Ara

İhtiraslarımızın Kurbânı Olmadan Yaşamak

İhtiraslarımızın Kurbânı Olmadan Yaşamak

İnsanın maddî hastalıkları bünyesini son derece bitkin düşürdüğü gibi mânevî hastalıkları da onun mâneviyâtını mahveder. Bu mânevî hastalıkların başında hırs ve tamahkârlık illeti gelmektedir. Hırs ve tamahkârlık, insanı azgınlaştıran korkunç bir hastalıktır. İhtirâsın pençesine düşenler üç kuruş daha fazla kazanabilmek için türlü makyavelist usûllere başvurmaktan çekinmez, çalıştırdığı işçisinin hakkını gözetmez, ra­kiplerini yenmek için her türlü yolu mübah görmeye başlar. Bugünkü vahşî kapitalizm böylesi bir hırsın ürünüdür. Bu kapitalizmin sermâyesi içinde Afrika, Hindistan ve Uzakdoğu’nun zavallı insanlarının gözyaşları, alın terle­ri, hattâ hayatları vardır. Tabiatı katletmek, ekolojik dengeyi bozmak, arıtma masrafından kaçtığı için nehir­leri kirletmek, havayı ve çevreyi yaşanmaz hâle getirmek vahşî kapitalizmin doğurduğu sonuçlardan sâdece birkaçıdır. İşsiz sayısının çokluğundan istifâdeyle gencecik ve tah­silli insanları asgarî ücretle çalışmaya mecbur etmek bu zihniyetin eseridir. Kriz bahanesiyle pek de gereği yok­ken işçi çıkarmak tamahkârlığın sonucudur (Demirci, 2013:3423-344). 

Bir Hakk dostu, ibret nazarıyla seyrettiği bir manzaradan hareketle insanoğlunun ihtirâsını şöyle ifâde etmektedir:

“Bir gün bir ağacın altında oturmuş dinleniyordum. Bir karınca dikkatimi çekti. Kendinden hayli büyük bir ekmek kırıntısını yüklenmiş, sürükleye sürükleye götürüyordu. Bazen bir su birikintisiyle karşılaşıyor ve etrafından dolaşıyor, bazen de otlara takılan ekmeğin ucunu kurtarmak için didinip duruyordu. Ama ne ekmek parçasını bırakıyor ne de rahatça taşıyabilmek için ekmeği ufaltıp küçültmeye râzı oluyordu. Bu şekilde o sıcak günde, bu ekmek parçasını uzun bir mesâfe taşıdı. Nihâyet yuvasına geldi. Lâkin yuvasına giden koridor küçük, taşıdığı lokma ise büyüktü. Binbir zahmetle yuvanın ağzına kadar getirdiği ekmek parçasını bir türlü içeriye sokamıyordu. Ekmeğin etrâfında dolaşıyor, parçayı döndürüyor, öbür tarafından çekiyor, ama bir türlü lokmacık yuvaya girmiyordu.

Bu manzara beni, kendi hâlimi düşünmeye sevk etti. Bir ömür boyunca istif edip biriktirdiğimiz dünyâlıkları, nasıl kabir kapısından sokmaya çalıştığımız aklıma geldi. Hâlbuki dünyâda biriktirdiğimiz bu eşyânın, ziynet ve servetlerin çok daha güzelleri bizi âhiret hayâtında bekliyordu. Tabiî, eğer daha önceden oraya gönderebilmişsek! Hakk’ın lutfettiği nîmetlerin nasıl sarf edileceğini bilmiş isek!..”

Hırs ve tamah insanı insanlıktan çıkarır, âdetâ vahşîleştirir, duyguları köreltir. Hırslı insan kendi dar dünyâsının dışını görmek istemez, başka insanların yoksulluklarına, acı ve ızdıraplarına gözlerini kapamıştır. İşte bütün bunlara çâre olacak erdem kanâattir (Demirci, 2013:343-344).

Ölçülü olduğu müddetçe kazanmanın, güç sâhibi olmanın, dünyâlık imkânlara kavuşmanın bir sıkıntısı yoktur. Helâl ve haram çizgisine dikkat eden, zekâtını veren, infâkı şiâr edinen, bencillikten kurtulan bir Müslümanın çok kazanması bir sorun teşkîl etmez. Bilakis çok kazanan bir Müslümanın elde ettiği servetle daha çok hayır ve iyilik yapması arzu edilmektedir. İslâmiyet’in yerine getirilmesini emrettiği zekât ve sadakayı verebilmek, Allah yolunda sarfedilmesini istediği harcamaları yapabilmek için zengin olmak lâzımdır. Zengin olabilmek için de, insanda çok kazanma arzusu bulunmalıdır. Ama gönüldeki bu çok kazanma duygusu ona âhiret hayâtını unutturuyorsa, dünyâ sevgisi onu esîr alarak bütün gönlüne el koyuyorsa, o takdirde bu duygu son derecede tehlikeli bir hâle gelmiş demektir. Emrettiği kanâat duygusuyla Allah Teâlâ, insana zararlı duyguları ve aşırı istekleri frenleme gücü vermiştir. İrâdesine hâkim olan kimsenin bu nevi zaaflarını kontrol altına alması her zaman mümkündür. 

Sâlihlerden biri rüyâsında kendini cehennemin köprüleri üzerinde duruyor görür. Oraya büyük bir korku ve endîşe ile bakar. Kendi kendine:

“–Bunları nasıl geçeceğim?” derken oradan biri kendisine:

“–Ey Allâh’ın kulu, yükünü bırak da geç.” der. Ona:

“–Benim yüküm nedir ki?” dediğinde:

“–Dünyâyı bırak.” diye karşılık verir. 

Kişinin ihtiraslı ve cimri olmasının başlıca etkeni, dünyâya karşı duyulan aşırı sevgidir. Her türlü kötü ahlâkın temelinde dünyâ sevgisi yer almaktadır. Para, servet, makam mevkii ve şöhret gibi her türlü dünyâ sevgi­sinin kalpten çıkarılması, ye­rine Allah ve âhiret sevgilerinin yerleştirilmesi hatırlatılmıştır. Tasavvuf yolunun başlıca edebi, hırs ve oburluktan kaçınmaktır. Hırs kişiyi dünyâlık derdine mâruz bırakırken, oburluk ise dünyevî tutkulara yol açar. Hırs ve oburluk, kalbin mânevî anlamda ölümüne yol açar. Dolayısıyla nefsin başta gelen üç ayıbının; ihtiras, cimrilik ve servet avcılığı olduğunu görmekteyiz. Allâh’ın takdîr ettiği rızkımızın değişmeyeceğini bilmek ihtiras hastalığından kurtulmamızı sağlayacak yegâne ilaçtır (Işıtan, 2014:258-259). 

Peygamber Efendimiz (sav) hadîs-i şerîflerinde bizlere; “Cennet nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle; cehennem ise şehevî şeylerle kuşatılmıştır.” hatırlatmasında bulunmaktadır (Müslim, Cennet, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 22; Tirmizî, Cennet, 21). Bir başka hadîs-i şeriflerinde Rasûlullah (sav) çok kazanma hırsı ile çok yaşama arzusunun, ihtiyarlasa bile insanın genç kalan iki duygusu olduğuna dikkatimizi çekmektedir (Buhārî, Rikak 5; Müslim, Zekât, 115). Kalpten çıkarılması gereken dünyânın ne mânâya geldiğini Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî şöyle dile getirmektedir:

“Bu dünyâ zindandır, biz de zindandaki mahpuslarız. Zindanı del, kendini kurtar. Dünyâ nedir? Allah’tan gāfil olmaktır. Ku­maş, para, ölçüp tartarak ticâret etmek ve kadın, dünyâ değildir.” (Mevlânâ, 1998:I/982-983).

Hırsa ve cimriliğe mâruz kalanların bu hastalıktan kurtulabilmeleri için öncelikle dünyânın geçiciliğini idrâk etmeleri gereklidir. Fânî olan dünyânın helâlinden hesap verilir ve harâmından cezâ görülür (Işıtan, 2014:259). 

Kalbin kanseri mesâbesindeki tamahkârlık ve ihtiras duygusu kişiyi cimriliğe sevk eder, insanda ibâdetin tadını kaybettirir, kula kul olmaya yol açar, kalbin mânevî an­lamda mühürlenmesini sağlar, dünyâya meylettirir, âhireti unutturur, fakirlik korkusunu artırır, kişinin mâneviyat ve âhiretle ilgili işlere ilgi duymasına engel olur. Bu durumda tabiî olarak kişi, alışılagelmiş ibâdetlerden zevk almaz, kalp alt benliğin arzu ve istekleriyle dolar ve böylece mânevî değerlere ilgi azalır (Işıtan, 2014:261-263). 

Tasavvuf erbâbının en temel çabası, iç âlemlerinden varlık, benlik, gurur ve kibri kazıyıp atmak, hiçlik ve yokluk hâlini idrâk etmektir. 

Ârifler Sultânı Şâh-ı Nakşibend (ö. 791/1388) ilim erbâbı sayılan hâcegândandı. Buna rağmen mânevî intisâbının ilk yıllarında, insanların gelip geçtiği yolları temizlemiş, hastalara, âcizlere, hattâ yaralı hayvanlara hizmet etmiştir. Bu şekilde, büyük bir tevâzû ve hiçliğe bürünmüştür. 

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (ö. 1242/1826), kendisine ilimde “Şemsüʼş-Şümûs”, yâni “Güneşler Güneşi” denildiği bir zamanda, Abdullâh-ı Dihlevî’nin (ö. 1240/1824) dergâhına gitmişti. Fakat Dihlevî onu karşılamaya bile çıkmadı. Üstelik onu dergâhının ne mihrâbında ne de kürsüsünde vazîfelendirdi. Önce enâniyetin bertarâfı ve hiçliğin tahsîli için, onu helâ temizliğiyle vazîfelendirdi.

Aziz Mahmud Hüdâyî (ö. 1038/1628) Bursa kadısı iken, Mehmed Üftâde’nin (ö. 988/1580) dergâhında hiçlik ve yokluğa erebilmek için benzeri merhalelerden geçti. Süslü kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer sattı. Gurur, kibir ve enâniyeti bertarâf eden bu nevî merhaleler netîcesinde, cihan pâdişahlarına istikāmet veren, büyük bir mürşid-i kâmil oldu. Şimdiye kadar sayısız kadı geldi geçti; fakat onlar içinde Aziz Mahmud Hüdâyî, bu özelliği sebebiyle dört asırdır gönüllerde yaşamaya devâm ediyor.

İşte tasavvufta her şey, “hiçlik” hâlini idrâk ettikten sonra başlar.

Eylül 2024, sayfa no: 19-20-21

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak