Ara

İnanç-Mücâdele-Azim: Mehmet Akif İnan

İnanç-Mücâdele-Azim: Mehmet Akif İnan

Mehmet Âkif İnan 12 Temmuz 1940 târihinde Şanlıurfa’da doğdu. İlk ve ortaokulu Urfa’da, liseyi Maraş’ta bitirdi. Ankara Üniversitesi DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden (1972) mezun oldu. Öğrencilik yıllarında Hilâl dergisi ve yayınlarını (1962-64) yönetti, Türk Ocakları Genel Merkezi’nde müdürlük yaptı (1964-69). Türk Taşıt Sendikası’nda sendikacılık faaliyetinde bulundu (1969-72). Gazi Eğitim Enstitüsü’nde Türkçe-edebiyat öğretmenliği yaptı (1977-80). 1980 yılında Hacc görevini yerine getirdi. Kurucusu olduğu Eğitimciler Birliği Sendikası ve Memur-Sen Konfederasyonu’nun Genel Başkanlığını yaptı (1993-2000). 1999 yılının Haziran ayında kanser hastalığına yakalandığı anlaşılarak Ankara’da hastaneye yatırıldı. Tedâvilerden ümit kesilince isteği üzerine Aralık ayında götürüldüğü Urfa’da 2000 yılı Ocak ayının ilk günlerinde bir Ramazan gecesi vefât etti.

Âkif İnan’ın Târihimizdeki Yeri

Mehmet Âkif İnan’ı pek çoğumuz şâir kimliğiyle tanır. Oysa hem fikirleri hem de sendikal alandaki çalışmaları bir o kadar değerlidir. Temelini attığı örgütlerin üye sayısının şimdilerde milyonlarla ifâde edilmesi bunun en büyük göstergesi olsa gerek. Âkif İnan’ın şâirliği, O’nun İslâm medeniyeti üzerine ortaya koyduğu fikirleri de gölgede bırakmamalı. Çünkü İnan’ı şiire, eyleme ve örgütlü çalışmaya iten ana sâikler onun düşünce ve inancındaki derin tefekküre dayanır. Bu sebeple yazın dünyâsındaki isimler Âkif İnan’ı sâdece bir sendikacı değil aynı zamanda ülkemizin son dönemde yetiştirdiği önemli münevverlerden biri olarak kabûl eder. İnan’ın hem makāleleri hem müstakil eserleri bizler için açık delîl sayılmalı. Toplamı üç cilt hâlinde, kurucusu olduğu Eğitim-Bir sendikası tarafından yayımlanan ve 2000 sayfayı bulan eserleri milletimizin önemli problemlerine ışık tutmaktadır. Tüm bu eserleri dikkate alındığında İnan’ın en çok üzerinde durduğu konuların başında “medeniyet bilinci” geliyor. Medeniyet, uygarlık, yerli düşünce, Batı’nın bunalımı, aydınlar, teknik ve yabancılaşma, kültür, eğitim, batıcılık gibi kavramların yazılarında sıklıkla yer alması bunun açık göstergesidir.

1940 yılında dünyâya gelen, 1960 darbesinde yetişkin bir genç olarak sorgulamaları sıklaşan, 1970’lerde tercüme hareketiyle düşünce ufku İslâm coğrafyasına açılan, birlikte yürüdüğü arkadaşlarının fikirleriyle beslenen, gün geçtikçe şahsına münhasır bir fikir manzûmesi ortaya koyan ve en önemlisi düşüncelerini eyleme dönüştüren ender isimlerden biridir Âkif İnan. Sanatı da düşünceleri de sâdece “sayfalarda yer alsın, estetik ölçülerle değerlendirilsin” derdinde olmayan; sanatının ve düşüncelerinin pratiğe dökülmesini önemseyen, kelimenin gerçek anlamıyla “eylemci” bir kişiliği hâizdir. “Hangi düşüncede olursa olsun, hangi fikir kampı içerisinde yer alırsa alsın, onun bir insan olarak kabûl görmesi, inancından dolayı horlanmaması lâzım. İsterse benim inancımın tam zıddı olsun. Ben ona da hakk-ı hayat tanınmasının kavgacısıyım” diyen Âkif İnan, evrensel anlamda İslâm’ın insan görüşünü fiiliyata döken, düşünceleriyle de bunu besleyen özgün bir İslâmcı portresi olarak ele alınmalıdır. Çünkü Âkif İnan’ın düşüncesinde en derine inildiğinde Kur'ân ve Sünnetin temel formlar olarak yer aldığı açıkça görülmektedir. Bu iki temelin üzerine binâ edilen düşüncesinde Tanzimat’tan bugüne kadar gelmiş pek çok ismin izlerini bulmak mümkündür. Hayâtın olağan akışı içerisinde Âkif İnan’ın her dönemine tekābül eden gelişim çizgisi nihâyetinde özgün bir duruşa ulaşmıştır. Bu son noktada konuşan Âkif İnan’ın bizzat kendisidir. Bu sebeple Âkif İnan’a dâir yapılan dönemsel değerlendirmelerde, birlikte yürüdüğü arkadaşlarıyla kimi zaman zıt kimi zaman benzer fikirler bulunduğunu belirten yaklaşımlar görmek doğaldır. Dönemsel yaklaşımların en büyük sakıncası da bu olsa gerek. Bunun yerine en başından itibâren “Âkif İnan Düşüncesi”ni besleyen ana kaynakları ele alarak bu kaynakların Âkif İnan’da nasıl dönüştüğünü iyi tahlîl etmemiz elzemdir.

İslâm Düşüncesi ve Âkif İnan

Mehmet Âkif İnan modern dönem İslâmcı mütefekkirlerinin önde gelen isimlerinden biridir. İsmini taşıdığı Mehmed Âkif ile başlayan bu süreci Âkif İnan tüm yönleriyle tahlîl etmiştir. Tanzimat’tan başlayarak günümüze kadar gelen sürece dâir tespitleri, çözüm önerileri hâlen geçerliliğini korumaktadır. Âkif İnan kendisinden önceki görüşleri 1960-1970-1980 yıllarının şartlarına uyarlayarak güncellemiş; târih, kültür, siyâset ve düşünce boyutuyla teoriden pratiğe geçişin sancılarını azaltmayı hedeflemiştir. Onun önceliği eleştiriyle birlikte bir alternatif sunmak ve bunu hayâta geçirmek olarak belirmiştir. Âkif İnan’ın bu süreçteki “medeniyet” temelli düşünceleri bahsi geçen on yılların şartlarına uygun olarak zenginleşmiştir. Dolayısıyla Âkif İnan’ın düşünce yapısında ailesinden başlayarak çevresindeki dostlarının ve tabii ki en başta Necip Fâzıl’ın derin izleri vardır. Necip Fâzıl ile olan yakın ilişkileri onun eylemci karakteriyle uyuştuğu için bir halef-selef ilişkisine kadar ulaşmıştır. Necip Fâzıl için Âkif İnan kendisinden sonra gelecek ve hakkıyla Necip Fâzıl biyografisini yazabilecek neredeyse tek isimdir. Bu durum Âkif İnan’ın hayâtı ve düşüncesinde Üstâd’ın etkisini belirgin kılar. Bu sebeple Âkif İnan’ın “medeniyet” düşüncesinde Necip Fâzıl’ın ağırlığı diğerlerine göre daha fazladır. Fakat Âkif İnan, üstâdından aldığı fikirleri zenginleştirmeyi de ihmâl etmemiştir. Necip Fâzıl’daki milliyetçiliğe ve Türk târihine yapılan vurgu, Âkif İnan’ın düşüncesinde Âl-i İmran sûresi 95. âyette geçen “millet” tanımına dönüşmüştür. Yāni aynı inanç sistemine bağlı insanlar topluluğu.

Sezai Karakoç’un “medeniyet” konusundaki düşünceleri de Âkif İnan’ın düşüncesini etkilemiştir. Bu etkileşim içerikten çok yaklaşımla alâkalıdır. Karakoç’un çok yönlü ve derinlemesine yaptığı tahliller; medeniyet boyutunda eğitimin, sanatın ve vahyin önemine dâir yorumları Âkif İnan’ın bu konuları tekrar ele almasına vesîle olmuştur. Fakat Âkif İnan’ın bu tefekkürünün sonuçları Karakoç’un vardığı netîcelerin kimi zaman taban tabana zıt düşüncelere ulaşmasıyla sonuçlanmıştır. Bu durumu İnan’ın cümleleriyle aktaralım: “Nasıl ki İslâm uygarlığının temelinde Yunan düşüncesi yoksa Batı uygarlığında da öylece İslâm yoktur. Nasıl ki birçok uygarlıkta bir başka uygarlığı andıran bāzı görüntüler bulunabilirse, ancak öylece İslâm uygarlığıyla Batı uygarlığı arasında bir yakınlık söz konusu olabilir. Bu görüntü, ya da yakınlık kesinlikle bir eşitlik, benzerlik anlamında değildir. Nasıl ki sırf ayakları var diye bir kertenkele ile bir güvercin aynı cins yaratıklar değilse; her uzuv, her varlığın hilkatine göre teşekkül etmişse, uygarlıklardaki birbirini andıran hususlar da yekdiğerinin aynısı değildir… İslâm uygarlığının gelişmesini, yayılmasını sağlayanlar, kendini putçu Yunan düşüncesine kaptıran felsefe adamları değil; Kur’ân ve Sünnet’e bağlı kalarak yorumlar getiren bilginlerdir. Bunların çalışmalarına ‘felsefe’ değil ‘hikmet’ diyoruz.

Yedi Güzel Adamdan Biri: Âkif İnan

Nuri Pakdil “yerli düşünce” tanımlamasıyla Âkif İnan’ın düşüncelerinde kavramların isimlendirilmesi noktasında katkı sağlamıştır. Türkçe'ye olan hassâsiyeti, eylemci duruşu, Kudüs hassâsiyeti ve kısa/öz anlatım endîşesini de buna ekleyebiliriz. Necmeddin Erbakan, Fethi Gemuhluoğlu, Rasim Özdenören, İsmet Özel, Cahit Zarifoğlu, Alaeddin Özdenören ve Erdem Bayazıt’ın da Âkif İnan’ın hayâtında önemli yer tutan isimler olduğunu eklemeliyiz. Âkif İnan’ın hayâtında en çok iletişime geçtiği, birlikte mesâi harcadığı isimler ister istemez İnan’ın düşüncelerine tesir etmiştir. Kısaca bu tesirin kaynaklarını üç başlıkta toplayabiliriz: Baba, Üstâd ve Dostlar. Tüm bu sürecin sonunda Âkif İnan’ın medeniyet telakkîsi günümüzde hem teoride hem de pratikte gözlemlenebilecek bir noktaya ulaşmıştır.

Medeniyet düşüncesinde ulaşılan bu son menzili yine Âkif İnan’ın cümleleriyle vererek yazımızı sonlandıralım: “Bir milleti diğerinden farklı kılan, onun kendine mahsus olan özellikleridir. Bir Fransız, bir Çinli veya İspanyol gibi değildir. Fizikçe olan benzemezliğinin yanında, tamâmen ayrı bir insan olarak oluşmuştur. Bir Finlinin ancak tebessüm edeceği bir fıkraya, bir İtalyan kahkaha ile güler. Her milletin eşyâya bakışı, hayat yorumu, zevkleri, duygu yanı, farklı bir gelişme göstermiştir. Zaman, her millete onun husûsiyetine uygun düşen ayrı bir târih, sanat, tefekkür, dil vermiştir. Daha doğrusu, o milletin yetiştirdiği kābiliyetler, kendi milletlerine bunları vermektedir. Her büyük insan, milletinin varlığına, kaynağını yine kendi milletinden devşirdiği eserleriyle katkıda bulunmuştur. Medeniyeti kuran, geliştiren, işte bu katkılardır. Dikkat edilirse bütün bu katkıları dolayısıyla medeniyetin temelinde, milletlerin inanışları yatar. Medeniyetlerin teşekkülünde dâimâ birinci derecede rol oynamıştır. Eski Yunan, Mısır, Çin medeniyetlerinden başlayarak, Hristiyanlıktan aldıklarıyla gelişmesini tamamlamış Batı medeniyeti ve nihâyet bütün Ortadoğu’yu kuşatan İslâm medeniyeti hep bu realite içerisindedir. Bir medeniyetin teşekkülünde, inanışlardan sonra ikinci faktör ırktır. Irkî husûsiyetler medeniyette önemli bir yer tutar. Batı medeniyetinin her Batılı toplumda, meselâ Alman, İngiliz ve Fransız vs.de, bir ölçüde farklı tezāhür etmesi gibi, İslâm medeniyeti de İslâm toplumunda, her milletin ırkî husûsiyetlerine uygun olarak yine farklı bir gelişme göstermiştir. Bu farklar, temelde aynı kaynağa dayandığı hâlde, medeniyetlerin ırk realitesiyle olan ilişkisini ortaya koyar. Çünkü ırkî husûsiyetlerin yok edilmesi imkânsızdır. Nitekim İslâm medeniyeti içerisinde bulunan Türkler, aynı medeniyete bağlı olan Arap, Hintli ve İranlılar'dan farklı bir hüviyet göstermişler; ayrı bir uygulama, kültür ve sanat şûbesi teşekkül ettirmişlerdir. İslâm medeniyetine bağlı bir Türk edebiyatının, Türk müziğinin, Türk folklorunun, Türk mîmârîsinin ve sosyal kurum anlayışının varlığı bunu gösterir. Bilhassa İslâm, ırkî özellikleri yok etmek bir tarafa, onun bir sisteme bağlı olarak gelişmesine yardımcı olmuştur. İslâm medeniyetinin hep yeni alanlar araması ve sonsuza kadar diriliğini, aktüalitesini sürdürme yeteneği bu husûsiyetindendir. İslâm’ın bu millî ve mahallî özelliklere gösterdiği itibar, milletlerin millî hasletlerini korumalarını ve geliştirmelerini sağlarken, böylece kendisinin de evrensel bir hüviyet kazanmasına sebep olmuştur. Nitekim Türk oldukları bilinen Macar ve Finliler'de hiçbir Türklük nişânesi kalmamış olduğu gibi Türkçe konuştukları hâlde Hristiyan olan Gagavuz Türkleri'yle, Yahudi dîninden olan Karaim Türkleri'nde bile bugün ciddî bir Türklük husûsiyeti görülemez. Yāni Müslüman olmayan Türkler, Türklüklerini de yitirmişlerdir. Her millet, yerini aldığı bir medeniyet dünyâsına kendinden bir şeyler katarak, o medeniyetin evrensel bir görünüm almasına yardımcı olurken, millî kişiliğini de geliştirerek târih içerisinde yerini almaktadır. Bir medeniyet içerisinde milletlerin bir kişilik kazanma işlemi, hiçbir zaman hemencecik olmaz, yüzyıllar ister. O medeniyet içerisinde yoğrulmuş büyük sanat, fikir ve eylem adamları yetiştirilmesi gerekir. Bizim toplumumuz on asrı bulan bir zamandan beridir, inanış olarak İslâm’ı benimsemiş ve bu düzen içerisinde büyük bir varlık göstererek, yüzyıllarca yalnız kendisini değil aynı zamanda bütün bir İslâm dünyâsını temsîl etmiştir. Kişiliğini tamamlamış, yāni bir medeniyet içerisinde yerini kesin olarak almış, her alanda en olgun eserlerini vermiş, kısacası millet olma vasfını kazanmış bir toplumun, içinde bulunduğu bu medenî durumdan koparılarak, başka bir medeniyet dünyâsına itilmesi, onun bütün varlığını hiçe saymak, bir mâcerâya sürüklemektir. Bizim bilhassa Tanzimat’tan beridir, toplumca uğradığımız işte böyle bir mâcerâ olmuştur. Türk toplumunun bütün bunalımlarının temelinde, medeniyet dâvâsı yatar. Buna bir çözüm getirilmeden, bu temel konuda aydınlarımız bir ortak bilince varmadan hiçbir şey yapılamaz. Biz, Batı medeniyetinden değil, Türk-İslâm medeniyetindeniz. Bütün târihimiz, sanatımız, kültürümüz, folklorumuz, edebiyatımız, mîmârîmiz, müziğimiz hattâ mutfağımız, zevklerimiz, güzel anlayışımız, geleneklerimiz, bu medeniyet içinde şekil almıştır. Akıl, bunu inkâr edemez. Bütün bunlar, yüzyıllar içerisinde oluşmuş, olgunlaşmıştır. Günlük yaşayışımızdan sosyal kurumlarımıza kadar her şeyimiz ona uygun bir tarzda düzenlenmedikçe varlığımızı onurlu bir biçimde sürdürmemiz mümkün olamaz. Yakın târihimiz bunu göstermektedir. Batı’nın ulaşmış olduğu teknik güçle, medeniyet problemi birbirine karıştırılmamalıdır. Yakın târihimizin aydınları, yöneticileri bunu gereği gibi ayırt edememişler; tekniği Batı medeniyetinin bir uzantısı, hattâ tecellîsi olarak görmüşlerdir. Bugün de aynı yanlışlığı sürdürenlerimiz var. Aydınlarımızın böyle bir yanlışlığa saplanmalarında, Batı’nın büyük çıkarları, dolayısıyla yatırımları rol oynadığı gibi, bu şartlandırılmış ortam yüzünden yerli düşünceye bağlı fikir ve sanat adamlarının yetişememesi de önemli bir etken olmuştur. Siyâsal emperyalizmin başarısı, kültür ve medeniyet emperyalizminin başarısına bağlıdır. Büyük, güçlü, soylu bir medeniyet kurmuşuz. Bu medeniyet yaşamaktadır, târihe karışmamıştır, antik bir medeniyet olmamıştır. Baştanbaşa Anadolu yaylasını kucaklamıştır, dipdiridir. Yapılan müdahalelere, ters operasyonlara, şartlanmış aydınlara rağmen o, yaşamaktadır, yaşayacaktır. Müdahalelerden, sürüklenen mâcerâlardan sağlam çıkmıştır. Çok büyük sarsıntılar geçirmiş, fakat sağlam çıkmıştır. Er-geç buna herkes inanacaktır. Batı; ayrı bir insanın, ayrı bir coğrafyanın, ayrı bir târihin, ayrı bir kaynağın medeniyeti, bizimkisi ise ayrı.”

Rûhu şâd mekânı cennet olsun.

Ocak 2023, sayfa no:  52-53-54-55-56

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak