İslam’ın rahmet çağrısı, artık sadece Arabistan topraklarını değil, uzak beldeleri de sarmaya başlamıştı. Hudeybiye Antlaşması’nın sağladığı barış ortamı, Allah Resûlü’nün (sav) tebliğ görevini geniş coğrafyalara taşımasına imkân tanımıştı. Bu kapsamda, dönemin büyük hükümdarlarına İslam’a davet mektupları gönderildi. Her biri özenle hazırlanmış, mührüyle şereflenmiş bu mektuplarda, “İslam’a gel ki selâmete eresin” hitabı yer alıyor; insanlığı tevhide, barışa ve merhamete çağıran bir nebevî davet yükseliyordu.
Bu mektuplardan biri de Mısır’ın o dönemdeki Hristiyan yöneticisi Mukavkıs’a ulaştı. Mukavkıs, mektubun içeriğine samimi bir imanla icabet etmese de Peygamberimiz’in sözlerine hürmet gösterdi. Gönderilen elçiye ikramda bulundu, cevapla birlikte bazı hediyeler takdim etti. Bunların arasında zarif kumaşlar, değerli eşyalar ve bir bineklik katırın yanı sıra iki kadın da vardı: Mâriye ve kız kardeşi Sîrîn.
Ancak o hediyelerden biri, tarihin akışında bambaşka bir iz bırakacaktı: Hz. Mâriye. O, sadece bir hediyeden ibaret değildi; kaderin Medine’ye sevk ettiği, Allah’ın takdiriyle nübüvvet hanesine katılacak müstesna bir kadındı.
Hz. Mâriye, Mısır’ın Kıptî halkındandı. Gerçek ismi Mâriye bint Şem’ûn idi. Mısır’ın güney kesiminde yer alan Said bölgesinden, Nil Nehri’nin doğu yakasındaki Hafn adındaki bir köyde dünyaya gelmişti. Babası Kıptî idi; annesi ise Hristiyan bir Rum kadındı. Böylece Hz. Mâriye, doğu ve batının kültürel kesişiminde, farklı inançların gölgesinde; ama doğuştan gelen vakar ve iffetle yoğrulmuş bir ahlâk üzere yetişmişti.
Onun Mısır’dan Medine’ye uzanan bu uzun yolculuğu, zahiren bir saraydan başka bir ülkeye sürükleniş gibi görünse de, hakikatte bu, bir kulun Rabbinin katına yükseliş yolculuğuydu. Çünkü Hz. Mâriye, Medine’ye vardığında sadece yeni bir diyara değil, Allah Resûlü’nün ailesine adım atmış olacaktı.
İmanla Açılan Yeni Bir Hayat
Medine’ye ulaştığında, Hz. Mâriye sadece bir şehre değil; yepyeni bir hayata adım atmıştı. Onu karşılayan yalnızca sıcak bir çöl rüzgârı değil, rahmetin en yüce temsilcisinin mübarek tebessümüydü. Peygamber Efendimiz (sav), kendisine sunulan bu Kıptî kadına bir köle muamelesi yapmamış; onu bir insan, bir kadın olarak görmüştü.
Hz. Mâriye’nin gönlü, Resûlullah’ın güzel ahlâkı, vakar ve merhametle dolu hâli karşısında kısa sürede İslam’a ısındı. Ona İslam anlatıldığında kalbi yumuşadı, gözleri doldu ve hiçbir baskı ya da zorlama olmadan kendi iradesiyle Kelime-i Şehâdet getirerek Müslüman oldu. Bu iman, onun kalbinde yeni bir diriliş başlattı. Artık hem hür bir kadındı hem de Allah’ın seçilmiş elçisinin hanımı olma şerefine ermişti.
Bu tertemiz birliktelikten bir çocuk dünyaya geldi. Peygamber Efendimiz’in (sav) yıllar sonra doğan bu evladı büyük bir sevinç ve şükranla karşılandı. Adı İbrahim konuldu. Allah Resûlü (sav), onu çok sever; kucağına aldığında gözleriyle birlikte yüreği de tebessüm ederdi.
İbrahim, Medine dışında bulunan Avâli adlı bir köyde yaşayan bir kadına sütanne olarak teslim edildi. Bu, dönemin bir geleneğiydi; çocuklar şehirden uzak, temiz havalı köylerde büyütülürdü. Resûlullah (sav), zaman buldukça bu köye gider, küçük oğlunu ziyaret eder, onu bağrına basar, saçlarını okşar, yanaklarına sevgiyle dokunurdu. Her ziyarette oğlunun biraz daha büyüdüğünü görmek, sadece bir babanın kalbini değil; Hz. Mâriye’nin (r.anhâ) yorgun yüreğini de teselli ederdi. Çünkü o da evladının büyüdüğünü duymakla huzur buluyor, anneliğin verdiği derin duyguyu yaşıyordu.
Büyük İmtihan
Doğumunun üzerinden henüz bir yılı aşkın bir zaman geçmişti ki İbrahim ansızın hastalandı. Bedenindeki canlılık yavaş yavaş çekilmeye başladı. Günden güne eridi, soldu. Son anlarında, annesi Mâriye’nin (r.anhâ) kucağındaydı. Anne yüreği parça parça olmuştu. Efendimiz geldi, onu bağrına bastı. Yavrusunun can çekişen hâlini izlerken gözlerinden yaşlar süzüldü. Saçlarını okşadı, gözyaşları İbrahim’in minik yüzüne damladı. O an, semanın da yeryüzünün de hüzne büründüğü andı.
Ve orada, derin bir mahzunluk içinde şu sözleri söyledi:
“Ey oğlum! Allah’ın takdirine karşı durulmaz. Ey İbrahim! Eğer sonrakiler, öncekilere kavuşmasalardı, bu ayrılık daha da zor olurdu. Biz senin ayrılığından dolayı çok mahzunuz. Göz ağlar, kalp hüzünlenir. Lâkin Rabbimizi razı etmeyecek bir söz söylemeyiz.”
Sonra Hz. Mâriye’ye (r.anhâ) döndü. Onun gözlerindeki çaresizliği gördü, yüreğindeki fırtınayı hissetti. Teselli edici birkaç söz söyledi ama onun da gözleri yaşlıydı. Çünkü o da bir babaydı.
Bu hâli gören sahâbeden Abdurrahman b. Avf (ra) sordu:
“Ey Allah’ın Resûlü! Sen de mi ağlıyorsun?”
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurdu:
“Ben sizi ağlamaktan men etmem. Göz yaşar, kalp mahzun olur. Bu, insanın elinde değildir. Ama feryat edip bağırmak, ağıtlar yakmak, câhiliye âdetleriyle isyan etmek… İşte bundan sizi sakındırırım.”
O gün, Medine ağladı. O gün bir baba, oğlunu kendi elleriyle toprağa verdi. Allah Resûlü (sav), oğlu İbrahim’in cenaze namazını bizzat kıldırdı. Ardından Bakî Mezarlığı’nda kendi elleriyle yavrusunu toprağa koydu. Gözleri yaşlı, kalbi hüzünlüydü. Ama içinde her zaman olduğu gibi yine teslimiyet vardı.
Güneşin Altında Bir Gerçeklik
İbrahim’in vefat ettiği gün, gökyüzü de yeryüzü gibi karardı. Güneş birdenbire tutuldu. Her tarafı bir sessizlik ve gölgeli bir hüzün sardı. Bu olağanüstü gökyüzü hadisesi, bazı insanların gönlünde daha da derin bir acıya yol açtı. Kimi sahâbîler şöyle dediler:
“Güneş, İbrahim’in ölümü üzerine tutuldu.”
Bir yanda evlâdının acısıyla mahzun bir Peygamber, diğer yanda halk arasında yayılan yanlış bir kanaat... Bu sözleri işiten Allah Resûlü (sav), hüznüne rağmen hakikati öğretmekten geri durmadı. Minbere çıktı, cemaati topladı ve o güne dek yaygın olan bir bâtıl inancı yerle bir edecek şu veciz açıklamayı yaptı:
“Güneş ve Ay, Allah’ın kudretini gösteren iki büyük işarettir. Ne bir kimsenin ölümü ne de doğumu için tutulurlar. Böyle bir şey düşünmeyin. Onları tutulmuş gördüğünüzde hemen Allah’a yönelin. Namaza durun, dua edin, istiğfar edin.”
Bu sözler, sadece bir açıklama değil; aynı zamanda yerleşik bir inancın tashihi, halkın zihninde kökleşmiş bâtıl bir anlayışın yıkımıydı. Zira Arap toplumunda, büyük insanların doğumu ya da ölümüyle tabiattaki olaylar arasında gizli bir bağ kurulurdu. Bu da zamanla hurafeye dönüşen inançların temelini oluşturuyordu.
Resûlullah (sav), bu sözleriyle hem halkın sevgisini istikamet üzere tutmuş hem de dinî hakikatleri korumuştu. Çünkü O, hiçbir acının, hiçbir sevdanın, Allah’ın koyduğu ölçülerin önüne geçmesine müsaade etmezdi. Gerçekten de O, o gün sadece evlâdını değil, bir bâtılı da toprağa gömmüştü.
Hz. Mâriye’nin Son Yılları ve Vefatı
Küçük yavrusu İbrahim’in ardından Hz. Mâriye’nin (r.anhâ) dünyası sessizliğe büründü. Zaten çok konuşmayan, göz önünde olmayı sevmeyen, mahviyet ehli bir hanımefendiydi. Şimdi ise acının da tesiriyle tamamen iç âlemine yöneldi. Evinin bir köşesinde, sessiz bir teslimiyetle Rabbine sığındı. Geceleri ibadetle, gündüzleri Kur’ân tilâvetiyle meşgul oldu. Yaşadığı her şeyin bir kader çizgisi olduğunu bilen bu zarif kadın, sabırla ve tevekkülle yoluna devam etti. Ne şikâyet etti ne de sitemkâr bir söz söyledi.
Zaman zaman oğlunun kabrini ziyaret ederdi. Kabrin başında durur, dua eder; gözyaşlarını gizlemeye çalışarak geri dönerdi. Bu ziyaretler onun için hem bir hasret giderme hem de ruhunu dinlendirme vesilesiydi.
Peygamber Efendimiz’in Dârü’l-Bekâ’ya irtihalinin ardından, Hz. Mâriye (r.anhâ) tamamen inzivaya çekildi. Dünya ile bağını neredeyse tamamen kopardı. Gösterişten, kalabalıklardan ve dünyalık işlerden uzak bir hayatı tercih etti. Hayatını ibadet, sabır, dua ve zikirle süsledi. Onun bu hâli, sahâbî hanımlar arasında güzel ahlâkın ve takvânın sessiz bir timsali olarak takdirle anılırdı. Zarif bir duruşu vardı; gözleri yere bakar, diliyle kimseyi incitmezdi. Konuşması gerektiğinde yumuşak, ölçülü ve edep dairesinde konuşurdu.
Onu tanıyanlar şöyle derdi:
“Mâriye (r.anhâ) annemiz, hayâsıyla, sükûnetiyle, ibadetiyle Allah Resûlü’nün hanımı olmaya lâyık bir kadındı.”
Ve ömrünün sonuna geldiğinde yine sessizce ayrıldı bu dünyadan. Hicretin 16. yılında, Hz. Ömer (ra) devrinde vefat etti. Haberi alan Hz. Ömer, ona duyduğu saygının bir ifadesi olarak, cenaze namazını bizzat kendisi kıldırdı.
Hz. Mâriye (r.anhâ), bu dünyadan adeta hiç ses çıkarmadan gelip geçmişti. Ama geride bıraktığı vakarlı sükûneti ve annelik mirası, asırlar sonra bile mümin gönüllerde yankılanmaya devam edecekti.
Haziran 2025, sayfa no: 14-15-16-17
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak