İnsan yaratıldı ve yeryüzüne halîfe kılındı. Bu yüzden insan en güzel şekilde ve donanımlı bir varlık olarak yaratıldı. Yüce Yaratıcı onu bizâtihî elleriyle yarattı ve ona rûhundan üfleyerek canından can kattı. Onu bizzat Yüce Allah eğitti. İlk insan Hz. Âdem’in şahsında insan bilgi ile donatıldı. Allah, Âdem’e tüm eşyânın isimlerini öğretti.1 Ondan sonra da Yüce Yaratıcı, gönderdiği peygamberler ve onlara indirdiği vahiyle insanla ilgilenmeye devâm etti ve onu bilgilendirmeyi kesintisiz sürdürdü.
İnsanın bu şekilde bilgilendirilmesi halîfe olmasının gereği idi. Zîrâ yeryüzü halîfeliği, bilgili ve donanımlı olmayı gerekli kılan bir sorumluluktu. İnsanın sorumluluğu ağırdı. Çünkü o, gökler, yer ve dağların yüklenmekten çekindiği ağır bir emâneti yüklenmişti. Bu sorumluluğun lâyıkıyla yerine getirilmesi, Alîm, Âlimü’l-Ğaybi ve’ş-Şehâde olan, doğru ve yararlı bilginin kaynağı, erişilmez kudret ve bilginin sâhibi, gizli-açık her şeyi bilen Yüce Allah ile irtibatlı olmakla mümkündü. Çünkü O’nun ilmi ve rahmeti tüm her şeyi kuşatmıştı.
İnsan her bakımdan Rabbine muhtâç olduğu gibi, O’nun ilmine, o engin ilimden nasiplenmeye de muhtaçtı. İnsan unutkandı, nisyan ve isyân ile mâlûldü. Onun için ilimle beslenmeye, faydalı ilimle kendini nisyan ve isyâna karşı koruma altına almaya mecburdu. Bu yüzden ilim ve hikmet, insanın yitiği idi. Onu aramak, nerede bulursa almak durumundaydı. Ona ulaşmak için her türlü fedâkârlığı göze almalıydı. Çünkü ilim yolu cennet yoluydu. Gerçek mü’min de Rabbin rızâsına erinceye, cennetlik oluncaya kadar ilim öğrenmeye devâm edecekti. Hikmet, mü’minin yitiğidir, onu nerede bulursa almalıdır.2 Hadiste hikmetin mü’mine nisbet edilmesi ve onun yitiği olduğunun söylenmesi ne kadar anlamlıdır! Evet, mü’minin özü-sözü ve her işi hikmetlidir. Ve mü’min hikmetin arayıcısıdır, yitirdiği bir kaybını ararcasına onun peşine düşmelidir. Sonuçta onu ne kadar uzaklarda ve kimlerde bulursa bulsun aramalı ve almalıdır. İlim Çin’de bile olsa onu arayın emri, ufuk Peygamberinin mü’mine gösterdiği hedeftir.
İnsan, doğumdan ölümünü değin, beşikten mezara varana dek ilim yolcusu olmak durumundaydı. İnsan hayâtında, öğrenme işi zorunlu olarak devâm etmekteydi. Yâni insan, yaşadığı sürece, karşılaştığı olaylarla, isteyerek yâhut istemeyerek de olsa hep yeni şeyleri öğrenme durumundaydı. Ama ilim, sınırsız bir deryâ idi ve her bilenin üstünde bir daha iyi bilen var idi. Onun için insan, öğrenmeye doyumsuz olmalıydı. Zîrâ her yeni bilgi onu kemâle taşıyacaktı. İnsan, bilgi yolunda ilerledikçe, eşyânın künhüne vâkıf oldukça kendini geliştirecek, olgunluğa erişecek, Yaratıcısına bağlılığı ve yakınlığı artacaktı.
Elbette bunun gerçekleşmesi iyi niyetli, samîmiyetli, haddini bilen bir bilgi yolculuğu ile mümkündü. Çünkü art niyetli olan/içtenlikli olmayan bilgi taşıyıcılığı insanın haddini aşmasına sebep olabilecekti. Oysa haddini bilmeyen kendini bilmeyen; kendini bilmeyen de Rabbini bilmeyendi. Bilgilenmeyi mâlûmât yüklenmekten ibâret gören ve yüklendiğinin farkına varmayan hadsiz kimseler soluyan köpeklere ve ne taşıdığını bilmeyen kitap yüklü eşeklere benzerdi. Onun için, ilim Allah için olmalı ve gereği yerine getirilmeliydi. Gereği yerine getirilmeyen bilgi, faydasız bilgiydi ve ondan Allâh’a sığınılmalıydı.
Gerçek Âlim, İlim ve Eylemiyle Bütünleşendir!
İslâm’a göre gerçek âlim, Yüce Allah’tan en fazla korkan/sakınan kimse idi. Âlim, hem ilmiyle hem eylemiyle bütünleşmeliydi. İlim satırlardan sadırlara, oradan da hayâta yansımalıydı. İnsanlar, yerde yürüyenler ve davarlar da böyle türlü türlü renktedirler. Allâh'ın kulları arasında O'ndan korkan, ancak bilginlerdir. Doğrusu Allah güçlüdür, bağışlayandır.3 Haşyet için, doğru bilgi ile donanmak ve bilgiyi hayırda kullanmak şarttı. Aksi takdirde bilgi, insan için ağır bir yük olarak kalacaktı. Zîrâ faydasız/hayırsız bilgi, dünyâda sâhibini kötülüklere sürüklediği gibi, âhirette de ateş çukurlarına yuvarlayacaktı. Onun için hadiste şöyle buyurulmuştur: Senin hidâyetinle bir kişiye hidâyet verilmesi tüm dünyâlıklardan çok daha hayırlıdır.4
Meâlini verdiğimiz âyette insanlar ve davarların anılması, sonra âlimin Allâh’ın en haşyetli kulu olması ifâdeleri oldukça dikkat çeçidir. Hayvanlar da Yüce Yaratıcı’nın kudret nişâneleridir. Ancak insanla hayvan arasında çok büyük fark vardır. Kulluk yarışında insan, melekleri geçmeyi hedefine koyar. Ancak bu yarışı kaybedenler, hayvanlardan daha aşağı varlıklar derekesine düşüverirler. İşte o derekelere yuvarlanmamak için, davarlardan farklı olabilmek için ilim-hikmet yolcusu olmak, ilim-hikmetle dolmak ve ilim-hikmet doğrultusunda bir hayâtı yaşamak gerekir. Davarlar, doğumlarıyla getirdikleri sınırlı bilgi doğrultusunda yerler içerler, yaşarlar ve ölürler. Yaratılalı beri yiyip içtikleri tabii şeylerdir, barınakları da öyle. Onlar giyim kuşam bilmezler, yarın endişeleri yoktur günübirlik yaşarlar. Onun için Kur’ân’da, gâyesiz yaşayanlar hayvanlara benzetilmiştir: Durakları ateş olduğu halde kâfirler, zevklenirler ve hayvanlar gibi yerler.5
Âyetteki haşyet, Allâh’ı bilmek/tanımak olarak anlaşılmıştır. Haşyet, kuru bir bilgi ve korku değildir. O, Rabbi tanımaya ve O’ndan sakınmaya götüren ruhtur. Bu ise, O’nun emir ve yasaklarını bilmek ve onların gereğini yerine getirmekle mümkün olacaktır. Onun için Abdullah b. Mes’ûd Hazretleri şöyle demiştir: İlim, rivâyetleri yüklenmek, pek çok mâlûmât sâhibi olmak değildir; lâkin ilim, Allah’tan sakınmayı sağlayan kalpteki nurdur… Gerçek ilim adamı, Yüce Allâh’ı tanıyan, O’nun erişilmez kudretini ve engin mağfiretini bilen kimsedir. Bir hadislerinde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: Ben sizin en fazla Allah’tan sakınanızım, zîrâ ben sizin en iyi Yüce Allâh’ı bileninizim.6 Demek ki takvâda mesâfe katedebilmek için ilim ve mârifette ilerlemek gerekir.
Onun için ilim adamları da üç grupta değerlendirilmişlerdir:
- Allâh’ı bilip O’nun emir ve yasaklarını bilmeyenler. Böyleleri Allâh’ı bilip O’na inanırlar ve fakat O’nun emir ve yasaklarından habersizdirler.
- Allâh’ı bilmeyip O’nun emir ve yasaklarını bilenler. Bunlar, Yüce Allâh’ı lâyıkıyla bilemedikleri için O’ndan sakınmazlar ve O’nun dediklerini yerine getirmezler.
- Allâh’ı, emir ve yasaklarını bilip bunların gereklerini yerine getirenler. İşte gerçek ilim adamları bunlardır.
Tâbiûn büyüklerinden Hasen Basrî Hazretleri de bu âyeti okuyarak şöyle derdi: Kim görmeden Yüce Allâh’ı bilip O’ndan sakınır, O’nun emirlerini yapmaya, O’nun yasaklarından kaçmaya gayret ederse gerçek âlim olur.7 Onun için gerçek âlimlerin, ilimleri arttıkça takvâları da artar. Çünkü amele yansımayan, etrafını aydınlatmayan ilim istenen değil, bilakis Allah Rasûlünün “Allâhım, fayda vermeyen ilimden sana sığınırım” dediği mâlûmât yüküdür. Hz. Mûsâ peygamberin yakınında duran Kârûn’un, Belam’ın, Sâmirî’nin de bilgileri vardı, ama onların bilgileri onları hidâyete erdirmeye, istikāmette tutmaya yetmedi. Sonuçta onlar, sâhip oldukları bilgi, vâriyet, makam mansıpla kahrolup gittiler. Onun için denilmiştir ki: İlim elinde çıra, yak da Mevlâ’yı ara. Bilmek olmak değildir, olmaya bak olmaya.
İşte bu yüzden hikmetin başı Allah korkusudur. Hz. Dâvûd peygambere verilen Zebûr da “hikmet Allah korkusudur”8cümlesi ile başlamaktaydı.
Öyleyse ya âlim ol, ya tâlib-i ilim ol, ya bunları dinleyen/seven/destekleyen ol. Bunların dışında biri olma, yoksa helâk olursun!9
Dipnotlar:
1 Bakara 2/31.
2 Tirmizî, İlim 19.
3 Fâtır 35/28.
4 Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd.
5 Muhammed 47/12.
6 Buhârî, İman.
7 İbn Ebî Hâtim, Tefsîr; İbn Kesîr, Tefsîr.
8 Mâverdî, en-Nüket.
9 Dârimî.
Eylül 2021, sayfa no: 20-21-22-23
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak