Ara

İhtiraslarının Kurbânı Olanlar

İhtiraslarının Kurbânı Olanlar

İhtirâsın kurbânı olmak, insanın temel hastalıklarından biridir. İhtirâsa zemin hazırlayan menfaatçi ve çıkarcı yaklaşımlar herşeyden önce insanın akl-ı selîm ve mantığına perde çeken sancılardır. İhtiraslarına gem vuramayanlar toplumsal, ekonomik ve psiko-sosyal bağlamda her dâim tükenişin ve saplantıların kurbânı olmuşlardır. İhtiras öylesine bir fütursuzluktur ki, hırsa bürünenler her dâim kendinden bir aşağısını ezmeye yeltenirler, çomak altındaki çelik gibi bir başkasını kendi darbeleri altında ezmenin çabasına bürünürler. Menfaatlerine düşkün, kendi çıkarlarına mahkûm olup arzularının peşinde koşanlar hemcinslerine kıydıkça kıymış, “Her şey benim olsun, hizmetimi gören ne ölsün ne onsun!” diyerek gaflet ve egoizme esîr olmuşlardır.

Samiha Ayverdi’nin de ifâde ettiği gibi: “Devirlerin ve asırların mukadderâtına hükmeden dev ihtiraslar, varlık ve mevki şehvetlerinin kalın perdesini aralayıp yarattığı ictimâî ve iktisâdî adâletsizliği görmek istememiş, görüp kabûl etmekten ve çâresine bakmaktan dâimâ korkmuştu. Korkmuştu zîrâ çâre düşünüp işçisinin boyunu uzatmak, ancak kendi boyundan ona vermek, kendi boyunun kısalmasına râzı olmak demekti. Bunu yapacak insan ancak ve ancak elini hırs ve menfaat kirlerinden yıkamış, eteğini şehvet ve benlik çalılığından kurtarmış ergin inanışlı bir cemiyet vasatı içinden çıkabilir.” (Ayverdi, İbrâhim Efendi Konağı, 2005:210-211)

Osmanlı sultanlarından birinin İstanbul sokaklarındaki halkın arasına karışıp halkın dertlerini dinleyip gözlemleme seyrinden bahsedilir. Etrâfını saran saray eşrâfı ve korumalarıyla arz-ı endâm eyleyen sultânı görmeye gelenler kalabalıklar oluşturur. Sultan geçerken, üstü başı biraz derbeder bir derviş hâriç herkes iki büklüm olup huzûrunda eğilmeye yeltenir. Sultan alayı durdurur ve dervişi yanına çağırır. Dervişin neden diğerleri gibi saygı gösterme çabasına bürünmediğini sorar. Derviş ise sultâna şöyle seslenir: “Bırakın bütün insanlar sizin önünüzde eğilsin. Hepsi sizin sâhip olduklarınızı istiyorlar. Para, güç ve makam bekliyorlar. Elhamdülillah, bu kavramlar artık bana hiçbir şey ifâde etmiyor. Üstelik sizin efendiniz olan iki kölem varken niye size eğileyim ki?” Bütün kalabalık nefesini tutmuş, sultan da öfkeden bembeyaz kesilmiştir. “Ne demek istiyorsun?” diye gürlemiştir. Derviş hiç istifini bozmadan gâyet sâkin bir şekilde sultânın yüzüne bakarak “Sizin efendiniz olan iki kölem, öfke ve açgözlülüktür.” diye karşılık vermiştir. Duyduğu cümlenin hakîkatini görebilen sultan, bu kez dervişe ihtiram göstermiştir. (Frager, Aşktır Asıl Şarap, 2004:29)

Menfaat hırsı, servet avcılığı, makam arzusu, şehvet iptilâsı insanı aşağılık derekesine düşüren saplantılardır. Makam ve mevki ihtirâsının baştan çıkarıcılığı bir gerçektir. İktidar hırsı gözleri kör eder, baş olma sevdâsı etrâfı yakıp yıkar, arzularına kavuşma şehveti kişiyi gururlanıp böbürlenme hazzına büründürmektedir. Mekke’nin fethi sırasında Müslüman olan Abdurrahman İbni Semüre isimli sahabi, bir defasında Rasûl-i Ekrem’den (sav) vâlilik ve kaymakamlık gibi bir yöneticilik istemiştir. Peygamber-i Zîşân Efendimiz ona şöyle hitâb etmiştir: “Abdurrahman İbni Semüre! Kimseden yöneticilik görevi isteme! Zîrâ bu görev sen istemeden verilirse, Allah yardımcın olur. Eğer sen istediğin için verilirse, Allah’tan yardım göremezsin.” (Buhârî, Ahkâm 5, 6, Müslim, İmâre 13) Bu aziz sahabi Hz. Osman devrine kadar hiçbir idârî görev almadı. Sîstan Vâliliğine tâyin edildikten sonra pek değerli hizmetler gördü. Afganistan'ın başşehri Kâbil gibi yerlerin İslâm hâkimiyetine girmesini sağladı. Rasûlullah Efendimiz, kendisine çok değer verdiği Ebû Zer el-Gıfârî'nin aynı yöndeki isteğini de olumlu karşılamadı. Ona zayıf bir insan olduğunu hatırlatarak; “İki kişiye bile olsa sakın başkan olma!” buyurdu. Emâneti ehil olarak almayan ve üzerine düşeni yapmayanlar için yöneticiliğin kıyâmet gününde bir rezillik ve pişmanlık olduğunu hatırlattı. (Müslim, İmâret 16) Makam ve mevki elde etmenin hiç de özenilecek birşey olmadığını belirtti.

Lüks hayâta kavuşma arzusu, yiyip içme tutkusu, daha güzel giyinip kuşanma çabası, herkesin gidemeyeceği meclislerde bulunma çabası, etkili olma arzusu, dinlenilen, başvurulan ve bende olunan isim olma hissiyâtı, “baş üstüne” diyenlerin etrâfında pervane olması beklentisi insanı makam ve mevkiin câzibesine kaptırmaktadır. Dünyânın âlâyişine, gündelik hayâtın câzibesine kapılıp başkalarına karşı şirin gözükme derdi, insanları bitip tükenmeyen ebedî ve emsalsiz nîmetleri göremeyen zavallılar kılmıştır.

Şöhret âfettir, kendini ispatlamaya çalışmak bir tür kimlik değiştirmektir. Başkalarının kendisi hakkında büyük âlim, dîni bütün adam, zâhid Müslüman, tevâzu ehli, büyük hatip demesini beklemek, başkalarına el-etek öptürmeye yeltenmek, başkalarının nazarında duâsı makbûl bir kişi olarak görünmeye çalışmak da aslında bir tür makam ve mevki hırsı, amansız bir gösteriş hastalığıdır. Bu yüzden İslâm büyükleri, şöhret sâhibi olmayı bir tür âfet olarak görmüşlerdir. Rasûl-i Ekrem Efendimiz Ömer İbnü’l-Hattab (ra) ve diğer sahabilere Veyse’l-Karânî’yi (ra) bâzı özellikleriyle tanıtarak onun “tâbiîn neslinin en hayırlısı olduğunu” söylemiş, Allah katındaki üstün yerini belirtmiş, onu görürlerse duâsını almalarını tavsiye buyurmuştur. Veyse’l-Karânî Medîne'ye gelince Hz. Ömer onu bulup duâsını almıştır. Bu Allah adamı memleketine dönüp de Hz. Peygamber’in onun hakkındaki övgüsü herkes tarafından duyulunca, memleketini bırakıp meçhûl bir diyârın yolunu tutmuş, kendisini tanımayan kimselerin arasına karışmıştır. (Kandemir, Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed, 2008:122-123)

Bir bilge, bir göletin başında oturmaktır. Susuzluktan kırılan bir köpeğin devamlı olarak gölete kadar gelip tam su içecekken kaçması dikkatini çeker. Köpek susamıştır ama gölete her gelişinde sudaki yansımasını görüp korkar ve suyu içmeden kaçar. Sonunda köpek susuzluğa dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer. O anda bilge şöyle düşünür: “Bir insanın istekleri ile arasındaki en büyük engel, çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır. İnsan bunları aşarsa, istediklerini elde edebilir.” Yâni önümüze çıkan engellerin ve sorunların büyük bir kısmının kaynağı yine kendimiziz. Bu engeller içimizdeki güven ve inançla aşılabilir. Hırslarımızı aklımızı, mantığımızı ve idrâkimizi yerli yerinde kullanmakla engelleriz.

İhtiraslarımız bizlerdeki adâlet ve insaf duygularını öldürür. Tolstoy, orduya katıldığında subaylardan birinin yürüyüşte sırayı bozduğu gerekçesiyle bir askeri dövdüğüne tanık olur. Tolstoy, subaya şöyle der: “Kendin gibi bir insana bu şekilde davranmaya utanmıyor musun? Hiç mi İncil okumadın?” Subay şöyle karşılık vermiştir: “Peki sen hiç mi ordu tüzüğü okumadın?” (Sayar, Merhamet, 2012:170)

İnsanın bencil, muhteris, cimri ve menfaatlerine düşkün tabiatına Rabbimiz şu şekilde dikkat çekmektedir: “De ki, Rabbimin rahmet hazîneleri sizin elinizde olsaydı, onu harcayıp tüketmekten korkar, cimrilik ederdiniz. Zâten insan da pek cimridir.” (İsrâ, 100.)

Âyet-i kerîmedeki insanın doyumsuzluk hastalığına Peygamber Efendimiz (sav) de şu şekilde dikkat çekmektedir: “İnsan ihtiyarlasa bile, onun iki duygusu hep genç kalır: Biri çok kazanma hırsı, öteki çok yaşama arzusu.” (Buhârî, Rikak 5; Müslim, Zekât, 115)

Kur’ân’da Rabbimiz ihtirâsı âdetâ kalbin kanseri olarak nitelemekte ve bizlere şu ilâhî ihtarda bulunmaktadır: “Ey îmân edenler! Şüphesiz haham ve ruhbanlardan birçoğu, insanların mallarını bâtıl yollarla yerler ve Allâh’ın dîninden alıkoyarlar. Altın ve gümüş yığıp da Allah yolunda infâk etmeyenler, işte onları elem veren bir azapla müjdele. O gün (o paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacaktır. İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz şeylerdir. Öyleyse biriktirmekte olduğunuz şeyleri tadın!” (Tevbe 9/34-35)

İnsanın doyumsuzluk hastalığına Peygamber Efendimiz bir başka hadîs-i şeriflerinde şu şekilde dikkat çekmektedir: “Âdemoğlunun iki dere dolusu malı olsa bir üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun içini (karnını) topraktan başka bir şey doyuramaz.” (Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekât, 116)

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî şöyle buyurur: “Dünyâ malı ve nîmetleri, Hakk’ın kullarına lutf u ihsânı, âdetâ mânevî tebessümleri gibidir. Fakat dünyâ malı bizi aldatır, aklımızı başımızdan alır, mağrur ve perîşân eder. Ey kadri yüce kişi! Yoksulluk ve hastalık bir bakıma senin için mal ve mülkten daha hayırlıdır. Çünkü zenginlik, mal ve mülk, gülümseme tuzağını kurar, sonunda seni oraya düşürüverir.” (Mevlânâ, Mesnevî Tercümesi, 1997:beyit no: 3040-3041)

17 Ağustos 1999 Marmara Depreminden hemen sonra yerle bir olmuş apartmanının önünde duran ve hiç kımıldamadan dalgın dalgın enkâza bakakalan yaşlı bir adama “Bu binâ senin miydi?” diye sorulduğunda, verdiği şu cevap son derece mânidardır: “Öyle zannediyorduk!...”

Dünyâya bağlanmak ve onun nîmetlerine meyletmek, insan fıtratının bir gereğidir. Mânevî terbiye görüp olgunlaşamayanlar, bunlara daha sıkı bağlanırlar. Hâlbuki asıl olan, gönlü Allâh’a bağlayarak bu nîmetleri O’nun rızâsına ulaşmak için birer vesîle kılmaktır. Mevlânâ bu hâli ne güzel tasvîr eder:

“Ey kerem sâhibi dinleyiciler! Bu dünyâ bir ağaca benzer. Biz de o ağacın üzerinde bulunan yarı ham meyveleriz! Ham meyveler dallarına sımsıkı sarılırlar. Çünkü hamlık mertebesinde meyve, köşke ve saraya lâyık değildir. Fakat meyveler olgunlaşıp tatlılaşınca ve dudakların ısıracağı hâle gelince artık düşmeye hazırdırlar ve dallara pek gevşek sarılırlar. İnsanın ağzı da o mânevî ikbâl ve saâdetten tatlılaşınca, dünyâ mülkü ona mânâsız ve soğuk gelir. Bir şeye sımsıkı sarılmak taassuptur, hamlıktır. Ey Hak yolunun yolcusu! Sen henüz olgunlaşmadın! Böylece ana karnındaki çocuk gibi kaldıkça, işin kan emmek, zahmet ve sıkıntı çekmektir.” (Mevlânâ, Mesnevî Tercümesi, 1997:beyit no: 1293-1295)

Mevlânâ’nın şu tespitleriyle konuyu özetlemek istiyorum: “Allah muhabbetinden yoksul, fakat dünyâ malına istekli kişi, fakirliğin nakşıdır, resmidir! Böylesi tâlihsiz kimse can ehli, yâni mânevî hayat sâhibi değildir. Köpek resmine sen kemik atma... Onda lokma yoksulluğu vardır, Hak yoksulluğu yoktur. Bir ölünün önüne yemek tabağı koyma... Ekmek dervişi, toprak balığı gibidir. Şekli balığa benzese de denizden ürker, kaçar. O tavuk gibi ev kuşudur, Hakk’a yakınlık dağında bulunan hidâyetin Zümrüd-i Anka’sı değildir. Güzel yemekler yer, şerbetler içer, yâni dünyâ lokması yer ama Allah lokması yemez. O sahtekâr, yemek içmek için Hakk’a âşıktır. Yoksa, rûhu Allâh’ın mânevî güzelliğinin hüsn-i cemâlinin âşığı değildir.” (Mevlânâ, Mesnevî Tercümesi, 1997:beyit no: 2752-2756)

Aralık 2020, sayfa no: 18-21

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak