Ara

İnsanlığın Tedâvi Etmekte Başarısız Olduğu Sendrom: İsraf

İnsanlığın Tedâvi Etmekte Başarısız Olduğu Sendrom: İsraf
Allah Teâlâ insanoğlunu yeryüzüne belirli bir amaç için göndermiş ve bu amaca ulaşabilmesi için gerekli olan bütün nimetleri onun emrine âmâde kılmıştır. İnsan gerek kendi çalışması ve gayretiyle, gerekse kendi faktörü olmaksızın birtakım nimetlere sâhip olabilmektedir. Elindeki bu nimetlerin tüketimi hususunda insanın cimrilikten ve savurganlıktan sakınması ve iktisatlı davranması ise Kur’ân-ı Kerîm’de yaratıcısının bir emri olarak yer almaktadır:1 ‘Çardaklı ve çardaksız (üzüm) bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, birbirine benzer ve benzemez biçimde zeytin ve narları yaratan O’dur. Her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin. Devşirilip toplandığı gün de hakkını (zekât ve sadakasını) verin fakat isrâf etmeyin; çünkü Allah isrâf edenleri sevmez.’2Bu emre rağmen insanoğlunun isrâf etmeme konusunda başarılı olduğundan bahsetmemiz mümkün görünmemektedir. İnsanlık târihinin ve çağımızın belki de en önemli hastalığı olan israf, insanoğlunun maddî ve mânevî birçok varlığını elinden alan, kronik hâle gelmiş ve tedâvi edilmeyi bekleyen bir sendromdur. İsrâfı; toplumun temelini dinamitleyen, zengin ve fakir arasındaki uçurumun mesâfesini açan, insanlar arasındaki ülfeti/muhabbeti yok eden, insanı hayır ve izzetten koparan, nefsin daha da azgınlaşmasına zemin hazırlayan, insanı Allâh’ın (cc) rızasından ve Hz. Peygamber’in (sav) sevgisinden uzaklaştıran bir hastalık olarak tanımlamak elbette yanlış olmayacaktır. Çalışmamızın başlığında isrâfı bir ‘Sendrom/Hastalık’ olarak tanımladık. Çünkü Kur’ân ve Sünnet’e uymayan tutum ve davranışlar İslâm ve müslümanlar nezdinde hastalıktan başka bir şey olamaz. Çünkü Allah Teâlâ Kur’ân’da isrâfı kesin bir dille yasaklamış3 ve Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav) ise abdest alırken suyu aşırı kullanan Sa’d’ı (ra) görünce onu uyarmış ve akmakta olan bir nehirde dahi abdest alsa isrâfın söz konusu olacağını hatırlatmıştır.4 Bu veriler müminin her nerede ve ne durumda bulunursa bulunsun israftan uzak durması gerektiğini göstermektedir. Fakat yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi bunu başarabildiğimiz söylenemez. Günlük hayâtımızda o kadar çok şeyi isrâf ediyoruz ki… Suyu, ekmeği, envâi çeşit gıdâları, zamânı, parayı, sağlığımızı, insanı/insanlığımızı, nefsimizi, aklımızı ve netîcede ömrümüzü… Allah Teâlâ’nın birçok aşamadan/merhaleden geçirerek bizlere sunduğu nimetlerin geçirdiği evreleri düşündüğümüzde bu nimetleri ne kadar da çabuk ve hesapsız tükettiğimizin farkına varırız. Meselâ içtiğimiz bir yudum suyu düşünelim: Su damlasının bardağımıza girene kadar denizler, bulutlar, dağlar gibi birçok vesîle yordamıyla geçirdiği aşamaların ve binlerce liraya mâl olmuş su arıtma tesislerinde gördüğü işlemlerin suyu kullanırken hatırımıza gelmesi, bizi tasarrufa sevketmesi gerekmez mi? Soframızda bulunan fakat bizim burun kıvırdığımız, yemeyi istemediğimiz ekmek ve yiyecekleri düşünelim! Kim bilir soframızda bulunan o nimetlere sâhip olamayan, bir lokma ekmeğe muhtaç nice insan bulunmaktadır. Afrika’nın ismini dahi bilmediğimiz bir köyünde yiyecek ekmek, içecek su bulamadığı için açlıktan ölen zeytin gözlü çocuğun ölümünde bizim çılgınca tüketimimizin ve isrâfımızın da payı yok mu dersiniz? Bizler aklımıza ne düşerse, nefsimiz neyi arzu ederse ona sâhip olmak için târifi zor bir hırs ve ihtiras içerisinde bulunurken bu hâlimiz Hz. Peygamber’in (sav) Canının çektiği ve arzu ettiğin her şeyi yemen şüphesiz israftır!’5 hadîsiyle ne derece bağdaşıyor dikkatlerinize sunmak isteriz. Çoğu zaman iki öğün yemek ile gününü geçiren Hz. Peygamber’in ‘Âdemoğlu karnından daha şerli bir kap doldurmamıştır. İnsana belini doğrultacak birkaç lokma yeter. Yemek yediğinde midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeğe, üçte birini de nefes almaya ayırsın.’6 uyarısını gözönüne aldığımızda günde üç öğün tıka basa doldurduğumuz midelerimizin besinleri vücûda yarar sağlayacak şekilde hazmetmek yerine, içerisine yakıt atılan bir fırın işlevi gördüğü ve nefsi azgınlaştırıp tamahkâr bir hâle getirdiği gerçeğini idrakle yükümlü olduğumuzu unutmamalıyız. İnsanın nefsi doymak bilmeyen, sonsuz ve sınırsız istekleri olan bir yapıya sâhiptir. Fakat insanın içinde bulunduğu dünyâ ve dünyâda bulunan kaynaklar asla sonsuz ve sınırsız değildir. İnsanın sınırlı ömründe nefsinin sınırsız isteklerine kavuşabilmesi için çaba sarfetmesi beyhûde bir uğraştan başka birşey değildir. Bu anlamda kişinin, nefsinin hevâ ve hevesleri peşinde koşması da insanın nefsini isrâf ettiği anlamına gelmektedir. Aynı şekilde aklı ve kâlbi Allâh’ı (cc) unutturacak, kulluk bilincinden uzak düşüncelerle doldurmak da bunların isrâf edilmesi anlamına gelmektedir. Paramızı helâl olmayan yerlere harcamak (helâl olsa dahi ihtiyaçtan fazlası) isrâf olduğu gibi, vücûdumuzu insanlığa fayda sağlamayacak iş ve uğraşlarla meşgûl etmek de bedenimizi isrâf etmemize yol açacaktır. Elektrik, su, kamu kaynakları, devlet araç ve gereçlerinin kullanımında ve toplumu ilgilendiren alanlarda yapılan isrâf ise hem kul hakkına hem de kişinin israftan ötürü günaha dalmasına, bunun netîcesinde ise müflis olmasına sebebiyet vermektedir.7 Aldandığımız ve âhiret günü hesâbını vermekte oldukça zorlanacağımız iki nimet vardır ki bunlar Hz. Peygamber’in (sav) hadîs-i şeriflerinde ifâde ettiği üzere, ‘sağlık ve zaman’dır.8 İnsan zamânı varken ve sağlığı yerindeyken ebedî âlem için yatırımını yapmalı ve kendisine bahşedilmiş olan ömür nimetini gereksiz yere harcamamalıdır. Ömrümüzü nerede ve ne şekilde geçirdiğimizden, vücudumuzu ne şekilde yıprattığımızdan hesâba çekilmedikçe ilâhî huzurdan ayrılamayacağımıza göre,9 bu iki nimetin hakkını tam anlamıyla vermemiz sorgu ve hesâbımızın kolay geçmesi açısından bize fayda sağlayacaktır. ‘Vakit geçirmek’, ‘zaman öldürmek’ ve ‘oyalanmak’ gibi söz öbekleri İslâm’ın tasarruf anlayışına uymayan kavramlardır. Öldürülmesi en çok bize zarar verecek olan bir kavram olarak zaman, genellikle ‘keşkelerin’ ve ‘ikinci bir şansım daha olsaydı’ ile başlayan cümlelerin vazgeçilmez öğesi olduğu gibi pişmanlıkları bağrında saklayan bir mefhumdur. Bu husus Kur’ân’da da şöyle yer almaktadır: ‘Ah keşke bizim için (dünyâya) bir dönüş daha olsa da, müminlerden olsak!10Bu, Kur’ân’ın îmân etmeyenler için kullandığı bir ifâdesi olmakla berâber, bu mesaj aynı zamanda zaman kavramının bir Müslüman için de içi boş bir kavram hâline gelmemesi gerektiği hakîkatini Müslümana iletmektedir. Zîrâ ‘İki günü birbirine eşit olan ziyandadır11 uyarısına kulak veren her Müslümanın zamânını dünyâ ve âhiret için hayırlı işlerde kullanması her bakımdan fayda sağlayacaktır. İSRAF SÂDECE MADDÎ BOYUTLU MUDUR? İnsanoğlu maddî imkân ve kaynakları kullanma hususunda savurgan ve sınır tanımayan bir tutum sergilediği gibi sevinç, üzüntü, taraftarlık vb. gibi konularda da son derece müsrif bir tablo ortaya koymaktadır. İnsan sevgiyi ve sevinci isrâf etmemelidir. Sâhip olduğu varlıklar, mal ve mülk netîcesinde açığa çıkan sevinci eğlence ortamlarında kendini dağıtarak değil, nimetlere şükrederek secdelerde göstermelidir. Aynı şekilde Allâh’ın (cc) emriyle dâr-ı bekâ eyleyen sevdiklerinin ardından da feryat figân edip yaka paça yırtmak yerine, verenin de alanın da Allah (cc) olduğunu bilerek sabır ve tevekkül göstermesi gerekmektedir. İnsan bir futbol takımına gösterdiği sevgi ve ilginin kat kat fazlasını dînine, âilesine, peygamberine göstermiyorsa, desteklediği takımın maç saatini asker yolu bekleyen bir anne gibi bekliyor ama ezanlar okunduğu hâlde dâvete icâbet edip namaza durmuyorsa gönlünü, kâlbini, rûhunu, sevgi ve özlemini isrâf ediyor demektir. Yine bu misâlden olmak üzere sokaklarda, caddelerde, park ve kafelerde zamanlarını hevâ ve hevesleri doğrultusunda dînin sınırlarını hiçe sayarak geçiren gençler ilim sohbetlerinden, Kur’ân halkalarından bîhaber iseler isrâf ile ömürlerini hebâ ediyorlar demektir. Televizyon ve bilgisayarın başından kaldıramadığımız çocuklarımız, ana-babalarıyla zaman geçirmedikleri, sevgi ve huzur ortamından uzak kalıp hayâtı sâdece maddî şeylerden/sanal ortamdan ibâret sanarak büyüdükleri için maalesef isrâf içerisinde bir anlayışla hayatlarına yön vermektedirler. Nelerin isrâf olabileceğine dâir yukarıda ifâde etmeye çalıştığımız hususlar isrâfın ne denli tehlikeli bir hastalık olduğunu gözler önüne sermektedir. Müslümanlar olarak bu hastalığın tedâvisinde aktif rol almak her bireyin dînî bir vazîfesidir. İsrâfın haram olduğunu bilip haramlarla mücâdele etmenin ‘cihad’ cümlesinden olduğu bilinciyle hareket edildiğinde yaraya merhem olma noktasında ilerleme katedileceği muhakkaktır. Müminin üzerine düşen görev; ‘tüketim ve harcamalarında savurganlık ve aşırılıktan kaçınıp, cimrilik de etmeden itidâl ve iktisâdı kendine şiar edinmesi’ olacaktır. Nitekim kâmil iman sâhibi kimselerin özellikleri sayılırken Kur’ân’da:Ve harcadıkları zaman ne isrâf ederler ne de cimrilik ederler; harcamaları bu ikisinin arasında dengeli olur’12buyrulmuştur. Bu bağlamda israf hastalığının sâdece maddî açıdan değil mânevî açıdan da insanlığın necat/kurtuluş bulmasının önündeki en büyük engellerden biri olduğunun farkına varılması, nefsimizin ve neslimizin tezkiye ve ihyâsı için önem arz etmektedir. Herkesin âdil bir şekilde istifâde edebileceği bir dünyâ için isrâftan kaçınılması, Rabbimizin emir ve yasakları doğrultusunda, Hz. Peygamber’in bu konudaki tavsiyelerine uygun bir hayat yaşanması akl-ı selimin onaylayacağı bir davranış olacaktır. Yeme-içmeyi helâl, isrâfı ise haram kılan Allâh’ın (cc) isrâf edenleri sevmediğini13 unutmamak, O’nun (cc) sevgisine lâyık olmak elbette en büyük bahtiyarlıktır. Dipnotlar: [1] İsra 17/29. 2 Enam 6/141. 3 Araf 7/31. 4 Ebu Davud, Cihad 21. 5İbn Mace, Et’ime 51. 6 Tirmizi, Zühd, 47. 7 Müflis Kimdir? Bkz. Müslim, Birr 59; Tirmizî, Kıyamet 2. 8 Buhari, Rikak 1. Ayrıca bkz., Tirmizi, Zühd 1; İbn Mace, Zühd 15. 9 Tirmizî, Kıyamet, 1. 10 Şuara 26/102. 11Deylemî¸ el-Firdevsu bi-me'sûri'l-hitâbi¸ III/611. 12 Furkan 5/67. 13 Araf 7/31. Habib Öztürk

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak