kişisel değerlerini, kültürel kodlarını ve yeni inanışlarını bir araya getirerek tutarlı bir yapı kurar.

Ancak bu yapı sâdece mantıksal değil, duygusal olarak da içsel bir dengeye oturmalı. Eğer kişi inancını bu duygusal çerçeveyle bütünleştirebilirse, inanç ona huzur verir. Belirsizlikle başa çıkma becerisi artar. Hayâta anlam katma gücü kazanır. Zorluklar karşısında güçsüz kaldığında bir tesellî bulur.

Bu nedenle sağlam bir inanç sâdece psikolojik değil, aynı zamanda zihinsel bir ihtiyaçtır. Kişi inancıyla evrenle, hayatla ve Yaratanla bir bütünlük hissettiğinde iç huzur ortaya çıkar. Ve bu huzur, belirsizliği tolere edebilmenin anahtarıdır.

İNSANI BUNALIMA SÜRÜKLEYEN 4 TEMEL VAROLUŞSAL KAYGIDAN BAHSETMEK MÜMKÜN

İnançsızlık bireyin ruh sağlığı üzerinde nasıl bir etki yapar? Aslında daha önce değindiniz ama depresyon veya kaygı gibi psikolojik sorunlarla doğrudan bir ilişkisi olabilir mi?

Evet, inançsızlık ruh sağlığı üzerinde ciddî etkiler yaratabilir. Biz bu konuda pozitif ve negatif inanç sistemlerini ölçeklerle değerlendiriyoruz. Kişiliği şekillendiren inanç kalıpları vardır; ön yargılar, kalıp yargılar... Bunlar ölçülerek kişinin ruhsal yapısı anlaşılabilir. Örneğin Personal Belief Questionnaire (PBQ) diye bir ölçek var. Bu ölçek sâyesinde kişinin dışa dönük mü, içe kapanık mı, kuşkucu mu, kaçınmacı mı, ya da dezorganize düşünce yapısına mı sâhip olduğu belirlenebiliyor.

Bu tarz kişilik özelliklerini ve yanlış inanç kalıplarını tesbit etmek, psikolojik sorunların tedâvisinde oldukça önemlidir. Çünkü inanç sistemiyle ruh sağlığı doğrudan bağlantılıdır.

Bu konuda Amerikalı psikiyatrist Irvin Yalom’un yaklaşımı da çok değerlidir. O, insanı bunalıma sürükleyen dört temel varoluşsal kaygıdan söz eder:

  1. Özgürlükle ilgili kaygı: Kişi özgür hissetmediğinde, belirsizlik ve anksiyete yaşar.
  2. Anlam arayışı: İnsan hayâtının bir anlamı olduğuna inanmazsa, bir boşluk hissi yaşar. Bu da depresyonu tetikler.
  3. Yalnızlık: Sosyal ihtiyaçları karşılanmayan kişi yalnızlık hissine kapılır ve bu da varoluşsal kaygıyı artırır.
  4. Ölüm: Kişi ölüm gerçeğini zihninde anlamlı bir yere oturtamazsa, kaygı ve korku içinde yaşar.

İşte bu dört temel kaygıyla baş edebilmek için kişinin sağlam bir inanç sistemine ihtiyâcı vardır. Aksi takdirde varoluşsal krizler yaşanır. Bu durum zamanla depresyon, anksiyete gibi psikolojik rahatsızlıklara zemin hazırlar. Bu nedenle bu alanda anlam terapileri yâni logoterapi gibi yaklaşımlar kullanılır. Kişinin yaşamına anlam katmasına yardımcı olmak, inanç bunalımını aşmasında önemli bir destektir.

BİREY, YETİŞTİĞİ ORTAMIN DEĞERLERİYLE ETKİLEŞİM İÇİNDE OLMAZSA İNANÇ KRİZLERİ ORTAYA ÇIKAR

Âile ve toplum baskısı, inançsızlık konusunda bireyler üzerinde nasıl bir psikolojik etki yaratabilir?

Kişinin çocukluğundan itibâren öğrendiği bir inanç sistemi ve kalıpları vardır. Eğer birey, âilesinin savunduğu inançlarla tutarlı bir ortamda büyürse, yâni âile hem söylediği hem de yaşadığı değerlerde tutarlıysa, çocuk kendisiyle barışık olur ve bu inanç sistemini benimser.

Ancak bazen âile başka bir inanç sistemini savunduğunu söylerken, hayâtında tam tersi davranışlar sergileyebilir. Örneğin; "dürüst ol, yalan söyleme" der ama kendisi yalan söylerse, çocuk bu çelişkiyi fark eder. Bu durumda, âileye ve onun temsîl ettiği inançlara olan güven zedelenir. Zamanla çocuk bu inanç sistemini sorgular ve reddedebilir.

İnanışlar sorgulanabilen şeylerdir; zâten insanı diğer canlılardan ayıran temel özelliklerden biri de budur. İnsan varoluşunu, hayâtını ve değerlerini sorgulayabilen bir varlıktır. Bu da "ben bilinci", farkındalık ve özgür düşünme kapasitesiyle ilgilidir.

Dolayısıyla, bireyin inanç dünyâsı ile yetiştiği âile ortamı ve toplumun değerleri arasında ciddî bir etkileşim vardır. Bu etkileşim sağlıklı kurulmazsa, bireyde inanç krizleri veya inançsızlık eğilimi gelişebilir.

İNANIŞ BOŞLUĞU YAŞAYANLAR KENDİLERİNİ YERYÜZÜ TANRISI GÖRÜYOR!

İnançsızlıkla özdeşleşen bir yaşam tarzı, toplumsal normlarla çatışabilir mi? Böyle bir çatışma bireyde psikolojik zorluklara yol açar mı?

Eğer kişi, kendi inanç sistemine uygun, kapalı bir alt kültür içinde yaşıyorsa, toplumsal sorunlar pek yaşanmaz. Ancak günümüzde iletişim çok yaygın. Sosyal medya ve popüler kültür aracılığıyla bireyler sürekli farklı inanç ve yaşam tarzlarına mâruz kalıyor. Bu da inançları sorgulama sürecini hızlandırıyor.

Eskiden inançlar daha çok baskı, korkutma ya da tehdit yoluyla ayakta tutulmaya çalışılıyordu. Fakat günümüzde bu yöntemler artık işe yaramıyor. İnançların sürdürülebilir olması için sevdirilmesi, anlatılması ve iknâ edici gerekçelerle temellendirilmesi gerekiyor. Rasyonel bir temele dayanmayan inançlar zamanla etkisini kaybediyor.

Ayrıca sosyal normlar da büyük ölçüde değişti. Eskiden bu normları âile, mahalle ve gelenekler belirlerdi. Artık bu işlevi medya üstlenmiş durumda. Medya; toplumsal sınırları, kültürel ve etik değerleri şekillendiren temel güç hâline geldi. Bu durum küresel çapta bir inanç krizini de berâberinde getirdi. İnsanlık târihinde belki de ilk defa bu kadar yaygın bir “inanış boşluğu” yaşanıyor.

Bu boşluğu doldurmak için bazı insanlar kendi egolarını kutsallaştırıyor. Yâni kendilerini “yeryüzü tanrısı” gibi görmeye başlıyorlar. Bu durum narsisizmin küresel bir salgın hâline gelmesine neden oldu. Bu yüzden günümüzde “narsizm epidemisi” üzerine kitaplar yazılıyor.

İnancını kaybeden ya da tatmîn edici bir inanç geliştiremeyen birey, kendisini hayâtın merkezi hâline getiriyor. Evrenin, doğanın ya da toplumun bir parçası olduğunu unutuyor. Kendi benliğini yüceltiyor. Bu da psikolojide "omnipotent duygu", yâni "her şeye gücü yettiğini sanma" hâliyle tanımlanır.

İslâm literatüründe bu durum “kader-i mutlak” olarak sâdece Allâh’a âit bir niteliktir. Ancak bir insan kendini her şeyin sâhibi gibi görmeye başlarsa, Tanrı rolünü üstlenmiş olur. Böyle bir kişi, sâdece kendi inancını kutsal kabûl eder ve bu kutsala eleştiri getiren herkesi tehdit olarak algılar. Bu da hem bireysel hem toplumsal düzeyde çatışmaları ve psikolojik sorunları berâberinde getirir.

DÎNÎ SÖYLEMİN YANLIŞ KULLANIMI TRAVMALARA YOL AÇABİLİR

İnanç esaslarına sırt dönme süreci, bir bireyin geçmişindeki travmalarla ilişkilendirilebilir mi? Özellikle “dînî travmalar” bu süreçte nasıl bir rol oynar?

Evet, kesinlikle ilişkilendirilebilir. Ama önce “inanç”tan ne anladığımızı doğru tanımlamamız gerekiyor. Eğer bir kişinin inancı, sâdece çocuklukta öğrendiği duygu ve düşünce kalıplarından ibâretse, bu tür inanç yapıları sosyal etkiler karşısında oldukça savunmasız hâle gelir.

Eskiden bu inanç sistemlerini sosyal normlar, kültürel gelenekler ve hattâ hukûkî yapı koruyordu. Günümüzde bu koruyucu unsurlar büyük ölçüde etkisini kaybetti. Artık bireyin, inançlarını sürdürebilmesi için önce kendi içinde bu inançlara iknâ olması gerekiyor.

Eğer kişi inançlarını sorgulayabiliyor, eleştiriye açık olabiliyor ve onları rasyonel gerekçelerle savunabiliyorsa, bu inanç sistemi daha sağlıklıdır. Aksi takdirde, sâdece geleneksel ezberlere dayanan, bilime ve mantığa kapalı bir inanç sistemi, günümüz dünyâsında sürdürülebilir olamıyor.

Travmalar -özellikle dînî temelli travmalar- bireyin inanç sistemiyle arasındaki bağı zedeleyebilir. Dînî söylemlerin yanlış kullanımı, baskı, korku ya da kötü örneklerle sunulması bireyde tepki oluşturabilir. Bu da inançla yaşadığı duygusal bağın kopmasına yol açar.

Günümüzde inanç sistemlerinin yaşayabilir olması için akılla temellendirilmesi gerekiyor. Rasyonel bir zemîne oturmayan inançlar zamanla târihsel birer öğe hâline gelir. Önümüzdeki on yıl içinde bunu daha da net göreceğiz. Ayakta kalan inançlar, akıl ve vicdanla temellendirilenler olacak.

İNSANLAR KENDİLERİNE YENİ MODERN “PUT”LAR EDİNDİ!

İnsanlar inanç sistemlerini terk ettikten sonra yeniden bir inanç geliştirebilir mi? Bu psikolojik dönüşüm nasıl gerçekleşir? Aslında yukarıda biraz değindiniz ama biraz daha açabilir misiniz?

Aslında insan, inanç sistemini tamâmen terk etmez. Sâdece eski inançlarının yerine yenilerini koyar. Yâni bir sistemden çıkıp başka bir inanç sistemine geçiş yapar. Bu nedenle aslında mesele, “inanıyor muyum?” değil, “neye ve neden inanıyorum?” sorusudur.

Kişi kendi iç dünyâsında rasyonel temellere oturan bir inanç sistemine yönelirse, bu sağlıklı bir dönüşüm olur. Ancak bazen kişi farkında olmadan yeni inançlar geliştirir ama bunlar geleneksel anlamda “dînî” olmayabilir. Örneğin; paraya, güce, üne, teknolojiye ya da başka ideolojilere "tapar" hâle gelir.

Eskiden insanlar heykellere, putlara taparlardı. Bugünse modern zamânın putları var:

Materyalizm: Sâdece maddî dünyâya değer veren bir inanç biçimi.

Sekülerizm: Dünyâ hayâtını tek gerçek kabûl eden anlayış.

Egoizm: Kendi benliğini kutsallaştırmak, her şeyin merkezine kendini koymak.

İnsanın bu “modern putları” fark etmesi ve sorgulaması gerekiyor. Eğer kişi akıl, mantık ve vicdan süzgecinden geçirdiği bir inanç sistemini benimserse, bu dönüşüm ruhsal olarak da iyileştirici olur. Bu süreç bazen zordur ama mümkündür ve psikolojik olarak oldukça sağlıklı bir yeniden yapılanmadır.

Evet, İslâm öncesi dönemde Asr-ı Saâdet’ten önce Kâbe’nin içi putlarla doluydu. Lat, Uzza, Menat gibi isimleri olan bu putlara tapılıyordu. Bugün ise bu putların yerini başka şeyler aldı.

Artık insanlar materyalizm, sekülerizm ve egoizm gibi yeni “putlara” yöneliyor.

Materyalizm: Yalnızca maddî kazancı yücelten bir inanç biçimi.

Sekülerizm: Sâdece dünyâ hayâtını ve dünyevî başarıyı merkeze alan bir anlayış.

Egoizm: Kendi benliğini kutsallaştırmak, her şeyin merkezine kendini koymak.

O dönemde nasıl ki bu fiziksel putlarla mücâdele edildiyse, günümüzde de bu soyut ve modern putlarla mücâdele gerekiyor. Bunlar da bugünün inanç kalıpları. İnsan kendi inanç sistemini oluştururken bu tür “gizli inanışlar” konusunda farkındalık geliştirmeli. Aksi takdirde farkında olmadan bu putlara bağlanmış hâle gelir.

KABUĞUNU DEĞİŞTİRMEK İSTEMEYEN YILAN ÖLÜME MAHKÛMDUR

İnançlarını kaybeden kişiler, bunun yerine başka bir anlam arayışına mı giriyorlar? Aslında değindiniz ama bu süreci biraz daha açar mısınız? Yeni bir anlam bulmak psikolojik olarak zorlayıcı bir süreç midir?

Evet, inançlarını değiştirmek ya da kaybetmek bir insan için çok büyük bir dönüşüm anlamına gelir. Âdetâ bir kozadan çıkmak, kabuk değiştirmek gibidir. İnanç sistemi insanı koruyan bir yapı sunar, ama aynı zamanda kişinin büyümesi ve gelişmesi için zamanla bu yapıdan çıkması da gerekebilir. Bu da doğal olarak sancılı bir süreçtir.

Nietzsche’nin çok anlamlı bir sözü var: “Kabuğunu değiştirmek istemeyen yılan ölüme mahkûmdur.” Yâni kişi, artık kendisini tatmîn etmeyen bir inanç sistemine körü körüne tutunursa, bu onu zamanla içsel bir çöküşe götürebilir. İnancını sorgulayan kişi, eğer sağlam bir yeni inanç zemîni bulamazsa, varoluşsal bir bunalıma girer. Bu, entelektüel ve duygusal bir boşluk yaratır.

Günümüzde birçok insan bu yüzden depresyon, yalnızlık ve mutsuzluk yaşıyor. Bazıları bu boşluğu alkolle, uyuşturucuyla doldurmaya çalışıyor. Hattâ intihar vakalarının arkasında bu tür anlam kaybına bağlı varoluşsal krizler yatıyor. Bu küresel mutsuzluğun temelinde, insanları tatmîn etmeyen, yüzeysel inanç sistemleri var.

Bu nedenle, bireylerin rasyonel, tatmîn edici ve derinlikli bir inanç sistemine sâhip olmaları büyük bir ihtiyaç. Eğer doğru inanç sistemlerini geliştiremezsek, yeni kuşakları bu içsel boşluklara terk etmiş oluruz.

“İnsan, inancını kaybettiğinde sâdece bir düşünce sistemini değil; yönünü, anlamını ve kendine tutunacak içsel dayanağını da yitirir — bu yüzden doğru inanç, sâdece bir tercih değil, rûhun varoluşsal sığınağıdır.”

Nisan 2025, sayfa no: 26-27-28-29-30-31

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak