Ara

İlim Geleneği Olan Bir Şehir: Güneyin İncisi Elmalı

İlim Geleneği Olan Bir Şehir: Güneyin İncisi Elmalı

Güneyin incisi Elmalı, irfan ve sevgi şehri... Elmalı’nın “inci”liği nereden geliyor? İnci mâlûm, ziynet eşyâsı. Güzellerin gerdanını süslüyor, güzelliklerine güzellik katıyor. Rivâyete bakılırsa, inci nisan yağmurlarıyla hayat bulur... Rivâyet şöyle: Sedef (istiridye), nisan yağmurlarından bir damlacığı içine alır ve bu katrecikten inci meydana gelir.

Eskiler inciye dür (dürr) derlerdi. Farsça’dan geliyor bu kelime… Dür, incidir: ama şiirimizde bu bazan sevgilinin dişleri, bazan teri, bazan da âşığın gözyaşlarıdır.

Toroslar sedef gibi.. . Nisan yağmurunu almış, Elmalı incisine hayat vermiş.

Ama Elmalı’nın inci olması, sâdece tabiatın bu güzelliğiyle izah edilemez. Yetiştirdiği değerleri, ilim ve irfan adamlarıyla da incidir.

İlim, sudur... Taleb edenin harâretini teskîn eden su. İçtikçe içilen tatlı bir su...

İnci de sudan ibârettir. Suyun mücessem hâli... Elmalı’yı inciye dönüştüren, işte bu hayat suyu, âb-ı hayat yāni ilimdir.

İrfan ve sevgi şehri dedik. İrfan ve sevgi kelimeleri de ilimle ilişkili değil mi? İrfan da sevgi de ilimdir; ama nasıl ilim? Gönül ilmi... Böyle bir ilim var mı? Elbette var. Sevgiyle aydınlanmak, sevgiyle öğrenmek, sevgiyle tecrübe etmek... Bu ilmin mektebi de medresesi de içimizde, iç âlemimizde. Kendimizi tanıyarak, kendimizi keşfederek, kendi kitâbımızı okuyarak bu ilme sâhip oluyoruz. 

Elmalı, Abdal Mûsâ’dan Eroğlu’na, Ummî Sinân’a ve günümüze Elmalılı Hamdi Efendi’ye gelinceye değin hep bir ilim şehri olmuş ve bağrından nice inciler çıkarmış, bu topraklara hizmet için onları ileri sürmüştür. Bu Elmalılı incilerin hemen hepsinin bir ortak noktası var. Bunlar, gönül ilminin aydınlığında estetik ve ahlâkî değere ulaştılar. Daha açık bir ifâdeyle, aklî ilimlerin yanında kalbî akıl dediğimiz bir akılla da ilim öğrendiler. İrfan böyle ortaya çıkıyor... Kalbî akıl, gönül ilmine hayat veriyor.

Geleneksel ilim anlayışımızı düşünelim... Evvelâ şunu söylemek isterim ki, Hz. Peygamber (sav) hayatta iken, klasik İslâm ilimleri dediğimiz hadis, tefsir, fıkıh, kelâm ve tasavvuf gibi ilim dallarının hiçbirisi tedvîn ve tasnîf edil­memişti. Ayrıca, bir zāhir ve bâtın ayrımı da söz konusu değildi. Niçin? Çünkü ilmin kaynağı olan, dînin zāhirî ve bâtınî yönünü kendi şahsında bütünleştiren model şahsiyet, yāni Hz. Peygamber (sav) henüz bekā semtine göçmemişti. Soruları olan, cevâbı nereden ve kimden alacağını biliyordu.

Daha sonraki yıllarda ise, insanların soruları arttı... İhtiyaçlar değişti, hayat değişti. Fetihler, yeni kültürlerle tanışmayı berâberinde getirdi. Derken Emevîler ve Abbâsîler devrinde yapılan tercüme faaliyetleriyle felsefe ve mantık gibi ilimler İslâm dünyâsında yaygınlık kazandı..

Zaman durmuyor... Değişim her an var. Velhâsıl ihtiyaçlara binâen öncelikle Fıkıh ve daha sonra diğer ilimler birer birer teşekkül etmeye başladı. Gönül ilmi olan tasavvuf da böylece teşekkül etti. 

Burada ilimlerin tasnîfi meselesini konuşacak değilim... Ama artan ilimleri tasnîf etmek de gerekiyordu. Onları gruplandırmak, tanımlamak, metotlarını koymak. Bütün bunlar ilim anlayışını geliştiriyor... Hangi ilimle meşgûl olacağım? Nelere ilgi duyacağım? Başlangıçta bunları bilmem lâzım. Bunun için ilimlerin tasnîfi önemlidir. Meselâ büyük filozof Fârâbî (ö.339/950), İhsâu'l-ulûm'ute'lif etti. İhsâu'l-ulûm, ilim öğrenmek isteyenlere ilimleri tanıtıyor.

Daha başka düşünürler ve âlimler de ilim tasnîfiyle alâkalı eserler yazdı... Meselâ İbn. Nedim’in el-Fihrist’ini burada özellikle anmak isterim. Bu kitap, İslâm medeniyetinin ilim mîrâsını özet bir şekilde sunar... Önemli bir kaynaktır. 

Bizde Taşköprüzâde İsâmuddin Ahmed Efendi’yi hatırlamak lâzım. Bu Osmanlı münevveri, Miftâhu’s-Sa`âde’yi yazdı. Sonra Nev'î Efendi, Netâyicü'l-Fünûn'u ve daha sonra da Kâtip Çelebi Keşfü’z-zünûn'u telif etti... Bütün bunlar ilim târihimizin yüz akı eserlerdir. Bu eserler, ilimleri farklı açılardan tasnîf ettiler.

Bāzıları nazarî ilimler-amelî ilimler gibi tasnîf yaparken, ilimleri teorik ve uygulama boyutuyla ele alırken, bāzıları da şer’î ilimler-şer'î olmayan ilimler gibi tasnîf ettiler. Bunlardan başka aklî ilimler-naklî ilimler, dünyevî ilimler-uhrevî ilimler gibi tasnifler yapıldı. Daha başka tasnifler de var... Hâlâ da tasnîf ediyoruz.

Elmalı’da bütün bu ilimler öğretilmiş olmalıdır... Yâhut en azından dînî ilimlerin tahsîl edildiği medreseler vardır. Kezâ tabiatın öğrettiği, yaşanarak öğrenilen ilimler, tabiata dâir ilimler, tarım ve hayvancılık gibi ilimler zâten uygulama hâlinde var. Gelenekten gelen; yıldızlara, iklîme, bitki örtüsüne, tedâviye dönük ilimler de olmalıdır. Şifâhî kültür içinde anlatılagelen ilimler. 

Bugün geleneksel ilimlerden, şifâhî kültürden mahrûmuz. Çiçeklerin, bitkilerin ve değişen zamânın adlarını bilemiyoruz… Laboratuar sınırları dâhilinde bir ilim, tabiatı tanımaktan, insanı kendisini tanımaktan mahrum bırakıyor. Daha doğrusu uzmanlık alanları arttıkça, bir bütün olarak ne insanı ne de kâinâtı anlama ve anlamlandırma imkânı kalıyor. Parçalıyoruz, herkes bir yerinden bakarak izah ediyor. Bir bütünlük yok. Oysa kalbî akılla elde edilen ilim, gönül ilmi varlığı birlik içinde görme ilmidir. İnsanda kâinâtı, kâinatta insanı arama ilmi.

Bakınız bir nutkunda Ummî Sinân şöyle diyor:

Ey gönül toğrı git Hakk’ın yolına
Erenlerin çığırından çıkma gel
Dilersen maksûdun ‘ayân bulına
Cihânun nakşına becid bakma gel

Buradan şunu öğreniyoruz: Bu ilmi öğrenmenin ilk şartı, Hakk’ın yolunda doğru gitmek! İstikāmet üzere olmak, bildiklerini yaşamak. Hani buyruluyor ya: “Siz bildiklerinizle amel edin ki bilmedikleriniz de öğretilsin…” İstikāmet üzere olmak. Doğru olmak, doğru bakmak. 

İlk şart bu: Doğruluk… İlim doğrulukla tahsîl edilir.

Başka? İkinci şart: Erenlerin çığırından çıkma… İz tâkip et. Bir geleneğe bağlı ol. Tâkip edeceğin bir rehberin olsun. İlim, tâkiple oluyor. Hocanı, ustanı, bilgisine güvendiğin, tecrübesine inandığın kimseleri dinle. 

İz tâkip etmek, sohbetle olur. Derler ki, insan iki şekilde mayalanır: Sözle, gözle… Sohbette söz de var, göz de var.

Burada tabii, Ümmî Sinân’ın öğrettiği bir başka şey daha var. Ne diyordu? “Cihânun nakşına becid bakma gel”

Cihânın nakşı, varlık âlemi… Ağaçlar, dağlar, toprak, hava, su, hayvânat ve insanlar… Bütün bunlar cihânın nakşıdır. İşte bunlara “becid bakma!”

Becid bakmak ne demek?

Becid, eski Türkçe’de kullanılan bir kelime. Arapça “be-cidd” kelimesinden türetilmiş. Çabuk, acele, derhal anlamlarına geliyor.

Yûnus Emre’miz bir beytinde diyor ki: 

Ne Ka’be vü ne mescid ne rükû’ u ne sücûd
Hakk’ıla dâim becid olur münâcâtumuz 

Hakk’a yakın olmak için illâ Ka’be’de, mescidde yâhut rükûda olmak gerekmez. Elbette Hacc’a gideceksin, umreni yapacaksın, namazını kılacaksın. Ama Hakk’a yakın olmak için sâdece bunları yapma şartı yok. O’na duā etmek, yakarmak, münâcât etmek… Duāya elin kalktı mı, işte Hak’la başbaşasın demektir. “Hakk’ıla dâim becid olur münâcâtumuz” derken, bunu söylüyor. Niyâza başladığında, hemencecik, Hakk’a ulaşırsın. 

Şimdi dönelim becid kelimesine, tez, acele, hemencecik… Şimdi sürat diyoruz ya. Bağlanma hızı diyoruz ya, işte o. Kelimenin ilk anlamı budur. Buna göre, Ümmî Sinân, “Cihânun nakşına becid bakma gel” derken, varlığa hemen bakıp geçme, bir göz atıp uzaklaşma, biraz dur, düşün, üzerinde tefekkür et, anla, çözümleme yap… Buna irfan mektebinde müşâhede derler. Bakışla öğrenmek. Bakarak tefekkür etmek, sebep ve sonuçlarını tahlîl etmek, anlamak…. 

Elmalı, tabiata bakarak onu anlamaya çalışan insanların şehridir. Ümmî Sinân’ı tabiattan kopuk anlayamayız.

Becid kelimesinin ikinci bir anlamı daha var. Bu ikinci anlam, yan anlam… Becid, bir işin üstüne çok düşen, düşkün olan demektir. Şimdi bu anlamla mısrâya bakınca, “Cihânun nakşına becid bakma gel” derken şâirin murâdı farklılaşıyor. Şunu demek istiyor şâir: Çok üstüne düşme, kendini verme bu dünyânın varlığına! 

Bu tabii, ahlâkî bir ilke. Ama ilmî tarafı da var. Ne demek? Dünyâya ilişkin ilimleri değil, asıl kalıcı olan ilmi talep et. Daha doğrusu, dünyâ ilmini de o asıl kalıcı olan ilim için bir vesîle kıl. Nitekim erenler, irfânî bilgiyle aydınlanmış velîler, filozofların ve diğer âlimlerin yaptıkları gibi ilimleri dünyâ ve âhiret ilmi, dînî ilim din dışı ilim gibi tasnîfe tâbi tutmazlar… Onların nezdinde bütün ilimler, insanı Allâh’a ulaştırdıkça mûteberdir. Allâh’a ulaştıran her ilim, aynı zamanda dînî ilimdir. Çünkü esas olan nedir? Esas olan, mârifetullahtır… Allâh’ın düzenini anlamak. Buna biz sunnetullah, âdetullah diyelim. Allâh’ı isim ve sıfatlarıyla idrâk etmek. 

Demem o ki, hiçbir şeye becid bakmamalı… Üzerinde durmalı, beklemeli, anlamaya gayret göstermeli. Sonra, baktığın ve sevdiğin her şeye bağlanmamalısın. Bağlanılacak yegâne varlık, Allah’tır. İşte ilim, bu bağ ile ortaya çıkıyor. 

Elmalı, güneyin incisi, bu inci değerini işte bu ilim geleneğinden alıyor. Bu ilim geleneği, burada nice gönülleri uyandırmıştır. Uyanmak, yeniden doğmaktır. Sâfiyete ulaşmak, bakmayı ve dinlemeyi öğrenmek. Zîrâ yeni doğmuş çocuk, bakarak ve dinleyerek öğrenir.

Elmalı, bakmayı öğreten insanları yetiştirmiş. Söylemeyi bilenleri yetiştirmiş. Bu çok önemli; dinleyeceksiniz de, kimi dinleyeceksiniz? İrfan mektebinde aydınlanmış, bilgi olmuş insanı dinlemek… İlmiyle âmil âlimi dinlemek. Bu âlimi, bu ârifi yetiştirmektir esas olan. Şimdi Hak Dini Kur’an Dili, dönemimizde yazılmış en önemli ve hâlâ aşılamayan bir tefsir… Böyle diyoruz. Gerçekten de orada, dînî ilimler de var, felsefe de var, edebiyat da. Şimdiki ilâhiyatçı bakışı yok; tevhitçi, birlik penceresinden bakan bir âlimin telifi. Bāzıları Hak Dini Kuran Dili’ni aklî, pozitif bakışın hâkim olduğu bir tefsir gibi takdîm ediyor. Okumadan, anlamadan konuşmak kolay. Hayır, orada geleneğin güçlü izlerini görmek mümkündür. Orada Vâhib Ümmî de, Eroğlu Nûrî de, Kaygusuz da, Ummî Sinân da var… Doğup büyüdüğü toprağın, ilim iklîminden izler taşıyor. Daha doğrusu bu iklimle o, kalıcı ve klasik bir eser hâline geldi.

Gönül ilminden, kalbî akıldan, ilim geleneğinden çok söz edilebilir. Çok şey söylenebilir. Fakat esas olan söz değil, idraktir. Sözle mânâ çoğalmaz. Belki çoğu kere sözle mânâyı örteriz. Sözü sâhibine, Ümmî Sinân’a bırakmak isterim. Diyor ki: 

Ârifin kalbinde her dem ‘alleme’l-esmâsı var
Âşıkın kalbinde her dem ma’şûkun sevdâsı var

Efendim, ilim, bilhassa gönül ilmi aşkla tahsîl ediliyor. Sevdiğini düşünmen, onu her an anman, zikretmen, onunla ilgili murâkabeye dalman… İşte bu hal olunca, sevgiliye dâir bilgiler de senin gönlüne düşüyor. Buna tecellî diyorlar, ilham diyorlar, vâridât diyorlar… Ne derlerse desinler; ama hakîkat şu ki, aşk olmadan ilim olmuyor.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak