Ara

İkinci Bin Yılın Müceddid’i: İmâm-ı Rabbânî (ks)

İkinci Bin Yılın Müceddid’i: İmâm-ı Rabbânî (ks)

İmâm-ı Rabbânî (Doğumu:26 Mayıs 1564-Vefâtı:20 Kasım 1624) 16. yüzyılda Hindistan’da yaşamış büyük bir âlim ve sûfîdir. Çok iyi bir medrese eğitimi almış ve tasavvuf kültürü ile yoğrulmuştur. Hem yaşadığı dönemde hem de sonrasında İslâm dünyâsında “âriflerin ışığı”, “velîlerin önderi”, “İslâm’ın bekçisi”, “Müslümanların baştâcı”, “müceddid”, “müctehid” ve “İslâm âlimlerinin gözbebeği” olarak görülmüştür. İnsanların i’tikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allâhü Teâlâ’nın rızāsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen İslâm âlimlerindendir. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeyn’el-âbidîn’dir. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demektir. Rabbânî âlim de; kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından kâmil olan âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının Müceddid’i olmasından dolayı “Müceddid-i elf-i sânî”, İslâm ahkâmı ile tasavvufu birleştirmesinden dolayı “Sıla” ismi verilmiştir.

İmâm-ı Rabbânî’nin yaşadığı zamanda Hindistan; vahyin ve sünnetin ītibarsızlaştırılmak istendiği, Bâtınî oluşumların yaygınlaştığı, kafaların karıştığı zor bir dönemdedir. Bu coğrafyadaki Hinduizm, Budizm gibi diğer sözde dinlerin varlığı, nüfûsun fazlalığı, cehâletin yaygınlığı ve otoritenin zayıflaması dolayısıyla sapkın hareketler denetlenemez hâle gelmiştir. Ülkenin hükümdarı Ekberşah’ın bütün dinlerden bir parça alarak yeni bir din anlayışı tesis etme çabaları ise tüm sıkıntıların tuzu biberi olmuştur. Ekber Şah, dedesi Babür zamânından ītibâren fethedilmeye başlanan Hindistan'ı vatan olarak benimsemiş, fâtih olarak geldikleri bu ülkede kalıcı olmanın yollarını aramıştı. Ekber Şah ülkenin yerli halkı olan Hinduların gönlünü kazanmak amacıyla pek çok dînin ortak yönlerini alarak yeni bir din oluşturmak istiyordu. Ekber Şah'ın “Sulh-i küllî/Dîn-i İlâhi” adını verdiği bu düşüncesini benimsemesinde Hocası Mir Abdüllatîf etkili olmuştu. Ekber Şah’ın ölümünden sonra tahta oturan oğlu Selim Cihângir Han’ın devlet adamları, hattâ büyük veziri, baş müftüsü ve etrâfındakiler Ehl-i sünnet düşmanı idiler. Hâlbuki İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birçok mektupları ve bilhassa yazdığı “Redd-i revâfid” risâlesi Ashâb-ı Kirâm düşmanlarını reddetmekte, bu iddia sâhiplerinin câhil olduklarını anlatmaktadır. İmâm-ı Rabbânî bu risâlesini Buhârâ’da bulunan en büyük Özbek hanı Abdullah-ı Cengizî Han’a yollamıştı. “Bunu İran’da, Şâh Abbâs-ı Safevî’ye gösterin! Kabûl ederse ne iyi, etmezse onunla harp câiz olur.” demişti. Kabûl etmedi. Harp oldu. Abdullah Han, Hirât’ı ve Horasan’daki şehirleri aldı. Buraları yüz sene evvel Safevîler almıştı. İşte bundan sonra, Hindistan’daki bozuk fırkalar, Ashâb-ı Kirâm düşmanları elele verdiler. Sultana gidip İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında çeşitli iftirâlarda bulunarak şikâyet ettiler. Sultan, oğlu Şâh Cihân’ı gönderip, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, evlatlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeğe karar verdi. Bunun üzerine Şâh Cihân, bir müftü ile yanına gitti. Sultana secde câiz olduğunu gösteren bir fetvâyı da götürdü. Şah Cihan İmâm-ı Rabbânî’nin üstünlüğünü biliyordu. “Babama secde edersen seni kurtarabilirim” deyince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu fetvânın zarûret zamânında izin olduğunu, azîmet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeyi kabûl etmedi. Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultana yalnız gitti. Kendisine yapılan iftirâlara karşı sultana o kadar güzel ve doyurucu cevap verdi ki, sultan yüksek hakīkatleri anlayabilecek birisi olmadığı hâlde, neşelendi ve İmam’ı serbest bırakıp özür diledi.

İmâm-ı Rabbânî böylesi bir ortamda dîni hurâfelerden arındırmak ve Hz. Peygamber'e(sav) bağlılığı artırmak üzere yoğun bir gayret sarf etmiştir. İmâm-ı Rabbânî bu amaçla İslâm’ın temel rükünlerinden olan “Cihâd”ı Nebevî anlamına döndürerek hem Hint yarımadasında hem de bütün İslâm coğrafyasında “Hakīkat-i İslâmiye”yi (Kur’ân ve Sünneti) yeniden Müslümanların gündemine sokmuştur. Bediüzzaman Said Nursî’nin de bu kavramı İmâm-ı Rabbânî’den alarak yorumladığını hatırlatalım. İmâm-ı Rabbânî bulunduğu bölgenin siyâsî, ilmî ve mânevî nüfuz sâhibi insanlarına gönderdiği mektuplarla irşad faaliyetini yürütmüştür. Küçük yaşta hâfızlığını ikmâl eden İmâm-ı Rabbânî mektuplarında ve diğer eserlerinde âyet ve hadisleri temel alan ihyâ edici bir üslup benimsemiştir. İmâm-ı Rabbânî ayrıca döneminde yaygınlığı bulunan ve yanlış anlaşılması sebebiyle İslâm’a zarar vermeye başlayan vahdet-i vücûd anlayışını tüm yönleriyle ele almış ve tasavvufun orta yolu bulmasını sağlamıştır. Tekke ve medrese ikiliğini ortadan kaldıran bu yaklaşım hem tasavvufî hareketlerin güçlenmesine hem de sapkın oluşumların engellenmesine vesîle olmuştur. Bu bakımdan İmâm-ı Rabbânî’nin hem sünnetin yeniden ihyâsı hem de dîn-i mübîn-i İslâm’ın doğru anlaşılması noktasında oldukça etkili ve önemli bir tesiri olmuştur. Bugün ītibâriyle de tasavvuf ve ehl-i sünnet anlayışının yaşıyor oluşu İmâm-ı Rabbânî’nin gayretlerine çok şey borçludur. İşte bu çalışmaları sebebiyle kendisine Müceddid-i Elf-i Sânî (Hicrî İkinci Bin Yılın Yenileyicisi) lakabı verilmiştir.

İmâm-ı Rabbânî'nin Hayâtı 

İmâm Rabbânî’nin tam olarak ismi, Ahmed b. Abdullah b. Zeynelabidîn b. Abdulhay el-Farukî es-Sirhindî’dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü’l-Berekât’dır. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. Soyu, yirmi sekizinci nesilden Hz. Ömer’e (ra) dayandığından zamanla kendisine “el-Fârukī” künyesi de verilmiştir. O, aynı zamanda bir tasavvuf okulu olan Nakşibendiyye tarîkatının Müceddidiyye grubunun önderidir. Āilesinin yaşadığı ve kendisinin doğduğu şehir Sirhind, Delhi ile Lahor arasında bir kasabanın adıdır. İmâm Rabbânî, ilk eğitimini babası Şeyh Abdulahad’dan almış olup küçük yaşta Kur’ân’ı ezberlemiştir. Kur’ân ve kıraat eğitimi esnâsında, yine babasından ilk dînî ilimler olan Sarf, Nahiv, Belâgat ve Tasavvuf derslerini de okudu. Babasının sâhip olduğu engin ve yüksek ilmi, ītibârı ve mevkiini de iyi tahlîl eden İmâm Rabbânî, küçük yaşta olmasına rağmen Kur’ân’ı ezberlemiş, temel dînî derslerin tedrîsâtını tamamlamış ve Hindistan ve Pencap bölgelerinde o dönemde aktif Kādirîlik tarîkatının görüş ve düşüncelerini de tanımıştır. İmâm Rabbânî, döneminin önemli ilim merkezlerinden Silyakut’a geçerek burada Şeyh Yakup el-Keşmirî’den hadis, Kadî Behlül el-Bedahşî’den tefsir ve Mevlânâ Kemal el-Keşmirî’den mantık ve nazar ilimlerini tahsîl etmiştir. Hattâ o, İbnü’l-Hacer el-Mekkî ve Abdurrahman Fihri’l-Mekkî gibi âlimlerden ayrıca hadis dersleri de okumuştur. Tasavvuf ve tarîkatla da ilgilenen İmâm Rabbânî, Silyakut’ta zamanla Kübrevî Şeyhi ve hocası Yakup el-Keşmirî’ye intisâb etmiştir. On yedi yaşlarında tekrar memleketine dönen İmâm Rabbânî, genç sayılabilecek yaşlarda kitap yazmaya ve eserler telif etmeye başlamıştır. Onun ilk kaleme aldığı eseri “İsbâtü’n-Nübüvve”dir. Babası Şeyh Abdulahad, 1007/1598 târihinde vefât edince kendisi de Sirhind kasabasından ayrılarak, Hindistan’da Nakşibendiyye tarîkatının önderi Muhammed Bâkibillâh’ın yanına gitmiştir. İmâm Rabbânî’nin Nakşibendiyye tarîkatına intisâb etmesi kendisinin de ifâde ettiği gibi bütün rûhî terakkīsinin temelini oluşturmuştur (Mektûbât, I, 567-568). Birçok mektûbunda çeşitli vesîlelerle bu tarîkatın üstün yanları olarak gördüğü hususları saymıştır. Bir dönem sonra tekrar Sirhind’e dönen İmâm Rabbânî, bu süreçte Muhammed Bâkibillâh ile olan münâsebetini mektuplarla devâm ettirmiştir. Sirhind’de Nakşîlik çalışmalarına aktif olarak devâm eden İmâm Rabbânî, müntesiplerinin çoğalması üzerine dikkatleri iyice üzerine çekmiştir. İmâm Rabbânî ve hareketinin güçlenmesinden çekinen bāzı insanlar, bir süre sonra onu yalan yanlış bilgilerle Sultana kötülemişler ve hapse atılmasını temin etmişlerdir. İmâm, iki buçuk yılı aşkın bir süre Guvalyar zindanında Sultan’ın kararıyla hapis yatmak zorunda bırakılmıştır. Ancak mukadderat onu öyle bir hayat yoluna atmıştır ki, İmâm Rabbâni hapiste iken kendi tarîkatına intisâb eden Sultan’ın oğlu Şah Cihan, O’nun affedilmesi ve hapisten çıkarılması için babasına talepte bulunmuş ve onun hapisten kurtulmasına vesîle olmuştur. İmâm Rabbânî, bütün hayâtını içinde bulunduğu mevcut siyâsî, dînî, sosyal ve kültürel şartlar gereğince mücâdele içinde geçirmiştir.

Eserleri/Görüşleri

İmâm Rabbânî’nin en önemli eseri Mektûbât’tır. O, mektupları farklı zamanlarda farklı insanlara çoğu Farsça olmak üzere bāzan da Arapça olarak yazmıştır. İmâm Rabbânî, mektuplarında, itikādî ve kelâmî konuları satır aralarında işlemiş ve halkın istifâdesine sunmuştur. Mektûbât’ta, onun görüş ve düşüncelerinin tesbîtinin yanı sıra, kendi döneminde yaşanan olaylar ile mevcut iktidârın baskısı, yeni din modellerinin arayışı, mâsum halkın mâruz bırakıldığı işkence ve zulümler gibi birçok konu ile karşılaşmak mümkündür. Mektûbât’ın Türkçe’ye de tercümeleri yapılmıştır. Risâle fî isbâti’n-nübüvve isimli eseri ise, İmâm Rabbânî’nin, 17 veya 20-21 yaşlarında kaleme aldığı eseridir. O, bu eserinde, nübüvveti inkâr eden ve imkânsızlığını öne süren Berâhime ve Sümeniyye taraftarları ile mevcut iktidârın yeni din arayışlarına destek olan felsefeci Ebu’l-Fazl’ın nübüvvet konusundaki görüş ve düşüncelerini eleştirmektedir. Arapça yazılan bu eser, Gulam Mustafa Han tarafından Urduca tercümesiyle birlikte yayımlanmıştır. Eser, 1986 yılında İstanbul’da da basılmıştır. Sirhindî’nin diğer eserleri ise şunlardır: İsbâtü’n-nübüvve (Karaçi 1383/1963), Mükâşefât-ı ʿAyniyye (Karaçi 1384/1965); Havâşî ve Taʿlîḳāt ber Şerh-i Rubâʿiyyât-ı Hâce Bâḳī-Billâh (Karaçi 1386/1966); Maʿârif-i Ledünniyye (Karaçi 1388/1968); Mebdeʾ ü Meʿâd (Karaçi 1403/1983); Risâle-i Tehlîliyye (Karaçi 1403/1983). İmâm-ı Rabbânî söz konusu olduğunda, hayâtı, şahsiyeti, düşünceleri ve mücâdelesini özetleyen şu cümleler âdetâ peş peşe sıralanır: Müceddid-i Elf-i Sânî, Muhyi’s-sünne, Şerîatla Tarîkatı Cemeden muhakkik… Bu ifâdeler, dînin iki ana temelinden ikincisi olan sünnetin hem önemine, hem İmâm-ı Rabbânî’nin yaşadığı çağda sünnetin ne kadar çok hırpalandığına, hem de onun bu konudaki başarısına işâret etmektedir. Te’yidu Ehli’s-sünne ve İsbâtü’n-nübüvve adlarıyla yazdığı müstakil iki eserinin yanı sıra, birçok mektubunda da bu konulara değinmektedir. Meselâ 266. mektupta Ehl-i sünnet itikādını geniş bir şekilde işlemektedir. Tevhîd, ibâdet, bid’at, sahabe, namaz vb. konulara dâir mektupları ve kendine has bāzı görüşleri sünneti ihyâ meselesini çerçeveleyen temel konular olarak ele alınabilir.

İmâm Rabbânî’nin öğretileri kendisinin de Hindistan’daki en önde gelen temsilcilerinden biri olduğu Nakşibendî ekolü geleneğinde kökleşmiştir. Bu belki de mânevî tecrübe bağlamında geleneksel kurallara çok sıkı bir şekilde riâyet etmenin gerekliliğini vurgulamak sûretiyle hukūkun (şerîatın) önceliğini en kuvvetli şekilde vurgulayan ekoldür. Nakşibendi tarîkatı üstadlarının öğretilerindeki en yaygın temalardan biri şerîata (iltizâm-ı şerîa) ve Nebevî sünnete bağlılığın (ittibâ-i sünnet) gerekliliğidir. İmâm’ın öğretilerine göre herhangi bir şekildeki mânevî tecrübe şerîatın sınırları içerisinde olmak zorundadır, zîrâ birçok sûfînin iddia ettiklerinin aksine “Yol” (Tarîkat) ve “asıl gerçek” (Hakīkat), Şerîatın hizmetkârlarıdırlar, bunun tersi söz konusu olamaz. Tasavvufun sâdece tek bir alanı vardır: Allâh’a teslîmiyet (İslâm), îman ve en güzel şekilde davranmanın (ihsan) toplamına eşit olan şerîat. İmâm-ı Rabbânî’nin eserlerini gözden geçiren kimse onun şerîatı tarîkattan üstün tuttuğunu, ona göre tarîkatın şerîata tâbi ve ona boyun eğmiş olduğunu görür. Böylece O, zaman zaman şerîatın gereksizliğine, zaman zaman da şerîattan sapmaya çağıran fitne ateşini söndürmüştür. O yüksek sesle tarîkatın şerîatın hizmetkârı olduğunu, onun emrine boyun eğdiğini, şerîatın güzelliklerinin makamlardan, hâllerden ve müşahedelerden daha yüce ve yüksek olduğunu, bir tek şer’î hükümle amel etmenin binlerce yıl mücâhededen daha faydalı olduğunu, sünnete uyularak yapılan kaylûlenin sünnete uymadan geceyi ihyâ etmekten efdal olduğunu, helâllik ve haramlık konusunda sûfîlerin amellerine ītibâr edilmeyeceğini, bilakis bu konuda Kitap, Sünnet ve fıkıh kitaplarından delîle ihtiyaç olduğunu, dalâlet ehlinin riyâzat ve mücâhedelerinin Hakk’a yaklaşmayı değil uzaklaşmayı ve kovulmayı gerektireceğini kuvvetle ve cesâretle haykırıp īlân etmiştir. Bugün ītibâriyle ülkemizde en yaygın tasavvufî kol olan Nakşibendî tarîkatının Şerîat-Tarîkat-Hakīkat anlayışı büyük oranda İmâm-ı Rabbânî’nin “Mektûbât” isimli eseri çerçevesinde açıklanmaktadır.

Rabbim şefâatlerine nâil eylesin.

Kaynakça

-Algar, Hamid (2000). “Rabbânî”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi(22), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 194-199.

-Cebecioğlu, Ethem.(1999). İmâm-ı Rabbânî Hareketi ve Tesirleri, İstanbul, Erkam Yay., 1999.

-Es-Serhendî, İ. (2016). Mektûbât-ı İmâm Rabbânî. trc. Kasım Yayla. İstanbul: Merve yayıncılık.

-İstanbul Tasavvuf Araştırmaları Merkezi (İSTAM), Uluslararası İmâm-ı Rabbânî Sempozyumu (15-17 Kasım 2013)

-Karadaş, Cafer(2000). “İmâm Rabbânî ve İtikâdî Görüşleri”, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi 9/9: 339-349.

Kasım 2021, sayfa no: 40-41-42-43-44

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak