“Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde olmanızı ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz. Allah adaletli olanları sever.” (Mümtehine, 60/8)
Yukarıda alıntıladığımız ayete göre devletlerarası ilişkilerde olması gereken normal durum barış halidir. Ayete göre barış halini devam ettiren unsurların ilki; tarafların birbirlerine karşı iyi niyet beslemeleri, diğeri de herhangi bir ihtilâf çıkması durumunda adalet ve hakkaniyeti esas almalarıdır. Bu iki kurala uyulduğu takdirde, devletlerin birbirine düşman olması istisnaî bir durum olur. O halde normalde istisnaî olan savaşın gerekçelerinin ilki, taraflardan birinin inanç özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik savaş ilân etmesi diğeri de toprak güvenliğini tehdit eden fiilî davranış ortaya koymasıdır.
Müslümanlar kendilerine yönelik olarak bu iki durumdan biriyle karşılaştığı takdirde, ihlal eden taraf ile savaş değil, cihat etmek durumundadırlar. Cihat kavramı, uygulamada savaş kavramından farklıdır. Çünkü cihat, sadece Allah yolunda yapılır ve hakkının verilmesi gerekir. Konuyu ayet üzerinden izah edildiğinde daha kolay anlaşılacaktır. Allah Teâlâ Müslümanlara: “Ve Allah yolunda hakkını vererek cihat edin” (Hac, 22/78) emrini verir. Ayetteki “cihadın hakkını vermek” ifadesi, onu savaştan ayıran pek çok özelliğe işaret eder. Öncelikle cihadın gerçekten cihat olması için dünya menfaati gözetilmeyip sırf Allah’a ibadet anlayışıyla yerine getirilmesi gerekir. Bu yerine geldikten sonra cihat yaparken, kimsenin kınamasından çekinilmemesi, maddî mânevî her türlü imkânların seve seve bu uğurda seferber edilmesi gerekir.[2]
Cihadın mahiyetini açıklayan bir başka ayette de yine bu hassas noktaya işaret edilerek “Size karşı savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat aşırılığa sapmayın; Allah aşırılığa sapanları sevmez” (Bakara, 2/190) buyrulur. Müslümanlar, Allah yolunda savaşmak deyiminden, “Allah’ın ismini yüceltmek ve O’nun dinini güçlendirmek için cihat etmek” anlamını çıkarmışlar ve buna göre hareket etmişlerdir. Bu ayette ve genel olarak cihat ayetlerinde Allah’ın Müslümanlara, barış durumunu bozmayı yasakladığı anlaşılmaktadır. Ve cihat esnasında da aşırılığa kaçmamayı emretmiştir ki bu, kadınların, yaşlıların, çocukların ve benzerlerinin öldürülmesini, anlaşmalı bir topluluğa saldırılmasını, ani baskınlar yapılmaması anlamına gelir. Sadece fiilen savaşa katılanlar ve savaşmayı sürdürenler öldürülebilir.
Allah Rasulü (sav) kendisine amellerin en hayırlısı nedir, diye sorulduğunda “Amellerin en hayırlısı Allah’a iman etmek, sonra da cihat etmektir.”[3] dedi. Bir başka hadisinde “Sizinle savaşmadıkları sürece siz de Türkler ve Habeşlilerle savaşmayın[4]” diyerek Müslümanlara düşmanlık yapmayıp itimat edenlerin sorumluluğunun da Müslümanların omuzlarında olduğunu haber vermiştir. Ümmetine vasiyeti de “düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin![5]” şeklinde olmuştur. “Allah’ım! Zulmetmekten ve zulme uğramaktan ya da haksızlık yapmaktan ve bana haksızlık yapılmasından da sana sığınırım[6]” duası, bu vasiyetin yerine getirilmesi için yapılır.
Bu ümmetin önderleri olan sahabiler, İslam davetini sonraki nesillere ihlas ve samimiyetle aktardılar. Cihadın, İslam dinini yüceltmede, ilimde, inançta, ibadetlerde, salih amellerde, toplum için emniyet ve güven ortamının sağlanmasında, zulmü ve düşmanlığı ortadan kaldırmada ne derece önemli olduğunu sonraki nesillere ispat ettiler. Bütün bir insanlık için güven ve emniyeti sağlamak için cihat ettiler, ömürlerini bu yolda feda ettiler. Takva ve ihsan duygularıyla, sabırla hiç yılmadan çalıştılar. Böylece Allah’ın emirlerine severek boyun eğmekte, insanları idare etmekte, cömertlikte kıyamete kadar bütün ümmete örnek oldular.
Birkaç asırdan bu yana genel olarak insanlar arasında cihadın sadece gayrimüslimlerin Müslüman olmaları, Müslüman olmayı kabul etmedikleri takdirde cizye vermelerini sağlayıncaya kadar savaşmak anlamına geldiğine dair bir kanaat oluştu. Birtakım fıkıhçılar, tarihçiler, araştırmacı ve yazarlar bu yönde kanaat bildirmeye başladılar. Bu öyle bir duruma geldi ki adeta İslam dininin barış karşıtı olduğu şeklinde bir anlayış gelişti. Sanki İslam, sevginin, barışın ve hep birlikte uyum içinde yaşamanın düşmanıymış gibi anlaşılmaya başlandı. Bunu fırsat bilen İslam düşmanları, fıkıhçılardan, tarihçilerden ve Müslüman araştırmacı ve yazarlardan sadır olan bu konuşmaları ve beyanları öne sürerek, insanları İslam’dan korkutmak ve ondan uzaklaştırmak amacıyla kullanmakta gecikmediler. Bu lafları pek çok yalan, hurafe, uydurulmuş hikâyeler ve tarihte yaşanmış bazı nahoş hadiseleri, istedikleri yöne çekerek iyice abarttılar. Amaçları insanların İslam dininden uzaklaşmalarını hatta nefret etmelerini sağlamaktı. İslam coğrafyasını savaşmadan kolayca işgal edebilmek için Müslümanların kendi içlerinden işbirlikçileri, bu şekilde satın alabileceklerinin farkındaydılar. İslam dinine ve Müslümanlara karşı oluşturulan gizli ittifakların güçlenmesi de bu şekilde mümkün olacaktı.
Nitekim geçtiğimiz yüzyılda İslam coğrafyası, Müslümanların daha önce hiç tanımadıkları bir işgal ile karşı karşıya geldi. Yahudileşmiş Avrupalı Hristiyan devletleri -İngiliz ve Amerikalılar- ümmetin kendi içinden çıkan işbirlikçileriyle birlikte, mukaddes ne varsa hepsini çiğnediler, vatan topraklarını tarumar ettiler. İlmi, medeniyeti, akılları ve vicdanları çaldılar. Bütün şehirleri ve halklarını boyundurukları altına alarak kendilerine köle haline getirdiler. İnançta, dini yaşayışta, kullukta, ahlakta, değerli saydığımız her şeyi, dilimizi, düşüncemizi, günlük yaşayışımızı, duygularımızı, bilgi ve davranışlarımızı, insanın insanlığını kirlettiler. Bütün coğrafya yangın yerine dönmüş, oluk oluk kan akarken yine Müslümanlara dönüp “barış ve kardeşlik” palavralarını dillendirebildiler. Bu kavramlardaki sihir, güzellik ve çekicilik üzerine şarkılar bestelediler. Böylece kendine sağlam bir zemin, rahat bir geçim kaynağı, tüketiciler, pazar ve hizmet edecek köleler edindiler.
Ümmet -kendisine savaş açanlara karşılık vermesi gerekirken- pek çoğu, yenilgiyi tattıkça, sihirli nağmelere sahip bu “barış ve kardeşlik” ninnileriyle uyumaya devam etti. Öyle bir zaman geldi ki bir kısmı düşmanlarına hayran kalıp onları takip etmeye başladılar. Çünkü sandılar ki bu çekici sözlerin sahipleri, kendilerinin hep iyiliğini gözeten, “altın” kalpli insanlardı. Hiç düşünmeden, kalp ve vicdanlarıyla tartmadan ve sonunu düşünmeden onların peşlerine takıldılar. Medyada, eğitimde, irşat faaliyetlerinde, araştırmalarda, kitaplarda, derslerde, seminerlerde ve konferanslarda bu zalimlerin seslerine ses oldular. Düşmanların yıkıcı fikirlerini, ümmetin kendi konuştuğu dilde ifade etmeleri, kalplerdeki etkisini her geçen gün daha da artırdı ve o uğursuz barış söylemlerinden medet umar hale getirdi. “Dünya Barışı” diye boş bir kavram, genelleşti. Bu söylem, hemen yakınlarındaki katliamlardan, baskınlardan, yangınlardan, fitne ve fesatların meydana getirdiği acılardan, yıkımlardan, bela ve musibetlerden, haksızlıklardan ve düşmanlıklardan habersiz bir şekilde, söylenmeye devam edildi. Sonuçta Müslümanlar, dillerinde “insanlar el ele tutuşsa, birlik olsa… hayat bayram olsa” gibi şarkılarla kendilerini BM’in mezbahasına sürülmüş buldu. Oradaki ikiyüzlü, hain kasapların, tam da başlarının tepesinde, onları uyuşturmak, her türlü hareket kabiliyetini, dikkatini ya da konuşmasını engellemek için sahte iyimserliklerle karşılarında durduklarını fark etmediler. Ümmetin geri kalanlarında basiret, izzet ve şeref namına bulunabilecek her türlü pırıltıyı da yok etmek için kendi bildiklerini okumaya devam ettiklerini görmezden gelerek, içlerine kabul ettikleri için şereflendiklerini düşündüler.
Geçen yüzyılın ortalarında sözüm ona bu barış şarkıları, en yüksek perdeden seslendirilirken, aynı anda Filistin’de, Cezayir’de, Keşmir’de, İran’da, Pakistan’da, Moğolistan’da, Azerbaycan’da, Afrika’da, Yugoslavya’da, Çeçenistan’da ve benzerlerinde gerçekleştirilen savaşlar ve soy kırımlardan yükselen feryatlar duyulmaz hale geliyordu.
Cihat ve savaş kavramlarının farkı:
Dillerdeki “barış” kavramının hiç uğramadığı, her gün sessiz sedasız onlarca kişinin öldürüldüğü bir İslam coğrafyası olan Filistin’de, Yahudi Devletinin işgal hareketine karşı birinci ve ikinci intifa ile başlayan ve 2000’li yıllardan bu yana aralıklarla devam eden Gazze-İsrail çatışması 7 Ekim 2023’te, abluka altındaki Gazze Şeridi’nde, HAMAS’a (حركة المقاومة الإسلامية) bağlı Kassam Tugaylarının hareketiyle yeni bir boyut kazandı. Bu tarihte açıklama yapan HAMAS yetkilileri, kendi resmi verilerine göre Ocak 2000 ve Eylül 2023 tarihlerini kapsayan dönemde toplam 11 binden fazla Filistinlinin öldürüldüğünü, 156 binden fazlasının da yaralandığını açıkladı. Bu acı gerçek, yaşayanların haricinde pek az kişiyi etkiledi. Zaten Müslümanları sömürmek için kurulan uluslararası kuruluşlardan medet umuldu (BM). “Kırk bin” ölü insan, adeta sıradan bir olaymış gibi görülüyor. Ve ölenler sivil halk olduğu halde bunun bir savaş olduğu söyleniyor. Parçalanmış bedenler, parçalanmış kalpler, parçalanmış kollar, parçalanmış kafalar, İsrail’in Gazze’de yeniden işgal yönetimi kurması için yapılıyor. Yahudi Hahamlar buna destek verirken, bakanları nükleer bomba atılmasını tavsiye ediyor.
Bu skandalların tarihte bir benzeri yok. Ama bu durum, Allah Rasulü’nün (sav) haber verdiği “vehn” e işaret ediyor. Ümmet sayıca çok olduğu halde bu zulme karşılık veremiyor. Demire, demirle karşılık verilmesi gerekirken, süslü cümleler kuruluyor, düşmandan medet umuluyor. Vehn yani ölümden ikrah etmek ve dünyayı çok sevmek, hatta en az gavurlar kadar dünyaya bağlanmak, kafirlere Müslüman coğrafyasına adeta vahşi hayvanların avlarına hücum ettiği gibi saldırma cesareti vermekte ve bize de zilleti; bize bunca düşmanlığı reva görenlerden çaresizce merhamet dilendirmektedir.
Müslümanlar cihadı bırakırsa, zillete düşer, adalet kalmaz, dünya cehenneme döner.
[1] FSMVÜ İslami İlimler Fakültesi Dr. Öğretim Üyesi.
[2] İlgili ayetin tefsiri için Taberî ve Râzî’nin tefsirlerine bakılabilir. Cihat hakkında bk. Nisâ 4/84, 95; Mâide 5/35; Tevbe 9/73.
[3] Et-Taberânî, el-Mu’cem el-kebir, 17227.
[4] Ebû Davud, Melâhim, 8.
[5] Buharî, Cihad, 112; Müslim, Cihad 20.
[6] Ebû Dâvûd, Edeb, 112.
Ekim 2024, sayfa no: 6-7-8-9
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak