Ara

İmâm-ı Rabbânî ve Şirk Kavramı Üzerine Bir Mülahaza / Dr. Mustafa Özgen

İmâm-ı Rabbânî ve Şirk Kavramı Üzerine Bir Mülahaza / Dr. Mustafa Özgen

Nakşibendî Müceddidiyye kolunun kurucusu olan İmâm-ı Rabbânî, rüyâda gördüğü Hz. Peygamber’den (sav) kendisinin kelâmda müctehid olduğu müjdesini aldıktan sonra kelâmî meselelere daha çok ilgi duymuştur. Ondan sonra kelâmcıların delillerden yola çıkarak nazar ve istidlâlle icmâlî olarak tesbît ettiği meseleleri mutasavvıfların keşif ve ilhamla tafsîlâta kavuşturduğunu söylemiştir. Fıkhî hükümlerden söz ettiği yerlerde fetvânın kime âit olduğunu mutlaka belirtip kayıtlı olduğu esere atıfta bulunduğu halde itikâdî meselelerde bazen mezhep imamlarını bile tenkîd etmesine bakarak onu, itikâdî meseleleri tasavvufî ıstılahlarla tafsîlâta kavuşturmaya çalışan mutasavvıf bir kelâmcı olarak tanıtmanın daha doğru olacağı kanâatindeyiz.

İmâm-ı Rabbânî, her şeyden önce insanın en büyük meziyeti olan îmânın değerine ve onun karşısındaki küfür ve şirkin zararlarına dikkat çekmiştir. Meseleyi büyük günah işleyenin îmandan çıkıp çıkmadığı tartışmasıyla birlikte gündeme getirmiş, küfrü en büyük hata olarak görmüş, Allah Teâlâ’nın küfür ve kâfirlere karşı zâtî bir gazabının olduğunu ve ilâhî rızâya ermek için ondan uzak durmaktan daha fazîletli bir fiilin olmadığını söylemiştir. Küfrün mâhiyeti değiştirmedikçe temizlenemeyen bizzat pislik olduğunu, fakat aslında temiz olmasına rağmen sonradan kirlenmiş nesnelerin tekrar temizlenebildiği gibi, günahla kirlenmiş mü'minin de temizlenip cennete gireceğini vurgulamıştır. Allah Teâlâ’nın vâcibü’l-vücûd oluşunda ortağının (şerîkinin) olmadığını söylediği halde O’ndan başkasına ibâdet etmeye esir düşen kişiyi müşrik olarak târif etmiştir.

İmâm-ı Rabbânî kendinden önceki bazı âlimlerin yaptığı gibi şirki küçük (asgar) ve büyük (ekber) olarak ikiye ayırmış ve meseleyi bazı tarîkat meşâyıhının (pîrlerinin) sıkça tekrâr ettiği, “Maksut kabûl edilen şey mâbuddur.” cümlesi ışığında incelemiştir. İnsanın maksat edindiği şeye bütün varlığı ile yöneleceğini, hayatta oldukça ondan soğumayıp bıkmayacağını ve her türlü zillete katlanacağını iddia etmiş, “Lâ ilâhe illallah” cümlesini “Allah’tan başka maksut yoktur” mânâsında anlamış ve Allah Teâlâ’dan başka maksat kalmayıncaya kadar kelime-i tevhîdi çokça tekrâr etmeyi tavsiye etmiştir.

İmâm-ı Rabbânî insanın maksat edindiği şeyi elde etmek için hiçbir ölçü tanımadan ona yönelip her yolu mubah sayarcasına bir gayret içine girmesini ibâdet etmeye eşdeğer kabûl etmiştir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’dan başkasını maksat edinmeyi O’na ortak etmek olarak görmüştür. Ona göre bir şey elde etmeye çalışılırken dînî ölçülerin dışına çıkılmaz ve mahzurlu kabûl edilen hareketlere tevessül edilmezse o şey, hakîkî maksat olmaz. Ulaşılmak istenen maksat Hak Teâlâ olduğu için mâbud da O’dur. Böyle davranan insan, tabiatının gereği farklı bir şeye meyletmiş olsa da din çerçevesinde bir mü'min olarak devâm etmektedir.

İmâm-ı Rabbânî, insanın fıtratı gereği ibâdet etmeye yatkınlığını vurguladığı gibi Allah’tan başka maksat edinilen varlıkları “bâtıl ilâh” olarak târif etmiş ve onlara bağlanmayı oldukça çirkin bulmuştur. Bâtıl ilâhları “âfâkî” ve “enfüsî” olmak üzere ikiye ayırdıktan sonra insanın dışındaki canlı veya cansız varlıklara “âfâkî ilâh” demiş, içindeki kötü hislere “enfüsî ilâh” ismini vermiştir. Maddî varlıklardan ibâret olan âfâkî ilâhlara bağlanmayı doğrudan küfür olarak gördüğü halde enfüsî ilâhlara bağlanmayı sâdece isyan veya itâatsizlik olarak târif etmiştir. Her dönemdeki putlara ortak isim olabilecek Lât ve Uzza gibi bâtıl ilâhlara ve onlara ibâdet eden kâfirlere Allah Teâlâ zâtî olarak düşman olduğu için, onları cehennemde ebedî olarak cezâlandıracağını tekrar etmiştir. Ancak ona göre Allâh'ın enfüsî bâtıl ilâhlara gazabı, sıfatlarla yâni yapılan hatâlı fiil ile alâkalıdır. Allah Teâlâ onları bir müddet cehenneme atsa bile ebediyyen orada bırakmayacak hattâ bazılarını ya doğrudan ya da şefâatle affedecektir. “Rahmetim gazabımı geçti.” (Buhâri, Tevhîd 15, 22, 28, 55) meâlindeki hadîs-i kudsî'de zikredilen gazap, müşriklere yönelik olan zâtî gazap değil, sâdece âsî mü'minlere dönük olandır.

İmâm-ı Rabbânî Allah Teâlâ’nın, “Kendilerine tanımamaları emredilmesine rağmen tâğûtun önünde mahkemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları çok uzak bir dalâlete düşürmek istiyor” (Nisâ, 60.) meâlindeki âyetten Allah Teâlâ’dan başka canlı ve cansız varlıkların oluşturduğu âfâkî ilâhlardan yardım istemeyi, insanı doğrudan dinden çıkaran büyük şirk olarak târif etmiştir.

Araplar, İslâmiyet’in Arabistan’da yayılmaya başladığı ilk günlerde putlara tapmakta ve kimisinin kendilerini tehlikeden koruyacağına, kimisinin bereket veya sağlık vereceğine inanmaktaydı. Başta yukarıdaki âyet olmak üzere çeşitli yollarla bunun yanlışlığı ortaya konunca puta tapma terk edilmişti. Ancak doğrudan ibâdet niyetiyle olmasa bile, zaman içinde bazı varlıklara gizli güçler atfederek saygı duyanlar olmuştur. İnandığını söyleyen kişiyi dinden çıkmakla ithâm etmenin büyük bir vebâl olduğu bilincine sâhip olan İmâm-ı Rabbânî, yukarıda anlatıldığı gibi davranan insanı doğrudan şirke düşmüş kâfir olarak târif etmek yerine şirk ve küfür alâmetleri de taşıyan âsî ve günahkâr mü'min olarak târif etmiştir. İnsanı doğrudan şirk ile suçlamakla onda bazı şirk alâmetlerinin bulunduğunu söylemek arasındaki farka işâret etmiştir. Ehl-i sünnetin şiârından olan “ehl-i kıbleyi tekfîr etmeme” düstûruna bağlılığını sürdürmüş, Hanefî âlimlerinin “bir kişinin doksan dokuz bakımdan tekfîr edilmesine fakat sâdece bir bakımdan mü'min olduğunu söylemeye delîl olduğu takdirde tekfîre başvurmama” prensibine uymuştur.

İmâm-ı Rabbânî, Mekke’nin fethi gününde Hz. Peygamber’in (sav) kadınlardan biat alırken kendilerinden istenenlerin zikredildiği şu âyeti hatırlatmıştır: “Ey Peygamber! Mü'min kadınlar Allâh'a hiçbir şeyi şirk koşmama, hırsızlık yapmama, zinâ etmeme, çocuklarını öldürmeme, elleriyle ayakları arasında bir iftira düzüp getirmeme, dîne ve akla uygun hiçbir konuda sana karşı gelmeme husûsunda biat etmeye geldiklerinde biatlerini kabûl et ve onlar için Allah’tan af dile. Allah Ğafûr ve Rahîm’dir.” (Mümtehine, 12.) İmâm-ı Rabbânî kadınların daha kolay iknâ edilebileceği ve psikolojik olarak farklı uygulamalara yatkın oldukları için âyetteki şartların onların biatiyle birlikte zikredildiğine dikkat çekmiş ancak aynı şartların erkekler için de geçerli olduğunu not etmiştir. Ayrıca kendi zamânındaki birçok kadının da Allah’tan başka şeylerden yardım istemeye eğilimli hattâ alışkın olduklarını dile getirmiş, Allah Teâlâ’nın muhafaza buyurduğu çok azı dışında neredeyse hepsinin müşrik âdetlerine takıldığını, Hindu bayramlarına ihtimâm edip Yahudilerin belli günlerde icrâ ettiği merâsimlere katılarak şirk ve küfre bulaştığını kaydetmiştir. Onların Hindu merâsimlerini kendi bayramları gibi görmelerini, kırmızıya boyadıkları kaplar içinde birbirlerine kırmızı pirinç hediye etmelerini, öyle günlere itinâ göstermelerini şirk ve küfür olarak görmüş ve Kur’ân-ı Kerîm’deki, “Onların çoğu ancak şirk koşarak Allâh'a îmân ederler” (Yûsuf, 106.) meâlindeki âyette işâret edilenler grubuna girdiklerini kaydetmiştir.

Burada önce İmâm-ı Rabbânî’nin iki dîne inananları dinden çıkmış kabûl ettiği ve İslâm ve küfür hükümlerine berâberce sarılmayı büyük şirk olarak gördüğü kaydedilmelidir. Yâni o, bir Müslüman’ın Hristiyanlık, Yahudilik, Hindûluk ve Budistlik gibi mensuh ve bâtıl dinlere inananları da mü'min görüp, âhirette onlarla birlikte olmayı beklediğinde İslâm’ın dışına çıktığına inanmıştı. Fakat İslâm’ın tek din olduğuna ve diğer dinlerin neshedilmiş ve bâtıl olduğuna inandığı halde onlara mensup olanların tertîb ettiği merâsimlere katılma ve belirledikleri zamanlara saygı duymanın şirke doğru atılmış bir adım ve bir şirk belirtisi olduğunu söylemiştir. O merâsimlere katılanların günah işleyerek şirke yaklaştığını fakat küfrün bir alt şubesi olan büyük şirke düşmediklerine inanmıştır. Öyle davranan mü'mini ölümcül hastaya benzetmiş ancak ölü olmadığında ısrâr etmiştir. Dolayısıyla can çıkmadıkça canlı ile ilgilenilmeyi vazîfe telakkî etmiş, tebliğ ve dâvet makâmını Hz. Rasûlüllâh’a (sav) vâris ve vekîl olmaya eşdeğer görmüştür. Kur’ân-ı Kerîm’deki, “Kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını artırsın” (Bakara, 10.) meâlindeki âyeti kaydederek başladığı bir mektupta şunları ilâve etmiştir:

“Kalb hasta olarak devâm ettikçe ibâdet ve itâat fayda vermediği gibi, zarar bile verir. “Kur’ân, kendini okuyan nicelerine lânet eder.” cümlesi hadîs olarak bilinmektedir ve “Oruç tutan birçok insanın açlık ve susuzluktan başka kazancı yoktur” (İbn Mâce, Sıyam, B. 21, 1690; Dârimî, Sünen, Rikâk, B. 12, no. 2722) sahîh bir haberdir. Kalb doktorları önce hastalığın yok edilmesini hedefler. O hastalık ise kalbin Hak’tan başkasına, hattâ insanın kendi nefsine bağlanmasıdır. Zîrâ insan herşeyi nefsi için sever ve onun için ister. Evlâdını severse onun için; mal, riyâset ve makâmı da onun için sever.” (Mektûbât, I, 110, mektûb. 105)

İmâm-ı Rabbânî meseleye dâir nihâî görüşünü ortaya koymak üzere bir soruyu kendisi dile getirip cevap verir:

Günümüzün Hindistan Müslümanlarının yaptığı gibi, kendisinde îman mevcut olduğu halde küfür âdetlerini icrâ eden, kâfir merâsimlerine tâzim gösteren ve bu yüzden âlimlerin kâfir olduğuna hükmettiği ve dinden çıkmış saydığı kişinin âhirette ebedî azâb ile cezâlandırılmaları gerekir. Hâlbuki sahih haberlerde kalbinde zerre kadar îmânı bulunan kişinin cehennemden çıkıp ebedî azapta kalmayacağına dâir rivâyetler vardır. Buna ne denecek?

Cevap: Bahsi geçen kişi eğer -Allah korusun- doğrudan kâfir ise ebedî azap içinde kalacaktır. Ama küfür merâsimlerini icrâ ettiği halde, kalbinde zerre kadar îmânı olan cehennemde azap görecek ama îmânının bereketi ile orada ebedî kalmaktan kurtulmasını ümîd ederiz.” (Mektûbât, I, 273, mektub. 266)

İmâm-ı Rabbânî meselenin îman ve ibâdetler bakımından ehemmiyetine işâret etmek üzere Hz. Rasûlüllâh’ın (sav) “Ümmetimde şirk, karanlık gecede kara taşın üstünde yürüyen karıncanın hareketinden daha gizlidir.” (Benzer ifâdelerle, el-Hâkim, el-Müstedrek, II, 319) hadîsini zikreder. Şirkle bağlantısı olanların bu hadiste ümmet olarak zikredilmesine dikkat çekmiş, bunu şirke bulaşan herkesin dinden çıkmakla itham (tekfir) edilmemesi gerektiğine işâret saymıştır.

Ancak yukarıda büyük şirkin küfür çeşidi olarak sunulmasına rağmen, niçin küçük şirke bulaşanın kâfir olmadığının vurgulandığı sorusu gündeme gelir. Buna cevap ararken bazen ölçünün kaçtığına şâhit olan İmâm-ı Rabbânî, Mekke müşriklerinin yaptıklarıyla riyâkâr mü'minin davranışı arasındaki farkı da ortaya koyarak günah işleyen herkesi din dışı ilân etmenin (tekfir etmenin) netîcesine dâir îkazlarda bulunmuştur. Ona göre müşrikler putların kendilerini Allah Teâlâ’ya yaklaştırmaya yetkili olduğuna inanarak ibâdet ediyorlardı. Hâlbuki riyâkâr mü'min, ibâdetini göstermeye çalıştığı insanın kendini Allah Teâlâ’ya yaklaştırmasını beklemez, tam tersine öyle bir davranışın hatâ olduğunu bilir ve çoğu zaman buna mânî olmaya çalışır. Burada bütün varlığıyla yönelmek mânâsındaki mâbudluk ve maksudluk kavramları gerçekleşmediği için ibâdet Allah Teâlâ’dan başkasına yönlendirilmiş olmamaktadır.

Îman-amel münâsebetini Ehl-i sünnet görüşüne uygun olarak ele alan İmâm-ı Rabbânî, günâhın insanı dinden çıkarmadığına, îmânı yok etmediği halde onu kirlettiğine inanmış ve temizlenmeden cennete girilemeyeceğini söylemiştir. Hz. Peygamber’in (sav), “Ümmetimden büyük günah sâhiplerine şefâat edeceğim” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyamet, B. 11, no. 2435; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 213) sözünü ve “Benim ümmetim rahmete erecektir. Âhirette onlara (ebedî) azap yoktur” (Ebû Dâvud, Fiten, B. 7, no. 4278) hadislerini görüşüne delîl olarak sunmuştur.

İmâm-ı Rabbânî küçük şirk olarak bilinen riyâkârlığı ele almış, ibâdetlerde gösteriş yapmayı, başkalarına duyurma ve insanların övgüsünü bekleme gibi davranışlardan kaçınmayı, ihlâs sâhibi mü'minin gözetmesi gerektiğine vurgu yapmıştır. Allah Teâlâ’dan başka vâcibü’l-vücûd tanımamayı ve sâdece O’na ibâdet etmeyi düstûr edinip hiçbir varlık veya kişiyi ortak koşmamayı, Hz. Peygamber’e (sav) yaraşır bir ümmet olabilmenin ilk şartı olarak sunmuş ve bu vesîleyle Hz. Rasûlüllah (sav) efendimizle sahabe arasında geçen şu olayı nakletmiştir:

Hz. Peygamber (sav), “Küçük şirkten kaçınınız.” buyurduklarında,

Sahâbe-i kirâm (ra), “Küçük şirk nedir?” diye sordular.

Hz. Rasûlüllah (sav), “Riyâdır.” buyurmuştu. (Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 428, 429)

İmâm-ı Rabbânî’nin şirk husûsunda dile getirdiklerini Hz. Peygamber’in (sav), “Ümmetim için gizli şirk ve şehvetten kaygı duyuyorum” buyurduğu zaman etrâfındakilerin “Sizden sonra da şirk olacak mı?” sorusuna verdiği cevâbın müşahhas misâllerle izâhı olarak görmek mümkündür. Hz. Rasûlüllah (sav) o soruya, “Evet. Fakat bu, güneşe, aya, taşa ve puta tapmak şeklinde olmayacaktır. İnsanlar ibâdetlerini riyâ için yapacaklardır” (İbn Mâce, “Zühd”, 21, no. 4205; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 403) şeklinde verdiği cevapla oldukça mühim bir meseleye işâret buyurmuştu. Ümmetinin doğrudan büyük şirk olarak târif edilen açık şirke sapmayacağını fakat ibâdetleri başkasına da göstermek için yapmaktan ibâret olan ve daha sonra küçük şirk olarak tanınacak bir tehlikeden bahsetmişti.

Bu vesîleyle İmâm-ı Rabbânî’nin Hz. Peygamber’den (sav) geldiğini belirtip tekrâr ettiği duâyı tekrâr etmeyi Allah Teâlâ’nın nusretine bir vesîle ittihâz ederek biz de tekrâr ediyoruz: “Allâh'ım, ardında küfür olmayan sâdık îman nasîb eyle.” (Tirmizi, Daavât, B. 30. No. 3419)

Haziran 2023, sayfa no: 12-13-14-15-16-17

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak