İran’da mahrumiyet bölgesi olarak bilinen Arapların yaşadığı Ahvaz bölgesinden Sabah Musevi’nin Irak’taki olan gelişmelere dair bir makalesini okuyordum. Kendisiyle Kuveyt’te bir toplantıda tanışmıştık. Musul’u anlatırken onun bir lakabını da nazara veriyor. Bilindiği gibi, Araplar şehirleri lakaplarıyla birlikte anarlar. Biz de Gazi Antep veya Şanlı Urfa örneğinde olduğu gibi. Halep ‘şahba’ sıfatıyla anılır. Kahraman Musul kenti için tercih edilen ve kullanılan sıfatlardan birisi ‘Ümmü’r rebiayn’dır. Çifte baharlı veya iki baharlı şehir anlamına gelir. Bu isimlendirmenin nedeni ilkbahar ve sonbahar olarak iki bahara sahip olmasıdır. Sonbaharın da iklim özellikleri açısından ilkbahara benzemesindendir. Bu da aklımıza siyasi olarak Arap Baharını getirmektedir. Dolayısıyla Arap Baharı Libya, Şam ve Musul itibarıyla ikinci evresine ve silahlı evresine girmiştir. Bu yönüyle Irak’ta başlayan sürece ‘ikinci bahar’ demek mümkün olduğu gibi aynı zamanda kasırga demek de imkân dâhilindedir. Musul Irak’ın Hama’sııdır. Sünnilerin en dindar şehirlerinden birisidir. Sünniliğin de kalesidir. Hama gibi vaktiyle sol düşünceye veya Marksistlere başkaldırmıştır. Tarihte ise Zengiler hanedanıyla birlikte anılmaktadır. Haçlılar karşısında İslam dünyasını ayağa kaldıran sembol şehirdir.
SÜNNİ DEVRİMİ Mİ?
Irak’ta yaşananlar çok boyutlu olarak değerlendiriliyor. Bazıları indirgemeci bir biçimde meseleyi IŞİD’e mal ediyorlar. Bazıları abartırken bazıları da hafife alıyor. Bununla birlikte, birkaç gün içinde Irak’ın üçte birine yakın bölümünü (100 bin kilometre kare) ele geçirmek tarihi bir hadise. Taraflardan birisi için tarihe geçecek askeri bir başarı diğeri içinde aynı oranda hezimet olarak görülüyor. Yavaş yavaş da olsa taşlar yerine oturuyor. Sonuç itibarıyla, olan biten bir halk hareketi ve devrimidir. Lakin bu Maliki ve avenesini hedef alan Sünnilere münhasır ve mahsus bir devrim midir? Bu hususta Yusuf Karadavi’nin başında bulunduğu Müslüman Âlimler Birliği’nin yayınlamış olduğu bildiride taraflar sağduyuya davet edilse ve Irak’ın sekterizm kavgasına tutuşması veya mezhep savaşına sürüklenmesi, yuvarlanması kerih görülse ve sağduyu telkin edilse de sonuç itibarıyla Musul’da olanlar coşkun bir Sünni devrimi olarak nitelendirilmektedir! Bu tanıma katılsalar bile diğer taraflar bu devrimi veya kalkışmayı Sünnilikle sınırlandırmaktan kaçınmaktadırlar. Sözgelimi Irak ağırlıklı olarak hareket eden Heyet’ü-l Ulema konuyla ilgili yayınlamış olduğu bildirilerde Musul merkezli olarak yaşananları ‘Sünni ağırlıklı bir devrim’ olarak nitelendirmektedir. Bu hem daha doğru hem daha sağduyulu bir tanım olsa gerek. ABD de dâhil bütün taraflar olan bitenden Maliki’yi sorumlu tutarken Şiileri temsil eden konuşmacılar ‘kabahat samur kürk olmuş, kimse üstüne almamış’ misali Nuri Maliki’nin üzerine toz kondurtmuyorlar! En iyi savunma saldırıdır tarzında hareket ediyorlar. İnsafın kırıntısına haiz değiller. Dolayısıyla suçu IŞİD ve komşu ve bölge ülkelerinde atıyorlar. Cumhurbaşkanı Yardımcılarından Tarık Haşimi de devrim tanımına katılarak bunun bir mazlumlar (sevretü’l baisin ve yaisin) devrimi olduğunu ifade etmektedir. Nuri Maliki ülkeyi 2006 yılından beri yönetmesine rağmen devletin bütün çarkları aksamakta, mafsalları sarsılmaktadır. Devleti yok etmiş ve başarısız bir devlet haline sokmuştur. Onca petrol gelirine rağmen ülke sefalet içinde debelenmektedir. Bunun en temel nedenlerinden birisi yolsuzluktur. Yolsuzluk oranının dünya sıralamasında en tepelerde seyretmesinden dolayı kimse yolsuz yönetime siper olmak istememiştir. Sünniler de Maliki mezhepçilik yapmasından dolayı yönetimini terk ettiler ve böylece dünya tarihinde ilklerden birisi gerçekleşti ve yüzlerce silahlı kabile mensubu karşısında düzenli bir ordu darmadağın oldu. Düzenli ordu milyonluk şehir olan Musul’u yüzlerce kişilik gayri nizami gruplara teslim etti. Sanki ekranlardan ‘300 Spartalı Adam! Bir İmparatorluğun Yükselişi’ni seyrettik! İstanbul’da Reuters haber ajansına konuşan Tarık Haşimi Musul ve Sünni bölgesinde yaşanan gelişmelerin 11 yıllık zulmün bir sonucu ve eseri olduğunu söylemiştir. Saddam Hüseyin yaklaşık olarak Irak’ı 24 yıl yönetmiştir. Onun döneminde Şii-Sünni ayrımı Humeyni devrimiyle birlikte başlamıştır. Saddam’ın devrilmesinden itibaren ise 11 yıldır Amerikalılar gizli ve açık müttefikleri Şiilerle birlikte Sünnileri sindirme ve kenara itme politikası izlemişlerdir. Nuri Maliki Sünnilere kan kusturmuştur. Bu da sonuç itibarıyla feveran ve infiale neden olmuştur. Burada indirgeme, abartma ve hafife alma şeklinde üç tür yaklaşım biçimiyle karşılaşmaktayız. Meseleyi komplo tezgâhından bakanların, analiz edenlerin, bu senaryoya Maliki’yi de dâhil etmeleri gerekecek! Zira tango ancak iki kişiyle veya tarafla oynanır! Zira Maliki kötü yönetimiyle devrilmesini hızlandırmıştır. Bununla birlikte Maliki IŞİD’in yabancı güçlerin bir komplosu olduğunu iddia etmiştir. Kimin komplosu olduğuna fazla temas etmese de ardından Suudi Arabistan’a yüklenmiştir. Geçmişte Türkiye ve Katar’ı da hedef almaktaydı. Sosyolojik zemini olmayan komplolar tutmaz. Dolayısıyla burada komploculuk kolaycılığa kaçmaktır ve tali veya ana suçluları örtbas etmek ve aklamaktır. Herkes de biliyor ki, Maliki’nin nobran politikaları olmasaydı Sünniler tarz, yöntem hatta vizyonlarını onaylamadıkları ve uyumlu olmadıkları IŞİD’e geçit ve destek vermezlerdi. Bilahare Maliki Sünni kabilelerin IŞİD’e uzak durmalarını istemesi, kabilelerin sadakatini IŞİD’e kaptırdığını teslim etmesidir. Öyleyse IŞİD, IŞİD’den ibaret değildir. Türkiye’de kimileri IŞİD’in İngilizlerin bir oyunu olduğunu ileri sürmektedir. Bununla birlikte, İngiltere 2011 yılından beri kesik olan İran’la diplomatik ilişkilerini tam olarak bu olayların akabinde yeniden başlatması gözlerden kaçmamalı. İngiltere bu durumda ikili mi oynuyor? Yoksa ikili oynayan İran mı? Ruhani, IŞİD veya ortak veya tekfirci düşman karşısında Batı’yı ittifaka ve birliğe çağırırken sanki onları ‘tekfire karşı tevhidi ittifaka’ davet ediyor! Bununla birlikte tam da kaypak bir biçimde İran Genelkurmay Başkanı Hasan Firuzabadi IŞİD konusunda ABD ile ittifak yapmayacaklarını zira IŞİD’in İsrail ve ABD tarafından imal edildiğini ileri sürmektedir. Belki de Sünnileri kızdırmamak için Kerry de karşı kıyıdan aynısını söylemektedir. Türk basınında da IŞİD’in İsrail’den silah aldığına dair haberler dolaşmaktadır. Bununla birlikte unutulan bir şey var: 1986 ve 1987’de İran İsrail’den ve ABD’den gizli olarak silah almıştır. Elbette fikir ve eylem olarak IŞİD’i sağlıklı bir örgüt olarak görmek mümkün değildir. Komplo meselesi ise su götürür bir meseledir ve sahada Şiilerin mezalimi olmasaydı IŞİD bu çapta gelişemezdi. Bununla birlikte İran ve Irak’taki ortakları daha doğrusu işgüderleri veya vekilleri indirgeme ile meseleyi böyle takdim etmeye çalışıyorlar. Böylece meseleyi IŞİD’e indirerek tehlike çemberini küçültmeye çalışmakta ve bu da onlara meseleyi terörle sınırlandırmalarına imkân vermektedir. Böylece meşruiyet kazanacak ve küresel manada ‘Sünni teröre’ karşı işbirlikçiler edinebilecekler. Hâlbuki nizamı ordunun devre dışı kalmasıyla ve onların yerini Şii milis güçlerinin almasıyla mesele Maliki tarafından resmi teröre çevrilmiş olmaktadır. Nitekim Tarık Haşimi Maliki'nin küresel bir terörist olduğuna parmak basmaktadır. Nitekim Bağdat’ta ve A’zamiye semtinde Maliki'nin ve Sistani'nin çağrısı üzerine aktif hale gelen ve devreye giren Şii milisleri Sünnileri korkutmakta ve tedhiş etmektedirler. Aynen 2003 yılından sonra Bedir Tugayları ve Ölüm Mangalarının yaptığı gibi. Meselenin IŞİD’den ibaret olmadığı bir vakıadır. Tarık Haşimi sahada mücadele eden 11 veya 12 örgütten bahsetmektedir. Buna mukabil Heyet’ü’l Ulema adına konuşan Muhammed Beşşar Feyzi Maliki’nin 8 yıldan beri Sünnilerin aleyhinde çalıştığını ve onları baskıladığını ve onun ötesinde köleleştirmeye çalıştığını ifade etmiştir. Musul ve Sünni bölgesinde devrimi yönlendiren dört akım ve gruptan bahsetmektedir. Bunlardan sadece birisi IŞİD’dir. Bunlardan birisi Aşiret Devrimcileridir. Zulme karşı başkaldırmış ve yenmiş ve gasp edilmiş hukukunu geri almaya çalışan bağımsız bir yapıyı temsil etmektedir. İkinci grup ise Ceyşür Raşidin, Ceyşü’t Tabiin ve Ketaibu Süvvar el İşrin ve Ceysü Muhammed Fatih (Fatih Sultan Mehmet Ordusu)’dan oluşan örgütlerdir. Bu ikinci grubu temsil eden farklı örgütler Amerikan işgaline karşı savaştıktan sonra silah bırakmışlardı. Bununla birlikte, Maliki’nin bütün köprüleri atmasından ve İran adına Irak’ı arka bahçe gibi yönetmesinin ardından kılıçları yeniden kınından çıkarmışlardır. İçeriden düzeltme ve ıslah imkânı ve fırsatı kalmayınca devrime geri dönmüşlerdir. Üçüncü grup ise Irak Devrimcileri Askeri Konseyi’dir. Bunlar işgalden sonra terhis edilen Irak ordusunun bakiye ve kalan unsurlarından ve subaylarından mürekkeptir. Irak Ordusunun tasfiye edilmesinden sonra binlerce subay işsiz ve atıl kalmış ve halk hareketi başladığında da onların safına geçmişlerdir. Genel memnuniyetsizlik havası işgalden sonra ikinci direniş ve devrim halkasını doğurmuştur. Dördüncü grup olan IŞİD Musul çarpışmasına 500 unsurla ve 120 araçlık bir konvoyla katılmıştır. Irak Müftüsü Rafi er Rıfaii IŞİD’i terör örgütü olarak yaftalamış ve Suriye’de olduğu gibi Heyetü’l Ulema ve diğer Iraklı Sünni kesimler IŞİD konusunda çekincelerini ortaya koymuşlardır. IŞİD’in meseleyi dağıttığı ve başka yönlere çektiği kanaati yaygındır. Sözgelimi, hem Heyetü’l Ulema hem de Tarık Haşimi Musul’da Türk Konsolosluğuna ve kadrosuna karşı yapılan eylemi kınamışlardır. Bunun ötesine geçen Irak Devrimcileri Askeri Konseyi, IŞİD’in cephe içi çekişmelere yatkın olduğunu bunun ise davalarına hizmet etmediği kanaatindedir. Heyetü’l Ulema gibi Irak Devrim Askeri Konseyi de IŞİD’in meseleyi mezhebi bir temele soktuğunu; oysaki devrimin amacının karşı mezhep unsurlarının yaptığı zulmü ortadan kaldırmak olduğunu, yoksa zulme zulüm eklemek olmadığını beyan etmiştir. Bu noktada, Suriye ulemasından Üsame Rifai veya Kureyyim Racih gibi, Irak Devrimi Askeri Konseyi de sivillere yönelik terör estirmeyi kabul etmediklerini ve sapma ve ihlallere karşı uyanık olunması gerektiğini ifade etmiştir. Askeri Konsey bildirisinde hangi kesimden olursa olsun sivillere yönelik zulme ve mezalime ve hürriyetlerin müsaderesine karşı olduklarını beyan etmiştir (http://www.islammemo.cc/akhbar/arab/2014/06/19/201299.html ). Bazıları komplo teorisinden bahsederken; bazıları da meseleyi İŞİD’e indirgiyor. Buna mukabil meseleyi abartanlar olduğu gibi hafife alanlar da var. Kimi Batılı kaynaklar ise IŞİD’in hızlı yükselişinin ardında Saddam’ın aranan sağ kolu İbrahim İzzettin Duri’nin olduğuna parmak basıyorlar. Öyleyse IŞİD bir anlamda Truva Atı. Kimi kaynaklar Nakşibendi Ordusu olarak anılan İbrahim İzzettin Duri’ye bağlı kuvvetlerin sıfır saati için iki yıldan beri hazırlık yaptığını ve fırsat kolladığını belirtiyorlar. Maliki’nin üçüncü kez başbakan olmakta ısrarı bardağa taşıran son damla olmuştur.
NE OLUR ve NE OLMALI?
Irak’ın önünde birkaç ihtimal var. Bununla birlikte artık Irak ne Saddam dönemi gibi ne de 2003 yılından sonrası gibi olacaktır. Devran dönmüştür ve zamanın çarkları ileriye doğru akmaktadır. Zaman gelişmeleri sentezleyerek yoluna devam edecektir. Bundan böyle Maliki topal ördektir ve ne olursa olsun bir daha iktidarını toparlayamayacak veya tamamen Irak’a hükmedemeyecektir. Zaten fiiliyatta Kürt bölgesini kontrolünden kaçırmıştı. Bu gevşeyen yapıyı birbirine yeniden yapıştırmak herhalde Nuri Maliki tutkalı ile olacak bir şey değildir. Asıl önemlisi de onu orada tutan İran-ABD ittifakıdır. ABD İran’dan farklı olarak hem Maliki’nin gitmesi hem de IŞİD’e darbe indirmenin peşindedir. Suudi Arabistan’ın da aynı anlayışta olduğu en azından Suud el Faysal’ın Nuri Maliki’ye cevabi konuşmasından anlaşılmaktadır. Gerçekten de bazılarının temenni ettiği gibi İyad Allavi benzeri yeni bir isimle Irak’ı bir kez daha toparlamak mümkün müdür? Yoksa çözüm gecikmiş ve siyasi çözümün yerini fiili bir çözüm mü almıştır? Irak’ta üç ihtimal ve sentezleri varit görünmektedir. Akıntılı bir hasta gibi Irak’ın kan kaybetmeye devam etmesi ve mezhep veya bir iç savaşın çıkmasıdır. Bu İran’ın müdahalesiyle bölgesel bir savaşa da dönüşebilir. Temennisi olmasa bile Suud el Faysal’ın analizlerinden birisi bu yöndedir. İkincisi ise de fatco bir biçimde sınırların değiştiğini kabul etmek ve bu sonucu Şiilerin içine sindirmesidir. A’zamiye’den Dicle'nin kuzeyi Sünnilere bırakılmasıdır. Üçüncüsü de Maliki’nin dışında Sünnilerin kabul edeceği siyasi bir çözüm bulunmasıdır. Her ihtimalin de kendisine göre çıkmazları var. Burada doğru olan veya olması gereken IŞİD anlayışı yerine kabile anlayışının egemen olmasıdır. Irak’ta en sağlıklı yapı ve anlayış kabile anlayışıdır. Sonuç Yerine; İki baharın ülkesi veya şehri Musul alev topuna dönmüştür. İki ateş arasında kavrulmaktadır. Ülke, kabir tapınıcıları ile kabir yıkıcıları arasında kalmıştır (Irak vakaat beyne übbad ve hüddami’l kubur). Kabir tapınıcıları Şiiler için kullanılan lakaplardan birisi iken IŞİD ve benzerleri için de kabir yıkıcıları tabiri kullanılmaktadır. Irak halkı, ateşle kaynar su arasında kalmıştır. İnşaallah olan biten daha büyük felaketlerin habercisi değildir.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak