Allah Teâlâ’ya îmandan sonra en çok üzerinde durulan meselelerden birisi de peygamberlere îman konusudur. Allah Teâlâ, ilk insan Hz. Âdem’in (as) yeryüzüne indirilmesiyle birlikte, insanoğluna doğru yolu göstermek, onları hidâyete ulaştırmak, hak ve hakîkate dâvet etmek, onları uyarmak, dinlerini öğretmek ve onları eğitmek üzere peygamberler göndermiştir. Peygamberler, insanoğlunun hayâtı boyunca Allah Teâlâ’nın istediği doğrultuda yaşayabilmesi için ihtiyaç duyduğu şahsiyetlerdir. Çünkü insanoğlu kendisine verilen iyi ve kötüyü ayırt etme yeteneği sâyesinde güzel ve iyi davranışlar sergileyecek bir karaktere sâhip olmasının yanısıra zayıf irâdeli, duygusal ve yalan konuşmaya meyilli bir özelliğe sâhip olmasıyla da inkâr etmeye, kötülük yapmaya ve haktan uzaklaşmaya elverişli yapıya sâhip bir varlıktır. Bu sebeple de insanoğlunun, hayâtın her safhasında hayra ulaşmasını sağlayacak, ona varlığının ve yaşamının anlamını ve gâyesini anlatacak bir rehbere/öndere/örneğe muhtaç olduğu dile getirilmiştir.1 İşte ihtiyaç duyulan bu örnek ve rehber de peygamberlerdir.
Peygamberler insana Allah Teâlâ ile olan ilişkisinin ne yönde olması gerektiği husûsunda kılavuzluk yapan elçilerdir. Allah Teâlâ’yı tanıma, O’nun varlığı ve birliğini bilme olgusu ehl-i sünnet itikâdında aklî bir gereklilik olmakla birlikte; Allah Teâlâ’ya nasıl ibâdet edilmesi gerektiği, ibâdetlerin şekli, zamânı ve nasıl yapılacağı gibi dînî konulardaki hükümlerin nitelik ve niceliğinin peygamberlerin bildirmesi ile öğrenilebileceği hakîkati peygamberlere neden ihtiyaç olduğu sorusunu cevaplamaktadır.2 Sayılarını tam olarak bilemediğimiz peygamberlerin yirmi beşinin isimleri Kur’ân-ı Kerim’de zikredilmekle berâber insanlık sahnesinin her safhasında gönderildikleri de Kur’ân’da belirtilmektedir. ‘…Hiçbir ümmet yoktur ki, aralarında bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın.’3
Peygamberler, Allah Teâlâ’dan aldıkları vahyi insanlara tebliğ eden seçkin kullardır. Bu yönüyle onlara îman etmek, inanç esasları arasında önemli bir yeri işgâl eder. Ehlisünnet itikâdında Hz. Âdem’den (as) itibâren yeryüzünde insanları uyarmak için gelmiş olan bütün peygamberlere aralarında ayrım yapmaksızın îmân etmek ve Peygamberlerin sonuncusu olan, -Kur’ân’ın ifadesiyle peygamberliğin kendisiyle mühürlenerek son bulduğu- Hâtemü’n-Nebiyyin Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) son peygamber olduğuna kayıtsız şartsız îmân etmek Müslümanın aslî vazîfeleri arasındadır. Bu husus ise insanoğlunun îmân-ı kâmil’e ulaşması için olmazsa olmaz şartlardandır. Çünkü Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde peygamberlere îmânı (Hz. Muhammed (as) özelinde) kendi zatına îmanla birlikte zikretmiştir: ‘Ey îmân edenler! Allâh’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitâba ve daha önce indirdiği kitâba îmân edin…’4 Bununla berâber peygamberlerden bazılarına inanıp bazılarına inanmamayı veya Allâh’a (cc) îmân edip peygamberleri devre dışı bırakmak isteyenleri alçaltıcı bir azap ile cezâlandıracağını bildirmiştir: ‘Allâh’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyenler, ‘Bir kısmına inanırız ama bir kısmına inanmayız’ diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu, işte gerçek inkârcılar bunlardır ve biz inkârcılara alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.’5 Dolayısıyla îman noktasında peygamberlerin aralarında bir ayrım yapmak mümkün olmadığı gibi, Allah-insan ilişkisinde peygamberleri yok saymak da mümkün değildir. Peygamberler Allah’tan (cc) aldıkları vahyi insanlara tebliğ ettikleri için vahyin vahiy olduğunu insanlara aktaranlar onlardır. Hal böyle olunca onları devre dışı bırakmak söz konusu olamaz.
Allah-insan ilişkisinde tebliğ görevini îfâ eden peygamberlerin aynı zamanda vahyi tebyin/beyân etme/açıklama görevleri de vardır. Tebliğ görevini tasdîk edip tebyin görevini reddeden bir tavır içerisinde bulunmak Allâh’ın (cc) âyetlerine muhalif olmak demektir. Bu ise insanı kâmil îman çizgisinden uzaklaştıracağı gibi kâmil insan olmasına da engel teşkil etmektedir. Netîcede vahyi, vahiyle birebir muhatap olan birinden (peygamberlerden) daha iyi anlayacak ve uygulayacak bir kimsenin olması düşünülemez. Günümüzde peygamberlere îman noktasında sapmalara yol açacak hâdiselerin toplumda vukû bulduğunu üzülerek müşahede etmekteyiz. Gerekçesi her ne olursa olsun Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) sünnetini/hadislerini gündemden düşürmeye çalışmak, herhangi bir ilme sâhip olmaksızın âyetleri Hz. Peygamber (sav) gibi kendisinin de anlayacak ve açıklayacak bir akıl ve kapasiteye sâhip olduğunu iddia ederek kendince tevillere girişmek akıl tutulmasından başka bir şey değildir. Peygamberliğin kesbî değil vehbî olduğu göz önüne alındığında vahyin neden Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav) ve diğer peygamberlere değil de başka şahsiyetlere gelmediği husûsu konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Peygamberlik vazîfesi Allâh’ın (cc) seçtiği kişilere verilmişse ilâhî hitâbı da en iyi anlayacak olanlar onlardır. Hal böyleyken mü’minlere düşen görev kayıtsız şartsız, peygamberlerin çizdiği yolda herhangi bir sarsılma göstermeksizin yürümek ve onlara ittibâ etmektir. Bu tutum, mü’minleri îmân-ı kâmil sâhibi yaparken insan-ı kâmil olmaları yolunda mesâfe kat etmelerine vesîle olacaktır.
Peygamberlik müessesesi insanın kâmil îman ve kâmil insan mertebesine ulaşmasında önemli bir yer tutarken, peygamberlerin (özelde Hz. Muhammed’in (as)) sünnetine uygun bir hayat sürülmediği takdirde insanın yanlış akımlara kapılarak dalâlete düşmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse, yakın zamanda dünyanın kalbinin attığı mübârek belde Mekke’de yaşadığımız bir olay, peygamberî bir hayat sürmenin gerekliliğini gösterir niteliktedir. Bir öğle namazı sonrası muhterem bir hocamızla birlikte Harem-i Şerif’ten çıkarken servis güzergâhına giden elektrikli araçlardan birine bindik. Bizimle berâber aynı araca binen bir şahıs araç biraz ilerledikten sonra Mekke’yi ve umrecileri eleştirmeye başladı, ardından insanların burada Allâh’ı (cc) bırakıp tağuta tapmaya başladığını iddia etti ve sözü bizim vatanımız Türkiye’ye getirerek orada da aynı durumun olduğunu ve bunun da Allâh’a şirk koşmak anlamına geldiğini söyledi. Sözlerine birkaç âyet okuyarak devâm eden şahıs pervâsızca insanları küfre dalmakla ithâm ederken yanımdaki hocamız dayanamayarak ‘İnsanların kalbini mi yardın?’ diyerek mukâbele etti ve arabadan aşağı indik. Edindiğimiz izlenim bu şahsın günümüzde İslâm adına cihad(?) yaptığını iddia ederek mâsum insanları katleden, İslâm’ı yaşamasa da kendisine zırh edinmiş, İslâm’ın tasvip etmediği akımlara müntesip olduğu şeklindeydi. Bu hâdise bize Kur’ân’ı anlama ve uygulama noktasında peygamberî bir çizgiye sâhip olmanın ne kadar önemli bir gereklilik olduğunu göstermektedir. Bu şahsın bu derece cüretkâr olmasına sebep, âyetleri cımbızlayarak hüküm çıkarmaya çalışması ve hadîs-i şerifleri kabûl etmeyerek peygamberlere îman noktasındaki kusuruydu. Görülüyor ki İslâm’ın öngördüğü bir anlayışa sâhip olmak îman esaslarından hiçbirini ayırt etmeksizin îmân etmeyi gerektiriyor. Aksi halde insanın şeytânın esîri olması ve onun sevdiği amelleri işlemesi kaçınılmaz hâle gelebiliyor. Buna engel olmak ise Allah (cc) ve Resûlü’ne (sav) tam bir teslîmiyetle bağlı olmaktan geçiyor.
Peygamberlere îman esâsı, îmân eden mü’min için bir kurtuluş reçetesi özelliğini de taşımaktadır. Kişi îmânında net ve samîmî olursa bunun karşılığını çeşitli mükâfatlarla alacaktır. Nitekim Hz. Mûsâ’nın (as) ashâbını Kızıldeniz’i yararak Firavunun zulmünden kurtaran, peygamberlerine olan îmanları ve samîmiyetleriydi. Hz. Nûh’un (as) ashâbını yeryüzünde kimse kalmazken tûfandan koruyup metrelerce yükseklikteki dalgalarla boğuşan bir gemiyle selâmete ulaştıran, Allâh’ın (cc) nebîsine olan bağlılıklarıydı. Hz. Muhammed Mustafa’nın (sav) ashâbını yüce şahsiyetler yapan, onların Bedir’de Hendek’te görünmeyen yardımcılar ile desteklenmesine vesîle olan husus yine Allâh’ın (cc) Resûlü’nü her şeyden -hattâ canlarından bile- çok sevmeleri ve O’na ittibâda kusur göstermemeleriydi. Çünkü onlar; ‘De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.’6 âyetini kendilerine şiâr edinmiş kimseler olarak Allah Resûlü’nün (sav) kendilerine Allâh’ın (cc) emirlerinden başka bir şeyi emretmediğini bilen insanlardı. Bu îmanları da onları ahlâken kemâle erdirmekte ve insan-ı kâmil olmalarına vesîle olmaktaydı.
Netîce İtibâriyle
Allah Teâlâ’nın insanlara gönderdiği bütün peygamberlerin hak olduğu, Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliğinin ise evrensel olup kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği husûsuna îman, İslâm inancının en temel şartıdır.7 Aynı zamanda peygamberlik kurumu ilâhî rehberlikle insanın önünü aydınlatarak onları dünyâda kemâle, âhiret âleminde ise mutluluğa ulaştıracak olan bir hidâyet makâmı olarak anlaşılmaktadır.8 Peygamberlere îmân edip, bu îmânın gereklerini yerine getirmek insanın îmân açısından kemâle ermesini sağladığı gibi amellerini peygamber çizgisinde işlemesine de vesîle olacak ve Allâh’ın (cc) râzı olduğu kullar zümresine dâhil olmasına zemin hazırlayacaktır. Dünyâ hayâtı bir imtihan olduğuna göre bu imtihandan başarılı bir şekilde çıkmak isteyen herkes kendisine gönderilmiş olan yardımcının uyarılarına kulak vermeli ve peygamberlere îman noktasında kayıtsız kalmamalıdır.
Habib Öztürk (Mayıs 2016)
Dipnotlar:
[1] Ebu Mansûr el-Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, çev. Bekir Topaloğlu, Ankara 2005, İSAM Yay. 2005, s.224-225; İbn Rüşd, Felsefe-Din İlişkileri, Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 2004, Dergâh Yay. 2004, s.240; Muhammed Ali Sâbûni, en-Nübüvve ve’l-enbiyâ, çev. Hanifi Akın, İstanbul 2003, Ahsen Yay., s. 39, 50.
2 Mâtürîdî, Te’vîlât, c. I, s.528-529
3 Fatır 35/24.
4 Nisa 4/136
5 Nisa 4/150-151.
6 Âl-i İmran 3/31.
7 Recep Önal, İslâm Kelâmı’nda Nübüvvet’in Mahiyeti, Kapsamı ve Gerekliliği, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi c.II, 2013, s. 151-178.
8 Fazlurrahman, Siret Ansiklopedisi (çev. Kenan Dönmez v. dğr. İstanbul. 1996) c. VI, s. 14–15.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak