Ara

Hz. Peygamber’i (sav) Sevmek / Prof. Dr. Ali Çelik

Hz. Peygamber’i (sav) Sevmek /  Prof. Dr. Ali Çelik

“Peygamber, mü’minlere kendi nefislerinden daha sevgilidir.” (Ahzâb,6) Bu âyet-i kerîme bize şu hakîkati telkîn etmektedir: 1. Vâkıayı tesbit ederek ilk Müslümanlar (Ensâr ve Muhâcirûn) yanında Hz. Peygamber’in (sav) yerinin nasıl olduğu gerçeğini hatırlatıyor. 2. Hz. Peygamber’in (sav) durumu yanlarında böyle olan o sahâbe neslini daha sonra gelen müslüman nesillere örnek olarak takdîm ediyor ve onlardan Allâh’ın Rasûlüne ittibâ etme ve onu örnek almanın niteliği, (…kendi nefislerinden daha sevgilidir.”) (Ahzâb, 6.) şeklinde ifâde edilmektedir. Konuyu tahlîl etmeye çalışalım: Allah Rasûlü (sav) tebliğâtıyla vahyin ilk muhâtabları olan Câhiliye Arapları üzerinde bir değişim ve dönüşüm gerçekleştirmişti. Nâzil olan Kur’ân âyetleri Müşrik Araplar üzerinde öyle etki etmişti ki, düşünce ve inanç dünyâları tevhid inancı istikametinde yeniden şekilleniyordu. İnanan her bir mü’minin sâhip olduğu “ben merkezli” dünyâ görüşü yerini “Allâh’ın rızâsını” esas alan bir dünyâ görüşüne terkediyordu. Allah inancı, O’nun varlığı, birliği, mutlak hâkimiyeti, “yaratan ve yönetenin ancak Allah olduğu” (A’raf, 54.) inancı kalplere yerleşiyordu. Yeni bir insan tipolojisi ortaya çıkıyordu. Bu insanın en belirgin vasfı; zihin dünyâsının tevhid inancıyla donanmış, bütün eylem ve söylemlerinde “ahlâkî” olmayı esas almış olmasıdır. Ona “müslüman” olma vasfını da “müslüman” ismini de Yüce Allah (cc) vermişti. Mekke’de Hz. Peygamber’in (sav) özel eğitiminden geçen bu insanlardaki bu gözle görülür değişim gönül dünyâlarına öyle bir sekîne ve dinginlik vermişti ki, onları inançları uğrunda herşeyi fedâ edecek bir bilgi ve inanç yüceliğine ulaştırmıştı. Bu bilinç uyanıklığına sâhip olan Müslümanlar, bu yeni ilişkiyi büyük bir ciddiyetle benimsemişlerdi. Onların bu tutumları İslâm’ın getirdiği bütün prensiplere karşı takındıkları tavrın sonucuydu. Bu değişim ve dönüşüm Müslümanları Allâh’ın rızâsına erme, Rasûlünün hoşnutluğunu kazanma konusunda îman ve ahlâk olarak yüceltirken inanmayan müşrikler ve inkârcıların da öfkesini kabartıyor, onlar Müslümanlara her türlü zulmü revâ görüyorlardı. Karşılaşılan bu kötü duruma karşı sabretmek tâkat getirilemeyecek hâle gelmişti ki, 168 Mekkeli müslüman “geride herşeylerini bırakarak” Mekke'den Medîne'ye hicret etmişlerdi. Dinlerini korumak için Allâh’a koşmuşlardı. İnançlarını akrabâlık bağlarına, mal varlığına, dünyâ hayâtının gerektirdiği sebeplere, çocukluk ve delikanlılık anılarına, arkadaşlık ve dostluk duygularına tercîh etmişlerdi. Sırf inançlarını kurtarmak için geride kalan her şeyden soyutlanmışlardı. Onlar bu şekilde hicretleriyle, aralarında eş, âile ve çocuk da olmak üzere insanın değer verdiği her şeyden bu şekilde uzaklaşmalarıyle; inancın eksiksiz olarak gerçekleşmesinin, içinde inançtan başka hiçbir şeye yer kalmayacak şekilde inancın kalbi bürümesinin yeryüzündeki canlı ve pratik örnekleriydi. Medîne’de Muhâcirleri karşılayan Ensâr’ın gönül dünyâsı da Muhâcir’lerden eksik değildi. Bütün Medîneli Müslümanların hepsi “Ensâr” olmuşlardı. Ensâr evlerini, kalplerini ve mallarını ortaya koyarak muhâcirleri karşıladılar. Onları barındırmak için birbirleriyle yarıştılar, muhâcirleri konuk etmek husûsunda o kadar birbirleri ile çekiştiler ki bir Muhâcir’i ancak kur'a ile bir Ensârî’ye konuk etmek mümkün olmuştu. Çünkü muhâcirlerin sayısı, onları barındırmak isteyen Ensar’dan azdı. Yardımlaşmanın, birbiriyle kardeş olmanın zirvesine ulaşmışlardı. Peygamber efendimiz Muhâcir erkeklerle Ensâr erkekleri arasında kardeşlik bağı oluşturdu. Bu kardeşlik, inanç sâhipleri arasındaki dayanışma târihinde eşine rastlanmayan bir bağdı. Onlar, “ben merkezli”, egoları kabarmış, her türlü taşkınlıklara sahne olan bir dünyânın insanı değil; “Allah ve O’nun rızâsını” esas alan, yalnız “Allah için seven ve Allah için buğzeden” bir inanç ve gönül dünyâsının bahtiyar insanlarıydı. Onları bu hâle getiren ise, inanıp îman ettikleri bir olan Allâh’ın buyruklarını bihakkın yerine getirme gayreti içinde olmalarıydı. Allâh’ı seviyorlardı. Allâh’ın Rasûlü’nü seviyorlardı. Allâh’ın bütün emirlerine, Rasûlüllâh’ın sünnetine eksiksiz bağlanıyorlardı. Onların bu sevgisini yüce Rabbimiz Kur’ân âyetiyle tescîl ederek bizlere şöyle haber veriyor: “Peygamber, mü’minlere kendi nefislerinden daha sevgilidir.” (Ahzâb, 6.) Evet, mü’min olmanın en önemli vasfı Allah ve Rasûlü’nü kendi canından çok sevmektir. Bu ilâhî bir emirdir: “De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmran, 31.) Bu emrin gereğini hakkıyla yerine getirmişler, Allah (cc) sevgisinin yanında Hz. Peygamber’e (sav) sevgi gösterme konusunda da son derece hassâsiyet göstermişlerdi. Çünkü onları dalâlet bataklığından saâdet ve huzur dolu bir hayâta sâhip olmaya sevkeden o yüce Rasûl’dü, onun tebliğâtıydı. Hz. Ali (ra)’a “Siz Rasûlüllâh’ı ne kadar seviyorsunuz? diye sorulduğunda o, şöyle demişti: Rasûlüllah bize, malımız, mülkümüz, çoluk çocuğumuz ve ana-babamızdan daha sevgili idi. O’na, susadığımızda soğuk suya duyduğumuz arzudan daha fazla arzu duyar, O’nu daha çok severdik.” (Terbiyetü’l-Evlad, II, 26) Efendimiz (sav) şöyle buyurmuşlardı: “Hiçbiriniz, beni anasından babasından çoluk çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe, tam îmân etmiş olamaz.” (Müslim, îman, 69). Bu sevgi, O’nun Allâh’ın Rasûlü olmasını hiçbir zaman unutturmayan bir sevgidir. Allah (cc)’nun O’nu mü’minlere uyulması gereken yegâne bir örnek olarak göstermesi sebebiyle bütün sevgiler O’na tahsîs edilmiştir. O’nu sevmek, getirdiklerini yâni ilâhî emirleri sevmektir. Sevgi, tâbî olmayı ve teslîmiyeti gerektirir. İşte ilk Müslümanlar yâni sahâbe nesli, vahiy öncelikli bir hayat sürmüşlerdir. Bunun için de, vahyi tebliğ eden yüce Peygamber’e (sav) son derece ta’zîm ve saygılarını dâimâ arzetmişlerdir. Hz. Peygamber’in (sav) şahsı, onlara kendilerinden daha sevgilidir. Onu bırakıp kendilerini tercîh etmezler. Kalplerinde hiçbir kişi ya da hiçbir şey Hz. Peygamberden ileri olamaz. Hz. Peygamber'i (sav) gerçekten seven bir mü'minde bulunması gereken bâzı vasıflar şunlardır: 1. Hz. Peygamber'in (sav) sünnet-i seniyyesine ittibâ etmek; O'nun hayat tarzına hayâtımızı uydurmak. 2. Hz. Peygamber'in (sav) sözünü kabûl edip, hükmüne râzı olmak. 3. İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, Allah için, kitâbı için, Peygamberi için ve bütün müslümanlar için samîmiyet ve ihlâs üzere olmak. 4. O’nun ahlâkıyla ahlâklanmak. 5. O’na salavât-ı şerîfe getirmek. Peygamber sevgisi, bir mü’mini cennete götürecek en büyük sermâyedir. Şüphesiz asıl sevgi, O’nun emânetine sâhip çıkmaktır. Bir adam Rasûlüllâh (sav)’e gelerek, kıyâmetin ne zaman kopacağını sordu. O da: Kıyâmet için ne hazırladın? buyurdu. Adam, pek hazırlığının olmadığını ancak Allah ve Rasûlü’nü sevdiğini söyledi. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav) şöyle dedi: “Öyleyse sen sevdiklerinle berâber olacaksın.” (Tirmizi, 4/595) (Vallâhu a’lemu bi’s-sevâb)

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak