1.
İlim, kutlu bir uğraştır. Yüce kitâbımızdaki “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” âyeti ilmin bu değerini/önemini anlamamız açısından önümüze çok zengin bir anlam dünyâsı çıkarır. Fakat mesele ilimden ne anladığımızdır. Zîrâ ona bakışımızı, onu edinme biçimimizi ve ondan ne beklediğimizi bu temel soru belirleyecektir.
Bu konuda târih boyunca tek bir anlayış gösterilemez. Meselâ; resmî öğretim kurumlarında ilim, sâdece gözlem ve deneye bağlı olarak edinilen mâlûmât olarak görülmüştür. Günümüzde de durumun farklı olduğu söylenemez. İlim, yine beş duyu ile algılanabilecek gerçeklerin mâlûmâtı olarak görülmektedir.
İlmin târifinde pozitivizmi temel alan yaklaşımlar böyle olmakla birlikte bu konuya farklı bakışlar da yok değildir. Özellikle felsefe ve tasavvuf, meseleye daha farklı bakmaktadır. Bu iki disiplinin bakış açısında ilme metafizik açıdan da yaklaşılır. Böylece bilinmesi gerekenlerin mâhiyeti “pozitivist” yaklaşımdaki ilmin netîcelerine göre değişiklik gösterir. Beş duyunun dışında kalan konular da ilmin mâhiyeti ve muhtevâsı içine girer.
Bu konuda özellikle tasavvufun bakışı oldukça mânidardır. Zîrâ tasavvuf, ilmi tek başına sâdece akıl, deney meselesi olarak görmez, onu “gönül” kavramıyla birlikte değerlendirir. Bu fizikten metafiziğe doğru bir anlama biçimidir. O zaman insan, kâinat, yaratılış, ölüm; kısacası her konu hem fizik hem metafizik bağlamda bir bütünlük içerisinde ele alınır ve ortaya işimize yarayacak gerçek bir bilgi manzûmesi çıkar. İnsan, bu tür bilgiyle mücehhez ise işte o zaman onun bir şeye dâir bilgisi olduğundan söz edebilir.
2.
Bu konuda bize rehberlik edecek isimlerden biri de Yûnus Emre’dir. Onun “İlim ilim bilmektir” mısrâıyla başlayan şiiri âdetâ bir ilim (gerçek ilim) tanımlamasıdır. Buna göre ilim ilk bakışta “bir şeyi bilmek” iken bir adım ötesinde insanın “kendini bilmesi” noktasına gelir. Böylelikle insanın öncelikle kendi varlığı üzerine bir bilgi sâhibi olmasını gerekli kılar. Mesele burada da kalmaz. Bir adım ötesinde de devreye “Hakk’ı bilmek” kavramı girer. Çünkü “Nefsini (kendini) bilen Rabbini de bilir”. Böylece ilim, beş duyunun ötesindeki bir âleme açılmış olur. İşte Yûnus Emre’ye göre okumanın mânâsı budur. İlim, esmâdan biri olarak böyle bir bakışla metafizik bir muhtevâ kazanır.
Peki, böyle yapılmazsa ne olur? İnsan yine bir şeyleri bilir ama bu bilgiler ona kendini, Allâh’ı bilme noktasında bir kazanç sağlamaz. Yûnus Emre’nin ifâdesiyle “kuru bir emek”e dönüşür. Hakk’tan ayrı bir telakkîye sâhip olduğu için sâhibini gururlandırır. Gurur ise nefsi besler. İşin içine nefs girince de sâhip olduğumuz bir bilgi bize insan olma noktasında bir kazanç sağlamaz. İşte tam da burada “gönül” kavramına bakmak lâzımdır. Çünkü tasavvufî anlayışta insan etten, kemikten bir varlık değil baştan sona bir gönüldür. Başka bir deyişle gönlü olan hakîkî mânâda insan olur. Peki neden gönül? Çünkü gönül, tecellî mekânıdır. Orayı Hakk’a özgü kıldığımızda orada hakîkat yâni sahih bilgi tecellî eder. İnsan, kaynağı ilâhî olan bu bilgiyle kendini de hayâtı da ölümü de, kısacası her şeyi ona göre anlar ve yorumlar.
Mutasavvıfların zâhirî bilgiyi önemsemez gibi görünüşlerinde işte böyle bir tutum vardır. Aslında onlar da mektep ve medrese tahsili yaparlar, bu tür bilgileri tahsil ederler. Ne var ki bunlar insana dünyâya ilişkin mâlûmât verir ama hakîkat konusundaki bilgisizliği gideremezler. Bu yüzden bir adım ötesine geçmek, akla bizi getirdiği yer için teşekkür edip destur vermek ve aşk kitâbının sayfalarını açmak ve bize gerçek ilmi tahsil ettirecek bir üstâdın önünde diz çökmek gerekir. O zaman biz de Yûnus Emre gibi “Dört kitâbın mânisin/Okudum tahsil ettim/ Aşka gelicek gördüm/Bir uzun hece imiş” diyebiliriz. Aşkın mekânının ise “gönül” olacağı muhakkaktır. Bu durum elbette zâhirî bilginin tamâmen dışlanacağı mânâsına gelmez. Mesele, diyelim bir taşı, bir çiçeği incelerken onların da yaratılmış birer varlık olarak bir âyet hükmünde olduklarını görüp bilebilmektir. O zaman fizik de matematik de biyoloji de insanı Allâh’a götürür. Her biri kendi dilince O’nu söyler, zikreder. İnsan da bu ilâhî koroya katılarak tecellîden nasîb alır. O zaman işte “bilmek” insanı “olma” durağına getirir. Bu durağa gelenler için ise “meçhul” diye bir şey kalmaz. Her şey, mâlûm olana/bilinene dönüşür. O zaman bilgi önümüzde ışık olur. Karanlık, aydınlığa dönüşür. O zaman bilgi sayfalar dolusu mâlûmât olmaktan çıkar tek bir “elif”e dönüşür. Çünkü dört kitâbın mânâsı Yûnus’un ifâdesiyle “bir elifte bellidir.” Elif ise Allah bilgisidir. Elif’i bilmeyen ise “ya nice okumuştur?” yâni boşuna okumuştur.
3.
İşte bugün ilim, bilgi konusunda onu gönülden ayırarak ele almak şeklinde bir sorunla karşı karşıyayız. Gönülden habersiz lâkin beyni mâlûmâtla dolu bir çok insanla karşı karşıyayız. Bunların unvanları vardır. Buna güvenirler ve her şeyi bildiklerini söylerler. Uzayın derinliklerinde gezerler, yerin binlerce km. altına inerler. Fakat câhili oldukları/kaldıkları bir konu vardır. Her şeye yakın olmuşlardır ama kendilerine uzaktırlar. Böyle olunca da yâni kendilerini dolayısıyla Hakk’ı bilmedikleri, gönlün aynasına bakamadıkları için aslında bildiklerini sandıkları şey ne kendilerine ne de insanlığa bir fayda verir. Aksine, bilgilerinin netîcesi olarak gerçekleşen buluşlarla, îcatlarla insanlığın, tabiatın mahvına sebep olurlar. Bugün bu tür bir tahrîbâta ne yazık ki hem insanlar hem diğer canlılar mâruz kalmaktadırlar. Oysa gönül bilgisine sâhip olunsaydı tabiatın da diğer canlıların da hakları, hukukları olduğunu biliyor olacaktık.
İşte bu noktada tasavvufun bilgi anlayışını bilmek, içselleştirmek insanlığın en âcil meselesi olarak karşımızda duruyor. Öyleyse burada biz de Yûnus Emre gibi şöyle diyebilelim: “ “Yûnus Emre der hoca/Gerekse bin var Hacca/Hepisinden iyice/Bir gönüle gitmektir.” Çünkü gönül, sevginin olduğu gibi ilmin, bilginin de kaynağıdır. Bu böyle anlaşıldığında câmide nasılsak laboratuvarda da öyle oluruz. Kesret kaybolur, vahdet ortaya çıkar. Her şeyi bir’de birleyenler aslâ ikiliğe düşmezler. İlimleri de fizik metafizik, dünyevî uhrevî diye ayırmazlar. Kâmil âlim olmanın şartları da böylece tamamlanmış olur.
Yûnus Emre’nin bahsi geçen şiirinde, söz etmemiz gereken bir husus daha var. Bir önceki paragrafta geçen “gönüle girmek”le “Hacca gitmek” konusu. Zîrâ bu ifâdeler kendi bağlamında anlaşılmayınca problemli bir anlama bürünmektedir. Peki bu durumu nasıl anlamak lâzımdır? Sûfî telakkî, maddeye değil mânâya bakar. Ama insanların çoğu maddeden mânâya geçemez. Maddede takılıp kalırlar. Yûnus Emre’nin îkâzı bu yöndedir. Eğer Kâbe’yi gönül kavramıyla birlikte anlamazsak Haccın da mânâsına ermiyoruz demektir. Değilse buradan kuru akılla Haccı önemsizleştirmek gibi bir anlamın çıkmayacağı açıktır. Aslında bu durum, diğer ibâdetler için de böyledir.
4.
Her şey fânîdir. Bâkî olan sâdece Allah’tır. Meseleye bu anlayışla yaklaştığımızda ilimden amele her şeyin sâdece O’nun rızâsı için öğrenilmesi ve yapılması gerekliliği ortaya çıkar. Kesrete düşmeden bütün ilimler bir bütün olarak ele alınır. Günümüz anlayışında olduğu gibi ilim müsbet ilimler, din ilimleri gibi bir ayrıma da tâbi tutulmaz. Bir fıkıhçı kendi alanı için diyelim sosyoloji bilmeyi, bir fizikçi târih bilmeyi nâfile bir uğraş olarak görmez. Bizim târihimizdeki hemen bütün bilginlerde böyle çok yönlülük görülür. Meselâ İbn-i Sina hem tıpçı, hem fizikçi, hem filozoftur. Farabi, hem bilim adamı hem filozof hem de müzisyendir. Şüphesiz herkesin onlar gibi olması mümkün olmayabilir ama bu durum en azından ilimlere bir bütün olarak bakmayı gerekli kılar. Tabii buna sanatı da ilâve etmek lâzımdır. Kısacası birlik ve bütünlük her konuda olduğu gibi ilim konusunda da önemlidir. Sonuçta var edilenler; insan, bitki, hayvan, uzay, yer altındaki dünyâ, kısacası her şey birer kevnî (yaratılışla ilgili) âyettir. İnsana düşen, “oku” emrini böylesine geniş bir kapsam içinde düşünmesi ve bunlara dâir bilgilerin câhili olmamasıdır.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak