Ara

İki Başkent Arasında Târihe Yolculuk…

İki Başkent Arasında Târihe Yolculuk…

İçinde bulunduğumuz aşırı stresin, gerilimin elbette pek çok sebebi var. En önemli sebeplerinden birisi kapitalist sistemin üzerimizdeki baskısı ise diğeri de yeşil ve mavinin hayatımızda çok az yer alması, bu iki büyük nîmetten yeterince istifâde edemeyişimizdir. Ara sıra da olsa bize dayatılan gelecek endîşesini bir kenara itip göğe bakmalı, ayaklarımızı toprağa ve suya değdirmeliyiz. Söylemesi, yazması elbette kolay, peki bu hayat şartlarında nasıl olacak da ayaklarımız toprağa ve suya değecek? Zaman zaman düşünürüm, hedefleri yükselttikçe o hedeflere ulaşılması da o nisbette zor olmaya başlıyor. Ayağımızın dibinde, gözümüzün önünde duran bir şehrimizi, beldemizi, oradaki nice güzellikleri bırakıp, kulaktan dolma bilgilerle dolduruşa gelip, hâlimize bakmadan, on misli uzaklıktaki bir yere odaklanıyoruz. Ekonomik veya başka sebeplerle bu isteğimiz gerçekleşmeyince de oturup bekliyoruz. Bir yönüyle kendi kendimizi yiyip bitiriyoruz. Belki de ömrümüzün sonuna kadar bu hayâlimiz gerçekleşmeyecek. O zaman ne yapmalı? Durup sağlıklı bir şekilde düşünmeli, elimizde bulunan imkânları farklı bir bakış açısıyla yeniden değerlendirip buna göre mâkûl, mantıklı hedeflere yönelmeliyiz. Birkaç yıldan beri imkân buldukça Trakya bölgesine seyahat ediyorum. Hafta sonlarına denk getirdiğim bu gezilerde gittiğim, gördüğüm yerleri elimden geldiğince kaleme alıyorum. Yakın zamanda üçüncü seferime çıktım. İlk seferde yazdıklarım Kırklareli ve Edirne merkezinde bulunan târihî ve kültürel mîrâsımıza dâir idi. İkinci seferimizde Kırklareli'nden hareketle, Lüleburgaz, Babaeski, Uzunköprü ve Havsa güzergâhlarını kaleme aldık. Bu son seferimizde ise yine Kırklareli'nden hareketle Pınarhisar, Vize ve Tekirdağ il sınırları içinde kalan Saray ilçemizi ziyâret ederek buralardaki târihî ve kültürel değerlerimize dâir notlar aldık. İlkbaharın sonları olan Mayıs ayının bu ilk günlerinde Trakya'nın her tarafı bir uçtan diğer uca yeşillikler içerisinde olur. Bölgeyi ziyâret etmek için zannediyorum en güzel mevsim bu mevsimdir. Hava ne sıcak ne soğuk. Ilık ılık esen tertemiz rüzgâr eşliğinde envâî çeşit, rengârenk çiçeği ancak bu mevsimde görüp koklayabilirsiniz.

Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra, ziyâretlerimize “Bismillâh” diyerek Kırklareli'den başladık. İstikāmet Pınarhisar ilçesi. Üsküpdere köyüne geldiğimizde burada bizi yol üzerinde güzel bir câmi-i şerîf karşılıyor. Geç Osmanlı dönemi mîmârî izlerini taşıyan, dikdörtgen planlı mâbed 1904 târihlidir. Kitâbesinden anlaşıldığına göre cennetmekân II. Abdülhamid Han tarafından yaptırılmıştır. Ahşap tavanlı, cephelerindeki pencereleri sivri kemerli, minâresi tek şerefelidir. Mermer kitâbesi güzel bir duâ ile bitiyor: “Allah bu câmiyi yaptıran, yapan, hizmet eden ve kıyâmete kadar emeği geçenlerden râzı olsun. Âmîn.” Velhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîn. Yolumuza devâm ediyoruz. Az ötede Pınarhisar'a bağlı Kaynarca Beldesi var. Kaynarca, ismi ile müsemmâ, kaynak sularıyla meşhurdur. Burada her taraftan su fışkırıyor. Hem öyle böyle değil. Her bir kaynaktan değirmen taşını döndürecek debide su çıkıyor. Beldenin orta yerinden geçen kaynak suyunu tâkip ettiğimizde az ötede hâlâ faal vaziyette bulunan bir taş değirmen ile karşılaşıyoruz. Suyun hazneye girişini, pervânelere kavuşup değirmen taşını döndürmesini, suyun tekrardan değirmenden dışarı çıkışını, velhâsıl suyun bütün serüvenini burada seyredebiliyoruz. Kaynarca’da buz gibi sularımızı kana kana içip bidonlarımızı da suyla doldurup tekrardan yola koyuluyoruz ve Pınarhisar'dayız. 1368 yılında I. Murad Han döneminde Gâzi Mihâl tarafından Bizanslılar'dan alınan Pınarhisar, Kırklareli'nin târihî kentlerinden biridir. Evliya Çelebi ünlü Seyahatname’sinde yörenin su kaynaklarından, kale yapısından, halkın yaşam şeklinden bağ-bostan arâzilerinin güzelliklerinden bahsederek Pınarhisar’daki 1661 yılına âit tabloyu bütün renkleriyle ve canlılığıyla betimler. Pınarhisar 1878-1920 târihleri arasında Rus, Bulgar ve Yunan işgâline uğramış, 8 Kasım 1922 târihinde düşmandan geri alınmıştır. Burada evvelâ, iki burç ile bir duvarı ayakta kalan târihî Pınarhisar Kalesi'ni ziyâret ediyoruz. Mevkinin manzarası çok hoş, çok güzel. Ancak bu manzarayı gölgeleyen nâhoş başka manzaralar da var burada! Burçların içerisi ve çevresi onlarca bira ve şarap şişeleriyle dolu. Etraf pislik içerisinde. Târihî ve kültürel mîrâsımıza karşı yaklaşım tarzımız memleketin hemen hemen her köşesinde aynı. Oysa bunlar bizim paha biçilmez değerlerimiz, hazînelerimiz, aynı zamanda dosta düşmana karşı vitrinimizdir. Rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in de dediği gibi: "Hakîkî vatansever vatanını diğerlerinden üstün tutan değil, vatanının övgüye mazhar olması için çabalayandır." Her birimiz bu çerçevenin içindeyiz. Hepimizin sorumlulukları var. Elimizi taşın altına koymak zorundayız. Bu durumdan kurtulmamızın başka çâresi yok. 

İlk inşâsı 15. yüzyıla târihlenen Hundi Hatun Câmi-i Şerîfi'ni ziyâret edip Vize’ye hareket ediyoruz. Erenler Köyü girişinde bir yönlendirme tabelası dikkatimizi çekti. Üzerinde “Binbiroklu Ahmed Baba Türbesi” yazıyordu. Ahmed Baba merâkımızı celp ediyor ve köye giriyoruz. İstanbul'da veya Edirne'de 15-16. yüzyıllarda inşâ edilen türbelerin formunda olan yapı köyün hemen girişindedir. Binbiroklu Ahmed Bey’e âittir. Ahmed Bey, daha sonraları bölgede Ahmed Baba olarak meşhur olmuş. Türbe, 14. yüzyılda, Sultan Murad tarafından, ilk akıncı beylerinden olan ve Pınarhisar'ın fethi sırasında şehit düşen Binbiroklu Ahmed Bey adına yaptırılmıştır. Öğle namazını Erenler köyünde edâ edip Vize’ye hareket ediyoruz. Yeşil ve maviden başka renk görünmeyen yollardan geçerek Vize’ye ulaşıyoruz. I. Murad Han (1362-1389) zamânında Osmanlı egemenliğine giren Vize, XV. yüzyılda Trakya’da üç idârî merkezden biriydi. Zengin ve köklü bir târihe sâhiptir. 15. yüzyılda yaşayan ünlü târihçi ve şâir Behiştî (Ahmed Sinan Çelebi) Vize’de doğmuştur. “Târih-i Behiştî” adlı eserinde Osmanlı Târihini kaleme almış, 1383-1502 yılları arasındaki olayları edebî bir dil ile açıklamıştır. Vize’de ilk durağımız M.Ö. 72-76 yıllarına târihlendirilen ve ilçenin hâkim bir noktasında bulunan Vize Kalesi oldu. Temiz havası, eşsiz manzarasıyla bu tepe hakîkaten gezilmeye görülmeye değer diye düşünüyoruz. Vize, gâyet sâkin, huzurlu bir belde lâkin kale civârının havası daha bir başka. Kalıntılarının önemli bir bölümü günümüze kadar ulaşan kaleye dâir Roma dönemine âit bir kitâbe Edirne Müzesi’nde sergidedir. 

Kaleden ayrılıp şehre doğru iniyoruz. Kaleye varmadan yaklaşık 150-200 metre aşağıda, güzellikler meşheri diyebileceğimiz bir yapıyla karşılaşıyoruz. Burası Gâzî Süleyman Paşa Câmi-i Şerîfi'dir. Büyük Câmi ve Küçük Ayasofya Câmi-i Şerîfi olarak da bilinir. Câmi tanıtım levhasındaki bilgilere göre ilk olarak 6. yüzyılda Jüstinyen döneminde kilise olarak inşâ edilen mâbed, 1450'li yıllarda Gâzî Süleyman Paşa tarafından minâre, minber ve mihrap eklenerek câmiye çevrilmiş. Ancak Semavi Eyice’nin verdiği bilgilere göre, belgeler ışığında incelendiğinde, bahse konu Süleyman Paşa’nın hangi Süleyman Paşa olduğu konusu tam bir muammâdır. Zîrâ Fâtih Sultan Mehmed devrinde Rumeli Beylerbeyi olan ve Trakya’da vakıfları bulunan Hadım Süleyman Paşa'nın adını veren araştırmacılar da var, Orhan Gâzi’nin oğlu ve I. Murad’ın kardeşi Süleyman Bey'in (Paşa) adını veren de var. Semavi Eyice’ye göre Ekrem Hakkı Ayverdi de Gâzî Süleyman Paşa’yı (öl. 1357) işâret eder. Kimi araştırmacılar tarafından ise Gazi Mihal Bey oğullarından Süleyman Bey’in (Paşa) vakfı olduğu ileri sürülmüştür. 1655-1661 yılları arasında Vize'yi iki kez ziyâret eden Evliya Çelebi, belde hakkında tafsîlatlı bilgiler vererek kale içinde kiliseden çevrilmiş Ebü’l-feth Mehmed Han Câmii bulunduğunu, üstünün kurşun kaplı olduğunu yazar. En iyisini Allah bilir. Cenâb-ı Mevlâmız cümle geçmişlerimize ganî ganî rahmet eylesin. Yakın zamanda Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restorasyona tâbi tutulan câmi, hâl-i hazırda ibâdete açık vaziyettedir. Büyük şehirlere nispeten küçük bir yerleşim birimi sayılabilecek böyle bir yerde, böyle bir güzellikle karşılaşmak muhâl değil. Sâdece bu mâbedi, bu güzelliği görmek için bile Vize'ye gidilir. Yolumuza devâm ediyoruz. Az aşağıda yine yolumuzun üzerinde bir câmi-i şerîf ile karşılaşıyoruz. Burası Şerbetdar Hasan Bey Câmi-i Şerîfi'dir. 1444 yılında Mir-i Ekber Hasan Bey tarafından yaptırılmıştır. Kare planlı olup üzeri, iki kademe oluşturan çift kasnaklı kubbeyle örtülüdür. Yapı, taş ve tuğla malzeme kullanılarak inşâ edilmiştir. Minâresi, son onarımı sırasında yeniden yapılmıştır. İbâdete açıktır. Daha aşağılara indiğimizde Ferhat Bey Çeşmesi ile karşılaşıyoruz. Az ötede metruk vaziyette Vize Hamamı bulunur. Hamamın karşısında bakkal dükkânı işleten Tokatlı amcamız “1973-1993 yılları arasında bu hamamı ben işlettim” demese burada bir hamam olduğunu anlamak, bulmak imkânsız gibi. Rivâyetlere göre hamamın bitişiğinde bir mescid, mescidin yanı başında da bir şadırvan varmış. Vakıflar Genel Müdürlüğü buraya da bir el atsa, kaybolmaya yüz tutmuş güzellikleri meydana çıkarsa ne iyi olur. Antik Tiyatro, Karakoçak Tepe, Asmakayalar Mağara Manastırı ile Çiftekaynaklar, Cehennem Şelaleleri, Kıyıköy, Yenesu Mağarası da Vize’nin târihî değerlerinden, doğal güzelliklerindendir. 

Vize merkezinde az nefeslendikten sonra Tekirdağ, Saray’a doğru yola koyuluyoruz. Akşam olmak üzere. Karanlık basmadan Ayas Paşa Câmi-i Şerîfi'ni ziyâret edip Kırklareli’ne dönmemiz lâzım. 14. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı egemenliğine giren Saray, Bizans döneminde küçük bir yerleşim birimi idi. Osmanlılar döneminde Istıranca Dağlarının güney eteklerini izleyerek ikinci başkent Edirne'yi İstanbul'a bağlayan yol üzerinde yer alması sebebiyle önem kazanmıştır. 19. yüzyılın sonlarına kadar Edirne Vilâyeti Kırklareli Sancağı'nın Vize kazâsına bağlı bir nâhiye olarak yönetilmiş, 1916'da kazâ merkezi olmuş, Cumhuriyet döneminde ise Tekirdağ'a bağlanmıştır. Tekirdağ, Saray'daki Ayas Paşa Câmi-i Şerîfi, Sadrazam Ayas Mehmed Paşa tarafından 1539'da yaptırılmıştır. Bânî Ayas Mehmed Paşa'nın türbesi Eyüp Sultan Câmi-i Şerîfi hazîresinde, Bostan İskelesi Sokağı ile Cülûs Yolunun kesiştiği noktadadır. Ayas Paşa Türbesi, kimi araştırmacılar tarafından Mîmar Sinan'ın mîmarbaşı olduktan sonra yaptığı ilk eser olarak gösteriliyor. Saray dolaylarında sürgün hayâtı yaşayan Kırım Hânedânından pek çok ismin kabri Ayas Paşa Câmi-i Şerîfi hazîresindedir. Vaktimiz kısıtlı olduğu için inceleme fırsatı bulamadık. Rivâyetlere göre II. Devlet Giray Han (öl. 1725), İslam Giray Sultan (öl. 1742), II. Fetih Giray Han (öl. 1746), Arslan Giray Han (öl. 1767), IV. Devlet Giray Han (öl. 1780), III. Selim Giray Han (öl. 1785) ve Şahbaz Giray Han (öl. 1792) hazîrede medfun bulunan hânedan mensuplarından bāzılarıdır. Hazîredeki mezar taşı başlıklarının neredeyse tamâmına yakını yok edilmiş. Bunun sebebi nedir, nasıl bu hâle getirilmişler? Bir tahminde bulunmak zor. Ancak vaziyet üzücü. Başlıkları koparılmış olsa da kitâbelerin zamânımıza ulaşması bir tesellî kaynağı. Câmi yakınında külliyenin devâmı niteliğinde lâkin târihî hüviyetinden eser kalmayan, içler acısı vaziyette olan bir de hamam var. Vakıflar Genel Müdürlüğü câmiyi restorasyon kapsamına alırken bu hamamı da ihyâ edemez miydi? Bürokratik, resmî prosedürü nedir? Bunlar hakkında maalesef herhangi bir bilgiye sâhip değiliz. Lâkin Saray’da Osmanlı dönemine âit yegâne iki eserden birinin bu vaziyette kalması hakîkaten acı verici. Câmi hazîresinde fotoğraf çektiğimizi gören iki dedemiz çay içmek için bizi dâvet etti. Vaktimizin sınırlı olmasına rağmen dâvete icâbet ettik. Câminin yakınındaki çay ocağında muhabbet eşliğinde çaylarımızı yudumlayıp güneşin batışıyla birlikte Kırklareli’ne doğru yola koyulduk. Böylelikle Trakya bölgesine gerçekleştirdiğimiz üçüncü ziyâretimizin de sonuna gelmiş olduk. Ne kadar şükretsek azdır. Memleketimizin her tarafı âdetâ cennetten bir köşe. Bunların tamâmını gezmeye ömür, ecdad yâdigârını, hâtırasını yazıya dökmeye kelimeler kifâyet etmez. Ne mutlu kadir kıymet bilenlere…

Haziran 2024, sayfa no: 60-61-62-63

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak