Ara

İnsanın İlâhî Âkıbeti Mirâçtır

İnsanın İlâhî Âkıbeti Mirâçtır

Mi'râc bir an olmuştur. Fahr-i kâinât Efendimiz aleyhis-salât ü ves-selâm'ın ifâdesiyle: “Döndüğümde yatağım sıcaktı.” Mevlânâ Hazretleri izah ediyor: Mirâç gecesinde Resûlullah nefsinden sıyrılmış olarak 100.000 yıllık yol gitti.”

Mirâç aşkın idrâki ise, mi'râcın yokluğu sevginin yokluğudur. İnsanoğlunun sevginin ve mânânın yokluğunda yaşadığını gözlemliyoruz. İslâmın özünden, tevhîdin nûrundan uzaklaştık. Ahlâkî yozlaşmalar modern medeniyetin putları olmuş. Kutsalı yitirdik. İlâhî huzurdan çıktık. Güzellikten, aşktan, mânâdan, bereketten mahrum kaldık. 

Günümüzde namazla mirâcın, mirâç ile insan hayâtının, hayat ile namazın bir bağı kalmamış. Namaz ibâdetini mirâçtan ayıramayız. Mi'râc, kişinin Allâh'ın huzuruna varmayı kutladığı bir ilham kaynağıdır. Mirâç namazla sınırlı değildir, mirâç her an her yerde yaşanabilir. Mirâç mü'min için bir arzu, özlem, hedef ve muhabbet olmalıdır. Mirâç secdedir, ihramdır, tavafdır, duâdır, ilâhî sohbettir, aşk ve nurdur, teheccüddür, tefekkürdür, Fâtiha-i şerîfedir, ilâhî tevhîd coşkusunu kutlamaktır, Kur’an âyetlerinin kalbe inişinin târif edilmez sevincini hissetmektir, kendi etrâfına dönüp “râzıyım, râzıyım” hâline ermektir. 

Mirâç müjdesini her dâim kutlamalıyız. Rabbimize olan vuslat özlemi her bir işimizde motivasyon kaynağı olmalıdır. ‘Namaz mü'minin mirâcıdır' şuurunu hayâtımıza taşımalıyız. Kıldığımız her bir rek'atta şiddetli bir muhabbet göstermeliyiz. Müslümanları namaz kılıp kılmamalarıyla değerlendiremeyiz. Asıl mesele, mirâcın ve bu ibâdetin mânâsını anlamakta. Mirâcı anlamadıkça ne iki cihan güneşi Efendimiz aleyh-is-salât-ü-vesselâm'ı ne de İslâm dînini anlayabiliriz. Müslümanların namaz kılıp kılmamaları değil; asıl mesele, namazı kalpleriyle kılıp kılmamalarıdır. Müslümanların hacca gidip gitmemeleri değil, ölmeden önce ölmeyi bilip bilmedikleridir. Temel soru şudur; gönül makineleri çalışıyor mu çalışmıyor mu? Mesele; kalp operasyonunu yapabilmektır. Bize düşen; Allâh'ın insanlığa bahşettiği bu en yüce ibâdeti, aşk ve gayret ile sürekli edâ etmektir. 

En ulvî semâvî bir hâdise olan mirâç, Kâinâtın Efendisi’nin ahlâk-ı âliyyesine aynadır. Bu semâvî yolculuğun derin mânâsının sembolü, Hazreti Muhammed aleyh-is-salât-ü-vesselâm'ın kendisidir.

Mirâcın son mertebesine, “sidret-ül müntehâ”ya vardıklarında Cebrâil aleyhisselâm, Hazreti Peygamber aleyh-is-salât-ü-vesselâm'a: “Burayı geçersem yanarım!” demiştir. İki cihan güneşi Efendimiz aleyh-is-salât-ü-vesselâm kul olarak götürüldüğü için yanmadı. Kulluk makamının nûru ise mirâcın nûru gibidir. Mirâç yaşanmadan kulluk bilinemez. Kul olmadan Allâh'ın huzuruna kabûl olunamaz. Aslında işin özü melek gibi olmak değildir, asıl olan abdiyyettir. Abdiyyet ise mirâca götürür. Kulluk yaşanmadan mirâca erişilmez. 

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz huzur-ı İlâhî’ye girmeden hemen önce, Kalem dedi: “Muhammed benimdir”, Kitap dedi: “Muhammed benimdir”, Kürsî dedi: “Muhammed benimdir”, Taht dedi: “Muhammed benimdir”, Cennet dedi: “Muhammed benimdir.” Zât-ı Zülcelâl buyurdu: “Ey Habîb’im, sana Kalem’i, Kitab’ı, Taht’ı, Kürsî’yi ve Cennet’i verdim.” Fahr-i kâinat Efendimiz aleyhis-salât ü ves-selâm buyurdu: “Rabbim, bunları istemiyorum. Sen’den istediğim ümmetimdir.” Ardından âlemlerin Rabbi: “Sana ümmetini veriyorum” buyurdu. 

Mirâç hâdisesini anlamak bize Peygamber Efendimiz'i anlama imkânı tanıyacaktır. Ve böylece bizde, O’na aleyhis-salât ü ves-selâm olan hayranlık ve aşkı alevlendirecektir.

Makam-ı mirâç Peygamber Efendimizin ayak izlerinden yürüyerek kazanılır. Hakiki muhabbet, O'nu (sav) örnek alarak, tüm duygu, düşünce, his, hareket ve işlerimizde ona benzemeye çalışarak gösterilir. O'nun yolundan gitmek bizi Allah Teâlâ’ya götürür ve böylece nur ve aşk kazanmış oluruz. 

Fahr-i kâinat Efendimiz aleyhis-salât ü ves-selâm'ın üstün örnekliği, sünnet-i seniyyeleri ve asil karakteri olmaksızın, ibâdet ritüelleri yalnızca mekanik bir rutinden ibaret kalacaktır. O, aleyhis-salât ü ves-selâm, ümmetine samîmiyeti öğretti. Mirâçta Allah ile “kabe kavseyn” yakınlığına erişti ve hayâtında yaşadığı en yüce zevk oldu. Bu yakınlığı ümmetinden her bir ferdin de tatmasını istedi; "Yâ Rabbi! Onlara da bana göründüğün gibi görün" diyerek niyâz etti. Hiçbir Peygamber bize, Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm ile olan kurbiyetinden bir paye tattırmayı bu denli arzulamadı. 

Resûl-i Ekrem Efendimiz aleyhis-salât ü ves-selâm mirâç gecesi Rabbinden, mirâcı ümmetine de yaşatmasını diledi. Habîbi’nin duasını kabûl ederken Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “O zaman, onlar da namaz kılacaklar.” Muhammed Mustafa Efendimiz aleyh-is-salât-ü-vesselâm ise şöyle anlatır: “Kalbim bu ibâdet şekillerini şiddetle arzuluyordu. Bu arzumdan ötürü Rabbim yedi kat semâvatta ibâdet eden meleklerin çeşitli ibâdet şekillerini bir araya getirdi ve ümmetimin üzerine farz olan bir ibâdet hâline koydu. Ümmetimden her kim bu beş vakit farz namazı dosdoğru kılarsa yedi kat semâvattaki meleklerin ibâdeti gibi ibâdet etmiş olur.”  

Peygamber Efendimizin isteğine uygun davranırsak, en nihâyetinde Efendimiz’in; “Gözümün nûru” diye tabir ettiği namazdan aldığı lezzete de ortak oluruz. 

Kur'ân-ı Kerîm'de mirâç hâdisesi şöyle açıklanır: Sûre-i İsrâ'da; “Kulunu, geceleyin Mescid-i Haram'dan, kendisine bazı âyetlerimizi göstermek için, etrâfını mübârek kıldığımız Mescid- i Aksâ'ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir.” Necm Sûresi'nde; “Kendisine (o vahyi), kuvveleri şiddetli, mükemmel bir akla sâhib olan (Cebrâîl) öğretti. Bunun üzerine (göğe) doğruldu. Ve o, (bu mi'râcında) en yüksek ufukta idi. Sonra (çok perdeler geçerek Rabbine) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki, kab-ı kavseyn (iki yay) kadar veya daha da yakın oldu! İşte (Allah) kuluna vahyettiğini, vahyetti. (Gözleriyle) gördüğünü, kalb(i) yalanlamadı.” 

Kelime-i şehâdet ile gayba edilen îman, mirâç hâdisesinde Peygamber Efendimizin aleyh-is-salât-ü-vesselâm bize anlattıklarına edilen îmandır. Hazreti Ebubekir; “O söylüyorsa doğrudur" buyurmuştur. Kim Hazreti Ebubekir gibi tereddütsüz inanırsa sıddîk makamına yükselir ve böylece mirâç imkânı ihsân olunur. 

Aşkın zirvesi mirâçtır. Bu hal ise namazla remzini bulmuştur. Ümmet-i Muhammed’in en büyük ve en kıymetli mîrâsı namazda mirâçtır. Dolayısıyla mirâç, “Gizli bir hazîneydim ve bilinmeyi murâd ettim, onun için de mahlûkâtı yarattım” hadîs-i kudsîsindeki, O’nun bilinmek murâdına cevaptır.

Namazda amaç m'irâc'dır, mirâc’dan amaç; Allâh'ı bâtınında müşâhede etmektir. Şehîd, şâhid aynı kökten gelen iki kelimedir. Allah yolunda canını fedâ etmiş olan mü'min, karşılığında Allâh'ın ihsanı olarak Cemâlini müşâhede eder. Ali el-Mürteza bu makama mirâcın son sahnesi olan “makam-ı müşahede” demiştir. Onun meşhur sözü: “Görmediğim ilâha ibâdet etmem.”

Namazla mirâca yükselen kişi yaratılmışlık hudutlarını, o aşılmaz sınır olan Sidretü'l Münteha'nın ötesine geçer ve Hakk’ın huzur-ı İzzet’ine dâhil olur. El-Bâkî ile sohbetin hakikatine erer ve Allâh'ın ilâhî Cemâl’ini müşahede eder. “Göz aydınlığım bana namazda verilmiştir” buyuran sevgili Efendimiz’in aleyh-is-salât-ü-vesselâm yaşadığı ilâhî hazları yaşar.

Mirâc en kudsî sorumluktur. En büyük kazançtır. En yüce zevktir. Bir insanın alabileceği en yüce manevî terbiyedir.

Mirâç kulun Rabb’ine gösterdiği muhabbetin isbâtıdır.

Mirâçda Allah'la kul arasındaki mesâfe sıfırlanıyor.

Mirâcın idrâki her şeyi değiştirir, çünkü insan varlığını aydınlatan şey mirâçtır.

Mirâç Allâh'ı tanıyabilme, görebilme, konuşabilme ve sevebilme imkânı vermektedir.

Mirâç dikey bir şekilde seyahat etmek ve Cemâlullâh’ı seyretmektir, hidâyet nûrunu görebilmek ve hissedebilmektir.

Mirâcın aslı ilme’l yakîn geçip hakka'l-yakîn'e ulaşmaktır.

Mirâç zahîrî ve batînî hakikatlerin cem olmasının sonucudur. Kur’ân’da anlatıldığı üzere: “Biz onlara âfâkta ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz.” (Fussilet, 53.) İbnü’l-Arabî Hazretleri şöyle izah ediyor: “Bil ki Allah insana külliyyen hitâb etmiş, zâhirine bâtınından daha çok önem vermemiştir. Kâmil mutluluk dış mânâyı iç hakîkatle birleştirebilenlere âittir.”

Mirâç kendini bilip yükselmektir. Rabbini bilip mahviyetle alçalmaktır.

Mirâcın zıddı; “esfel-i sâfilîn” değildir. Mirâcın zıddı, kendi hâlinden memnun olan; “Ben iyi bir müslümanım, hacca gittim, oruç tutuyorum, namaz kılıyorum, zekât veriyorum, bu bana yeter” zihniyetidir. 

Mirâca yükselmek için, dünyânın ağırlıklarını üzerimizden silkelememiz gerekir. Aşk bineği Burak gibi muhabbetin, Cebrâil aleyhisselâm gibi aklın yoldaşlığına ihtiyâcımız var.

Mirâca kalpteki putları kırmadan çıkılamaz. Dr. Halûk Nurbaki anlatmaktadır: “Efendimiz Kabe'nin fethinde putları kırarken yanına Hz. Ali Efendimiz'i almıştı. Bir büyük putun kırılması için, Hz. Ali, Efendimiz'e; “Omuzuma bas yâ Rasûlallah” dedi. Efendimiz; “Yâ Ali! Taşıyamazsın, sen benim dizime bas” buyurdu. Hz. Ali emre uydu, baltayı puta indirirken, tüm evren boyutlarının Efendimiz'le dopdolu olduğunu seyrediverdi. Kalpte Allah aşkından başka hiçbir sevgiye yer vermemek, kulu mirâca çıkartır ve Cemâlullâh’ı seyrettirir. 

Kendini fedâ etmeden mirâca çıkılmaz. Kurbiyet âlemine yaklaşabilmek Allâh'a kurban vermeyi gerektirir. Hz. Mevlânâ buyuruyor: “Uyan da gör ey bir katre gibi olan! Kendiliğini tereddütsüz kurban et de bir katre karşılığında koca bir umman satın alasın!” 

Dr. Halûk Nurbaki muazzam bir yorumu yapmaktadır: “Namaz nereden gelmiştir? Mirâçtan gelmiştir. Mirâçtan Hz. Peygamber’in mü'minlere getirdiği bir hediyedir. Nedir bu hediye? O insanın kullukta kalmasını temin etmek için bir şefkat-i Muhammedî'dir. Eğer Efendimiz, mirâcın büyük manevî ihtişâmına dalıp, mü'minler namaz kılarak felâketten kurtulsun diye hatırına gelmemiş olsaydı biz yanmıştık! Onun için namaz, olay, çok büyük olaydır. Bazıları sanıyorlar ki namaz kılarsa ne olacak. Sen gönlü bilmiyorsun, gönlün ne kadar hassas bir âlet olduğunu bilmiyorsun. Nefsi de bilmiyorsun, nefsin ne hâin olduğunu bilmiyorsun, onun onu zehirlemek için kurduğu kompozisyonu da bilmiyorsun. Allâh'ın sana ölümsüzlük için verdiği bir nişânı nasıl kaybedersin? Etmeyesin diye Efendimiz mirâctan almış gelmiş, namaz hediyesi getirmiş bize. 

“Mirâç, Allah ile sevgisili arasında bir sevdâ hikâyesidir. Elbette, biz onun hazzını idrâk edemeyiz. Bize düşen, mirâçın sırrındaki inceliği bilmek ve kulluğumuzu kazanmak için dört elle namaza sarılıp; her an hamdin gerçeğini öğrenmeye gayret sarfetmemizdir. Kur’ân’ın yaşanması, onun âyetlerinin sonsuz sırrının hissedilmesi ancak mirâçta verilen namaz sâyesinde mümkündür. Peygamber Efendimize, tüm sevgileri gölgede bırakan bir aşkla bağlanmadıkça hiçbir metodla hiçbir yere varamayız. Mirâcın bize yansıyan en önemli hikmeti budur.” 

Hacı Ahmed Kayhan Hazretleri mirâcı şöyle tanımlar: “Mirâç, bizim gayrımız olan her şey yükselmektir ve mirâcın kemâli, doruğu da, “O'nun gözü sapmadı, kaymadı”nın, dikkatini bizden başka hiçbir şey üzerine yoğunlaştırmamanın sırrıdır.

Kenan Rifâî’den şu yorumu vermektedir: “Sallallâhu aleyhivesellem, Allâh'ın muhabbeti nûruna daldı ve tabiat kaydından temizlendi. Her nereye baksa Vechullah idi, Allâh'ın yüzü orada idi. O güzelliğin zuhuru O Hazret'in Cemâl'inin aksidir.”

Dînî vazîfelerimiz müthiş bir feyz kaynağıdır. Ümmet-i Muhammed’in en büyük mîrâsından hissedâr olabilmek için ibâdet ile olan münâsebetimizi yeniden kurmalıyız. Kendimizi ibâdet vazîfelerimize vermeliyiz ki hizmetlerimize, yakarışlarımıza, duâlarımıza zenginlik ve mânâ gelsin. Allâh'a olan aşkımızı, Efendimiz aleyh-is-salât-ü-vesselâm'a olan muhabbetimizi, İslâm'a, Kur'ân-ı Kerîm'e ve O'nun yarattıklarına hizmet ederek ispatlamalıyız. Tek gâyemiz, Allâh'ın rızâsını kazanmak ve kurbiyet cennetine varmak olmalıdır.

Aralık 2022, sayfa no: 26-27-28-29-30

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak