Düşüncelerin ifâdesi olan kavramlar vâsıtasıyla düşünüyor, hayâtı anlıyor, anlamlandırıyor ve hedefimizi buna göre tâyin edip şekillendiriyoruz. Tanımlanmış, çerçeveleri belirlenmiş her bir kavram, kişinin olayları ve hayâtı nasıl yorumlayacağını gösteren birer ölçü; yolunu, yönünü aydınlatan birer deniz feneri, işâret fişeği gibidir âdetâ. Hal böyleyken gün geçtikçe kadîm kavramlarımızın birer birer altının oyulmasına şâhit olmak hakîkaten acı verici. Evet, kavramların içi yavaş yavaş, sinsice boşaltıldı, boşaltılmaya da devâm ediliyor. Gâyet tabiidir ki içi boşaltılan kavramların hayâtımıza yansıması ya çok zayıf olacak, bunlardan gereği gibi istifâde edemeyeceğiz ya da hiç bir faydası olmayacak bize. Daha kötüsü, kullanım alanı, etkisi negatif yönde olacağından ortaya tam bir kavram kargaşası, daha doğrusu anlam fâciâsı çıkmış olacak. Nitekim bunun onlarca örneğini gördük, görmeye de devâm ediyoruz.
Çok sâde, basit, hattâ alelâde gibi algıladığımız bir kavramın, ifâdenin, tavır ve davranışın altında, binlerce yıllık birikimin imbiğinden süzülerek bize ulaşan, tahmîn edemeyeceğimiz kadar derin mânâların yatabileceğini unutmamalıyız. Gündelik hayatta en çok dile getirdiğimiz ve yine içi en fazla boşaltılan, asıl mânâsından bambaşka mânâlara büründürülen kavramlardan birisi de “inşallah” kavramıdır. Kur'ân'î, İslâmî bir kavramdır. Çok önemli bir gerçeği işâret ederek, üzerine parmak basar. Mü'minler için âdetâ bir mihenk taşı, hayat düstûrudur.
Başımızı iki elimizin arasına koyup düşünelim. Hakîkaten bu kavramın mânâsını, muhteviyâtını derinlemesine düşünüp içselleştirebiliyor muyuz? Bu kavramın hayâtımızda bir yansıması var mı? Evet, burası gerçekten tartışmalı. Pek çoğumuz bu kavramı ya dil alışkanlığından, ezber olarak ya da gereğini yerine getiremeyeceğimiz bir söze kılıf olarak kullanıyoruz. Bu da kavramın altının oyulup, içinin boşaltılarak mânâsının zıddı bir mâhiyete bürünmesine kapı aralıyor. Öyle olmasa aklı başında bir mü'min, son derece tehlikeli olan, “Bu işler inşallahla, maşallahla olmaz.” cümlesini ağzından çıkarmaya cüret edebilir mi?! Maalesef bu tür lakırdıları zaman zaman duyuyoruz.
Kavramların içinin boşaltılmasının, deformasyona uğratılmasının ardında planlı bir yönlendirmenin, organize bir kötülük çalışmasının bulunduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Sinema ve filmlerdeki “Gafur” “Şaban” gibi tiplemeler, “Kara Fatma” [Millî Mücâdele'nin kadın kahramânıdır] diyerek tesettürlü bir hanımı hamam böceğine benzetmeler, işte böyle hastalıklı bir zihniyetin ürünüdür. “Dilimiz, kimliğimizdir.” Bilerek veya bilmeyerek kavramların genetiğiyle oynanması, dilin rûhuna, tasavvur dünyâmızın yapı taşlarına telâfîsi mümkün olmayan yaralar açarak darbe vurmaktır, bu ise şüphesiz çok büyük bir vebâldir.
İnşallah Ne Demek?
İnşâallah, bütün işlerin, edip eylemelerin Allâhü Teâlâ'nın dilemesine dayandığını, O'nun irâdesine bağlı olarak gerçekleştiğini, gerçekleşeceğini, ya da gerçekleşmeyeceğini ifâde etmek için söylenen, îmânî-itikâdî sözdür. “Allâhu Teâlâ izin verirse” anlamına gelir. Cenâb-ı Mevlâmız Kehf Sûre-i Celîlesi, 23-24. Âyet-i Kerîmelerinde buyuruyor: “Allah izin verirse” demeden hiçbir şey için, “Şu işi yarın yapacağım” deme! Unuttuğun takdirde Rabb'ini an ve “Umarım Rabbim bana, doğruya bundan daha yakın yolu gösterir” de.
Elverir ki bu deyiş sâdece sözde kalmamalı, buna yürekten inanmalı, bir hayat düstûru olarak, menfî veya müsbet takdîre rızâ göstermelidir. Zîrâ her an, her hal ve zeminde, O Hakîm-i Hak ve Kâdir-i Mutlak olan Cenâb-ı Mevlâmızın inâyeti sâyesinde nefes alıyor ve hayâtımızı devâm ettiriyoruz. Bu minvâlde vaktiyle Bitlis’in “Kubbet-ül İslâm” adıyla ünlenen Ahlat ilçesine gerçekleştirdiğimiz seyahatten bir kesiti burada paylaşmak isterim.
Tatvan Dağlarından Bir Hâtıra…
Erciş-Adilcevaz yolunu tâkip ederek ulaştığımız Ahlat'ta iki günlük ziyâretimizi tamamlamıştık. Van Havalimanı'na ulaşmak için dönüşte Tatvan-Gevaş güzergâhını tercîh etmiştik. Akşama doğru Van’dan uçağa binecek, gece ortalarında İstanbul'da olacaktık. Planımız böyle idi. Orta boy bir otobüsle Ahlat'tan Van'a doğru yola koyulduk gidiyoruz. Uçsuz bucaksız Van gölü solumuzda, etrâfımız alabildiğine yeşilliklerle dolu, hava açık, ortalık günlük güneşlikti. Rüzgârdan, önceki günkü yağmurdan eser dahi yoktu. İki günlük muhteşem târih ziyâfetinden sonra keyfimiz gâyet yerinde idi. Tatvan ilçe merkezinden epeyce uzaklaşmıştık. Birdenbire minibüsün içerisi fenâ halde benzin kokmaya başladı. Koku gitgide artıyordu. Kokudan şoförümüz de rahatsız olmalı ki münâsip bir yerde sağa yanaştı ve aracı durdurdu. Araçtan birkaç kişi daha indik. Bu arada yağmurla birlikte fırtına da başladı. Öyle ki rüzgârın şiddetiyle minibüs bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Şoför, aracın altına yattı, kokunun sebebini öğrenmek için dışarıdan kontrol etti. Evet, motorun bir yerlerinden çeşme gibi benzin akıyordu. Hava yağışlı olmasa bunu biz de hemen fark ederdik. Civatalardan biri gevşemiş veya benzin hortumu patlamıştı. Tesbîti daha iyi yapabilmek için aracın içerisinden motora müdahale şarttı. İçerisi benzin kokusu, dışarıda yağmur-fırtına ve ortada bir an önce tâmir edilmeyi bekleyen ârızalı bir araç öylece duruyordu. Soğuktan arabanın içine mi girelim, benzin kokusundan dolayı dışarıda mı kalalım? Bir türlü karar veremiyorduk. Bu arada çâresizce dışarı çıkıp tekrar arabaya dönen arkadaşlarımız da oluyordu.
Keyifle bitmek üzere olan gezi yolculuğumuz bir anda âdetâ kâbusa dönmüş, pek çok belirsizlikle baş başa kalmıştık. Ancak yine de şükretmek için pek çok sebebimiz vardı. Meselâ Allah göstermesin, ölümlü, yaralanmalı, maddî hasarlı daha büyük bir kazâ geçirebilirdik. Uçağımız havada ârızalanabilir veya arkadaşlarımızdan biri ciddî bir rahatsızlık geçirebilirdi. Şükür ayaklarımız hâlâ yere basabiliyor, oksijen alıp verdiğimizi hissedebiliyorduk. Bununla birlikte böyle durumlarda insan kimi zaman panik yapabiliyor, hele kalabalık bir grupla berâberseniz işler iyice sarpa sarabiliyordu. Zîrâ herkesin anlayış ve kavrayışı, meselelere bakış açısı farklı düzeyde olabiliyordu. Böyle zamanlarda süreci yönetebilmek, meseleleri uhulet ve suhûletle çözebilmek için insanın muhakeme yeteneğinin kavî olması lâzım. Evet, önemli olan imtihan ânında sabır gösterip, büyük bir tevekkülle sorunlara çözüm yolu aramak, takdîr-i ilâhî'ye rızâ göstermek olmalı. Bir yandan da bunları düşünüp, tefekkür ediyorum.
Minibüsün içerisinden motora ulaşılan kapak açıldı. Ancak müdahale yapılamıyordu. Zîrâ arabada yeterli âlet-edevât, conta, hortum gibi yedek parçalar maalesef yoktu. Tâmircinin gelmesi veya arabanın çekiciyle tâmirciye gitmesi şarttı. Yağmur hafiflemiş, fırtına dinmiş, akşam karanlığı yavaş yavaş çökmeye başlamıştı. Normal şartlarda dahi uçağa yetişmemiz şüpheli iken şimdi işimiz iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Karârımızı verdik. Uçağa yetişmek için Tatvan veya Van'dan araç tedârik edecektik. Ancak bu hemen şıp diye olmuyordu. Dağın başındayız, en yakın yerleşim alanına en az yirmi kilometre uzaklıktayız, şoförümüz dışında kimseyi tanımıyoruz. Bölgenin de yabancısıyız. Bu arada Afad ve Jandarmayı aramayı düşündük ve ilk etapta Jandarma'yı bilgilendirmeyi uygun bulduk. Olur ya belki bir araç yönlendirebilirlerdi bize. Jandarmayı arayarak müşkülâtımızı anlatıp, konum bildirerek yardım talep ettik.
Artık uçağı kaçırdık gibi bir şeydi. Umutsuzca çabalıyorduk. Öyle ki ya biletleri başka bir saate veya güne alacaktık veya kuş olup uçacak ve uçağa yetişecektik. Bu sırada Van havalimanından bir telefon geldi. Olumsuz hava koşulları sebebiyle İstanbul uçuşlarının iptâl edildiği bilgisini veriyordu. Bu habere sevinelim mi üzülelim mi? Bilemedik. Doğrusu biraz rahatlamış ve sevinmiştik. Zîrâ biz her ne kadar kabûllenemesek de uçağı zâten kaçırmıştık. En azından şimdilik uçağı düşünmüyorduk. 10-15 dakika sonra jandarmanın yönlendirdiği bir minibüs bir de otobüs yanımızda durdu. İki aracın boş yerlerine binerek tekrar Van'a hareket ettik.
Havaalanına ulaşır ulaşmaz danışmaya gittik. Onlar da zâten bizi bekliyorlardı. Zîrâ kalabalık bir gruptuk. İstanbul’a nasıl gideceğimizi sorduk. Fırtına sebebiyle Pazartesi'ye kadar uçuşların iptâl edildiğini, bilet ücretlerini iâde edebileceklerini veya pazartesine kadar bizi Erciş’te misâfir edip öyle göndereceklerini söylediler. Şâyet Erzurum, Diyarbakır gibi bölgeye yakın havaalanlarına gitmek isteyip oralardan uçmak istersek transfer ücretlerinin ve sorumluluğun bize âit olacağını söylediler. Şahsen benim için hiçbir sorun yoktu. İki gün değil bir hafta daha bölgede kalabilirdim. Ancak kalabalık bir grubuz ve gruptakilerin pek çoğu bayan öğrenci kardeşlerimizden oluşuyordu. Öte yandan herkesin kendine göre bir planı, bir programı vardı. Özetle Pazartesi gününe kadar burada kalamayacağımız anlaşılmıştı.
Ertesi sabah, yâni Pazar günü Diyarbakır’dan uçabileceğimizi öğrendik. Biletlerimizi teyit ettirip kendi imkânlarımızla bir minibüs tutarak akşam 23:00 gibi kara yolu ile Van'dan Diyarbakır'a hareket ettik. Birkaç noktada polis ve Jandarma kontrolünden geçerek sabah ezanıyla birlikte Diyarbakır'a vâsıl olduk. Sabah 09:00 uçağıyla İstanbul'a hareket edecektik. Havaalanına vardıktan sonra gruptan bazı arkadaşlarımız, zamânımızın kısıtlı olmasına rağmen Diyarbakır merkeze gidip Ulu Câmi-i Şerîfi'ni ziyâret etmiş. Benim bu kısa ziyâretten daha sonra haberim oldu. Zâten haberim olsa da diğer arkadaşları yalnız bırakıp havaalanından ayrılamazdım. Zîrâ grubun en yaşlı üyesi bendim. Sorumluluk ağır bir yük. Her ne kadar resmî olarak hiçbir mesûliyetim olmasa da vicdânım buna el vermezdi. Ancak vaziyete üzülmedim de değil. Düşünebiliyor musunuz? İki bin kilometrelik mesâfeyi kat ederek Diyarbakır şehrine geliyorsunuz ve târihî Diyarbakır Ulu Câmi-i Şerîfi'ni görmeden geri dönüyorsunuz!
Nasipten öte yol yok. Sözün burasında Boşnakların meşhur deyimi aklımıza düşüyor: “İnsan plan yapar, Allah karar verir.” Böyledir, her zaman ve zeminde Allâh'ın dediği olur! "O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez." (En'âm, 59.) Planlandığı şekilde 09:00 gibi Diyarbakır'dan kalkan uçağımız öğle saatlerinde Sabiha Gökçen Havalimanı'na indi. Çok şükür ayaklarımız yere değmişti ve hâlâ nefes alabiliyorduk. “Hayrihi ve şerrihi min Allâhu Teâlâ / Hayrın ve şerrin Allâhu Teâlâ'dan geldiğine îmân ederiz.” Çok şükür, çok şükür, çok şükür. İnşâallah başka bir yazıda buluşmak dileğiyle…
Temmuz 2024, sayfa no: 58-59-60-61
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak