Ara

İmâm-ı Rabbânî’de (ra) Sahabe Algısı

İmâm-ı Rabbânî’de (ra) Sahabe Algısı

İmâm-ı Rabbânî ashâb-ı kirâmın muhabbet ve kemâlât makâmıyla temâyüz ettiğine dikkatlerimizi çekmektedir. Onları ümmetin muhabbet öncüleri ve insanlığın yüzakları olarak görmektedir. Kemâl mertebelerini bir bir kateden ve onları zirvede temsîl eden seçkin sîmâların ashâb-ı kirâm olduğunu ve sonraki nesillerin onların herbirinde temâyüz eden makamlardan biriyle müşerref olabildiklerini beyân etmektedir. İmâm-ı Rabbânî (ra) kulluk lezzetinin ancak onlar gibi Allah aşkını hissetmeye ve onlar gibi hakîkat yoluna baş koymaya bağlı olduğunu dile getirmektedir. Sahabenin mazhar olduğu en büyük nîmet Peygamber Efendimiz’in (sav) sohbetine nâil olmalarıdır. Onların hâllendikleri bu sohbet usûlü onları tâkip edenlerin de yükseliş ve olgunlaşma seyrinin yegâne yöntemidir. Sahabeden bize kalan en güzel örneklik onlar gibi birbirimizle hemdil olabilmek, hemhâl olabilmek ve hemderde bürünmektir. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/74-75)

İmâm-ı Rabbânî’nin ifâdesiyle sahabenin eriştiği makâma, kâmil velîlerin yolun sonunda bile erişmesi zorlu bir durumdur. Peygamber Efendimiz’le (sav) ilk sohbetlerinde sahabenin elde ettiği makam, diğer velîlerin en son mertebede ancak bir nebzesini elde edebildiği makamdır. Bu sebeple Hz. Hamza'nın (ra) kâtili olan Vahşi (ra), bir defalığına Peygamberimizle sohbet etme şerefine eriştiğinden, tâbîînin en hayırlısı olan Veysel Karanî'den (ks) daha üstündür. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/286) Bu sebeple kuşakların en hayırlısı sahabe nesli olmuştur. Hadîs-i şerîfte geçen “sümme” (sonra) ifâdesi sahabenin dışındakileri geride bırakmış ve onlarla sahabe arasındaki mesâfenin uzaklığına dikkat çekmiştir. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/134)

İmâm-ı Rabbânî’ye göre ashâbın birini inkâr etmek hepsini inkâr etmek gibidir. Zîrâ onlar Rasûlullah (sav) ile berâber olma nîmetinde ortaktırlar. Peygamberle berâber olma fazîleti ise bütün fazîlet ve kemâlâtın üstündedir. Ne olursa olsun, Rasûl-i Ekrem (sav) ile birlikte olma şerefine denk hiçbir şey yoktur. Nitekim onların îmânı, Nebî (sav) ile berâberlikleri ve vahyin inişine şâhit olmaları vesîlesiyle müşâhedeye dayalıdır. Sahabeden sonra îmânın bu derecesi hiç kimseye nasîb olmamıştır. Ameller ise îmânın dalları sayılır. Bu bakımdan amellerin olgunluğu îmânın olgunluğuna bağlıdır.

İmâm-ı Rabbânî (ks) burada önemli bir ölçü ortaya koymaktadır. O da sahâbe-i kirâmın tamâmını Rasûlullâh'ın (sav) arkadaşları olarak görmek, bu husûsun gerektirdiği hukûku gözeterek onları hayır ile yâd etmektir. Çünkü Hz. Peygamber’in (sav) bütün ashâbı ulu ve büyüktür. Hepsinin hürmetle anılması gerekir. Konunun ehemmiyeti hadîs-i şerîflerde oldukça bâriz bir şekilde ortaya konulmaktadır. Rasûlullah (sav) şöyle buyurmaktadır:

Şüphe yok ki, Allah Teâlâ beni seçti, benim için arkadaşlar (ashab) seçti. Sonra onlardan benim için hısımlar ve yardımcılar seçti. Kim bana olan hürmetinden dolayı onların hukûkunu korursa Allah Teâlâ da onu muhâfaza buyursun! Kim de onlara ezâ vererek beni üzerse, Allah Teâlâ da onu üzsün!” (Hatîb Bağdâdî, Târihu Bağdâd, II/99; el-Câmi li-Ahlâki’r-Râvî, nr. 1391; Hallâl, es-Sünne, nr. 769, 834; İbn Ebû Âsım, es-Sünne, nr. 1000)

Abdullah İbn Abbas'ın rivâyet ettiğine göre Rasûlullah (sav) bir diğer hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuştur: “Kim ashâbıma söverse Allâh’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun.” (Taberânî, el-Kebîr, XII/142; Hallâl, es-Sünne, nr. 833; Ahmed, Fezâilü's-Sahâbe, nr. 8; İbn Ebû Âsım, es-Sünne, nr. 1001)

Hz. Âişe'den rivâyet edildiğine göre Peygamber Efendimiz (sav) ayrıca şu hatırlatmada bulunmuştur: “Ümmetimin en şerlileri, ashâbım hakkında cüretkâr olanlardır (ileri geri konuşanlardır).” (İbn Adî, el-Kâmil, VII/297; Ebû Nuaym, Hilye, II/183; Deylemî, el-Firdevs, nr. 3649)

Bu rivâyetlerden anlaşıldığına göre, onları, Hz. Peygamber'e (sav) duyulan sevgiden dolayı sevmek gerekmektedir. Peygamber Efendimiz (sav) hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki: "Ashâbım hakkında Allah'tan korkun, Allah'tan korkun! Onları hedef hâline getirmeyin. Onları seven beni sevdiği için sever, onlardan nefret eden de, benden nefret ettiği için nefret eder. Onlara eziyet eden bana eziyet etmiştir. Kim bana eziyet ederse Allâh’a eziyet etmiş demektir. Allâh’a ve Rasûlü’ne eziyet eden kimsenin de cezâya çarptırılması yakındır.(Tirmizî, nr. 3862; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV/87; V/54, 57; Fezâilü's-Sahâbe, nr. 1, 2, 3)

Hadîs-i şerîfte ashâbına gösterilen sevginin kendisine gösterilen sevgiden kaynaklandığını belirten Peygamber Efendimiz (sav), sahâbe-i kirâma gösterilen nefretin de kendisine gösterilen nefretten kaynaklandığını söylemektedir. Bu sebeple, Peygamber Efendimiz’i (sav) sevmenin gereği olarak onların hepsini seviyoruz. Ucu Hz. Peygamber'e (sav) dokunur diye de onlara nefret beslemekten, eziyet etmekten sakınıyoruz. Burada İmâm-ı Rabbânî bir kanâatini de ortaya koyuyor ve diyor ki: “Ne var ki, haklıya haklı, haksıza da haksız diyoruz. Hz. Ali (kv) haklı idi. Ona muhâlif olanlar ise hatâlıydılar.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/474)

Sahabe arasında cereyân eden bâzı görüş ayrılıkları ve siyâsî tartışmalara bakışımızın nasıl olacağını îzâh ederken İmâm-ı Rabbânî, bu konudaki yaklaşımlarımızı onların üstün şahsiyetlerine yaraşan iyi gerekçelere dayandırmamız gerektiğini söyler. Sahâbe-i kirâm arasında baş gösteren ayrılıklar ve savaşların, onların arasında gerçekleşen tartışmaların nefsânî arzuları ve câhillikleri sebebiyle olmadığını belirtmektedir. Zîrâ onların nefisleri beşerin en hayırlısı olan Peygamberimiz ile birlikte bulunma sebebiyle arınmış ve emmârelik vasfından kurtulmuştur. Onların devrinde gerçekleşen bu tür sıkıntılı olayların dînî ictihad ve kendilerine özgü bilgi farklılıklarından kaynaklandığını düşünmektedir. Onların bir kısmının ictihâdında hatâ etmiş olabileceğini, dolayısıyla hatâlarından dolayı bizlerin onlara menfî gözle bakamayacağımızı belirtmektedir. Zîrâ ictihaddan kaynaklanan hatâdan dolayı kınama olmaz; hatâlı ictihad tenkîd edilmez ve sâhibi ayıplanmaz. Bu anlayışın ifrat ve tefrit arasında bulunan ehlisünnetin seçtiği orta yol olduğuna dikkat çekmektedir. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/122)

İmâm-ı Rabbânî bu tesbitlerini Hz. Ali'nin (ra) şu tesbitleriyle temellendirmektedir:

“Onlar bizim kardeşlerimizdir ama bize isyân etmişlerdir. Kendileri açısından gerekçeleri olduğu için kâfir veya fâsık değillerdir.” (Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, VIII/173, 182; İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, nr. 37763; Kurtubî, el-Câmi‘ li-Ahkâmi'l-Kur’ân, 16/323-324; Mervezî, Ta‘zîmü Kadri's-Salât, nr. 591, 592)

Şerîatı ve Kur'ân'ı ilk tebliğ edenlerin sahâbe-i kirâm olduğu hakîkatine dikkat çeken İmâm-ı Rabbânî, ashâb-ı kirâmı kötüleyenlerin dolayısıyla Kur'ân-ı Kerîm ve şerîatı da kötülemiş olacağını belirtmekte ve konuyu Hz. Osman (ra) örnekliğinde izah etmektedir. Kur'ân'ı Hz. Osman (ra) toplamıştır. Şâyet Hz. Osman (ra) kötülenecek olursa Kur'ân da kötülenmiş olur. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/116)

Ashâba dil uzatmayı gerçekte Peygamber Efendimiz’e (sav) dil uzatmak olarak gören İmâm-ı Rabbânî’ye göre ashâba saygı göstermeyen, gerçekte Allah Rasûlü'ne îmân etmemiştir. Çünkü onların kötü olması, onların arkadaşının da kötü olması sonucuna varır.

“Sahabe toplumu neden bizler için vazgeçilmez öneme sâhiptir?” sorusuna İmâm-ı Rabbânî şu şekilde cevap vermektedir: “Çünkü Kur'ân ve hadisler yoluyla bize ulaşan şerîat hükümleri ancak sahabe vâsıtasıyla bize ulaşmıştır. Şâyet sahabe ayıplanırsa, onların yapmış olduğu nakillerin de ayıplı ve kusurlu olması gerekir. Bu nakil işi de sahabenin bir kısmına has değildir. Bilakis sahabenin hepsi adâlette, doğrulukta ve tebliğ işinde eşittir. Hangisi olursa olsun sahâbe-i kirâmdan bir tânesine dahi dil uzatmak, dîne dil uzatmak demektir ki, bu denli çirkin bir durumdan Allâh’a sığınırız.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/158)

Sahâbeye dil uzatanlar, "Aslında biz de sahâbeye tâbîyiz ama sahabeye tâbî olmak hepsine tâbî olmayı gerektirmez. Hattâ sahabenin görüşleri ve tercihleri muhtelif olduğu için hepsine tâbî olmak zâten mümkün de değildir" şeklinde bir îtirâzın ileri sürülebileceğinden bahseden İmâm-ı Rabbânî, buna da şöyle cevap vermektedir:

“Sahabenin bâzısına tâbî olmak ancak diğerleri inkâr edilmediği takdirde faydalıdır. Diğerleri inkâr edildiği zaman ötekilere uyma fiili de gerçekleşmez. Nitekim Hz. Ali (kv) üç halîfeye de saygı ve hürmet gösterirdi. Onlara uymayı hak gördüğü için biat etmiştir. O hâlde diğer sahabeleri inkâr ederek Hz. Ali'ye tâbî olduğunu iddia etmek katıksız bir yalandır, iftirâdır ve kuru iddiadan öteye geçmez. O sahabeleri inkâr etmek gerçekte Hz. Ali Efendimiz’i (kv) inkâr etmektir ve onun sözlerini ve davranışlarını açık bir şekilde reddetmektir.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/158)

“Dînin asıllarında sahabenin hepsine tâbî olmak vâciptir.” diyen İmâm-ı Rabbânî bu iddiasını şu şekilde temellendirmektedir:

“Dînin esas konularında sahabe arasında ihtilaf yoktur. Sahabenin ihtilâfı yalnızca ayrıntılardadır. Sahabenin bâzısına dil uzatan kişi, onların tümüne tâbî olmaktan mahrumdur. Sahabe sözleri ittifak ifâde etmekle birlikte; din büyükleri olan sahabeyi inkâr nasipsizliği, o sözlerdeki ittifâkı ihtilâfa dönüştürmektedir. Hattâ bir sözü söyleyeni reddetmek, o kişinin söylediklerini de reddetmeye götürmektedir. Zîrâ şerîatı bize ulaştıran, ashâbın tümüdür. Çünkü ashâbın hepsi adâlet sâhibidir ve her biri bize şerîattan bir şey ulaştırmıştır. Aynı şekilde Kur’ân da her birinden bir veya daha fazla âyet alınarak toplanmıştır. O hâlde sahabenin bâzısını inkâr etmek Kur’ân'ı bize ulaştıranları inkâr etmek demektir. Böyle olunca, sahabeden bâzılarını inkâr eden kimsenin şerîatın bütün hükümlerini yerine getirmesi mümkün olmaz. Bu durumda felah ve kurtuluş nasıl mümkün olabilir? Aklı başında olan kişi, Rasûlullâh'ın (sav) irtihâlinin üzerinden henüz bir gün bile geçmeden, sahâbe-i kirâmın bâtıl bir durum üzerinde birleşmesini mümkün görmez. Şu sâbittir ki; Allah Rasûlü'nün vefât ettiği gün sahabenin hepsi de gönül rızâsıyla ve kendi tercihleriyle Sıddîk-ı Ekber'e (ra) biat etmişti. Böyle bir durumda Rasûlullâh'ın bütün ashâbının dalâlet üzere birleşmeleri imkânsız bir durumdur. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/160) Nitekim Peygamber Efendimiz de (sav) buyurmuştur: ‘Ümmetim sapıklık üzerine birleşmez.’" (Tirmizî, nr. 2167; İbn Mâce, nr. 3950; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, nr. 27766)

Birçok kişi ve kesimin imâmet konusu ile ilgilendiğini, halîfelik ve sahâbe-i kirâm arasındaki çekişmeler konusunu devamlı canlı tuttuklarını söyleyen İmâm-ı Rabbânî bu gidişattan duyduğu rahatsızlığını belirtirken, bu kimselerin câhil râfizîleri ve azgın bid'atçıları taklîd ettiklerini, ashâb-ı kirâmla ilgili hayır adına hiçbir şeyden söz etmediklerini, ashâb-ı kirâm ile ilgili söylenmeyecek sözleri onlara nisbet ettiklerini belirtmektedir. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/399) İmâm-ı Rabbânî bu kanâatlerini özetlerken özellikle şu hadîse dikkatlerimizi çekmektedir:

“Fitneler -veya bid'atlar- ortaya çıkıp da ashâbıma sövüldüğü vakit, âlimler doğru bildiğini açıklasın. Bunu yapmayan kimseye Allâh’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti olsun. Allah onun ne ibâdetini ne de tövbesini kabûl eder.” (Hallâl, es-Sünne, nr. 787; Zehebî, Mîzânü'l-İ‘tidâl, 6/241; İbn Hacer, Lisânü'l-Mîzân, 5/264; Hatîb, el-Câmi li-Ahlâki’r-Râvî, 2/118, nr. 1393)

İmâm-ı Rabbânî konuya devam sadedinde İmam Mâlik'in şu sözünü de bizlere nakletmektedir:  “Peygamber'in (sav) ashâbından herhangi birine dil uzatan biri; Ebû Bekir'e, Ömer'e, Osman'a veya Muâviye'ye ya da Amr b. Âs'a dil uzatan bir kimse; bunların dalâlette ve küfür üzere olduklarına inanarak dil uzatırsa öldürülür. Dalâlet ve küfrün dışında bir şey olmak kaydıyla, insanların birbirlerine yaptıkları hakâretlerle dil uzatırsa çok ağır bir şekilde cezâlandırılır. Sapık râfızîlerin iddialarının aksine, Hz. Ali ile savaşanlar kâfir olmadıkları gibi, bâzı kimselerin iddia ettiği gibi fâsık da değillerdir.”

İmâm-ı Mâlik’in bu değerlendirmesine açıklık kazandırmak bağlamında İmâm-ı Rabbânî şu değerlendirmelerde bulunmaktadır: Sahâbe-i kirâmdan Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr gibi kimseler Hz. Ali'nin karşısında idiler. Henüz Muâviye siyâset sahnesine çıkmadan Hz. Talha ve Hz. Zübeyr, Cemel Vakasında 13.000 kişi ile berâber öldürülmüştür. Kalbinde hastalık, iç dünyâsında pislik olanlar hâriç, hiçbir Müslümanın bu kimselere sapık veya fâsık demeye dili varmaz. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/396-399)

Sonuç Olarak

İmâm-ı Rabbânî’ye göre Hz. Peygamber’in (sav) sohbetinde bulunma fazîleti bütün fazîletlerin ve kemâlâtın üstündedir. Çünkü onların îmânı şühûdîdir, yâni bizzat şâhit olmaya ve görmeye dayalıdır. Bu büyük nîmet başkalarına nasîb olmamıştır. Hiç duymak ile görmek bir olur mu? Ashâb-ı kirâmın tamâmı bu üstünlükte eşit olduğundan hepsine karşı saygı beslenilmesi, hepsinin hayırla yâd edilmesi gerekir. Zîrâ ashâb-ı kirâmın tamâmı rivâyetlerinin kabûlü ve hükümlerin tebliği noktasında âdil olup hepsi de eşittirler. Birinin rivâyetinin diğerinin rivâyetine karşı bir üstünlüğü yoktur. Kur'ân-ı Kerîm'i sahâbe-i kirâmın hepsi bizlere taşımışlardır. Kur’ân-ı Kerîm'in dağınık hâlde olan âyetleri onlardan alınıp toplanmıştır. Hepsi de âdil ve güvenilir olduğu için kiminden iki âyet, kiminden üç âyet, kiminden daha çok yâhud daha az sayıda âyet toplanmıştır. Bu şekilde Kur’ân bir mushaf hâline getirilmiştir. Ashâb-ı kirâmdan birini cerh etmek yâni onun yaptığı rivâyete güvenilmeyeceğini söylemek, yüce Kur’ân'a karşı bir hareket olur. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm'in bâzı âyetleri bu cerh edilen sahabiden gelmiş olabilir (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/318).

Temmuz 2019, sayfa no: 24-25-26-27-28

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak