Ara

Hum Gölcüğü Bayramı ile Bîr-i Hâsif Efsanesi Arasında Bâtınî Bir Köprü: Şiî Velâyet İnancının Mitosla Buluştuğu Nokta

Hum Gölcüğü Bayramı ile Bîr-i Hâsif Efsanesi Arasında Bâtınî Bir Köprü: Şiî Velâyet İnancının Mitosla Buluştuğu Nokta

Sünnî gelenekte hemen hiç bilinmeyen, ancak Şiî dünyasında Kanlı Kerbelâ ile benzer değerde görülen Ğadîr-i Hum Bayramı, tarih boyunca bâtınî bir aidiyet töreni olarak yaşamıştır. Günümüzde hoşgörü ve çoğulculuk eksenindeki kültürel yumuşamayla birlikte, bu törenin görünür hâle getirilmeye çalışıldığı gözlemlenmektedir. Bu yazımızda biz, Ğadîr-i Hum’daki velâyet ilânı ile eski İran mitoslarının en çarpıcı sahnelerinden biri olan Bîr-i Hâsif’teki “örtülmüş zulüm” motifi arasında sembolik bir bağ kurmayı amaçladık. 

Ğadîr-i Hum’un Mahiyeti ve Tarihî Bağlamı

Ğadîr-i Hum, kelime anlamıyla “Hum Gölcüğü” demektir. Mekke ile Medine arasında, Cuhfe mevkiine yaklaşık dört kilometre mesafede yer alan ve bataklık, sazlık bir araziyi içeren bu bölge, Rabiğ Vadisi üzerinde konumlanmıştır. Eski hac yolu üzerinde bulunan bu gölet, sıcak ve nemli yapısı nedeniyle tarihî kaynaklarda genellikle konaklamaya elverişsiz bir mekân olarak tanımlanmıştır.

Şiî geleneğe göre Ğadîr-i Hum, Hz. Peygamber’in (sav), Hz. Ali’yi (ra) velâyet makamına atadığı yer olarak kabul edilir. Bu olay, velâyete imanı, imanın temel şartlarından biri hâline getirmiştir. Bu nedenle Şiî inancına göre, velâyet inancı olmaksızın diğer ibadetlerin geçerliliği mümkün değildir ve bu inanç mezhebin esasları arasında yer alır. 

Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde geçen rivayete göre, Hz. Peygamber (sav) bir sefer dönüşünde Ğadîr-i Hum denilen yerde konaklamış, öğle namazından sonra Hz. Ali’nin (ra) elini tutarak şöyle buyurmuştur: “Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.” 

Ehl-i Sünnet âlimlerine göre bu beyan, özellikle Yemen seferi (H.10/M.631) sonrasında ganimet taksiminde sert tutum sergileyen Hz. Ali’nin (ra) çevresindekiler tarafından şikâyet edilmesi üzerine, onu Müslümanlar nezdinde yüceltmek ve gönülleri telif etmek amacıyla söylenmiştir. Bu çerçevede “mevlâ” kelimesi “dost”, “yakın”, “üye” veya “manevî kardeş” anlamında değerlendirilmiş; siyasal bir velâyet veya hilâfet isnadı olarak görülmemiştir. 

Öte yandan Müslim’in rivayetinde, Resûl-i Ekrem’in (sav) Hum adlı mevkide yaptığı konuşmada, ölümünün yaklaştığına dair bir ima yer almakta ve ashaba Allah’ın kitabı ile Ehl-i Beyt’ini (sekaleyn) emanet bıraktığı aktarılmaktadır. Hz. Peygamber’in, “Size paha biçilemez iki emanet bırakıyorum: Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beytim...” şeklindeki ifadesi, ailevî bir vefa çağrısı olarak yorumlanmıştır. Âlimler, buradaki “mevlâ” kelimesinin emirlik/halifelik anlamında değil, “dost, efendi, arkadaş” anlamına geldiğini belirtmişlerdir. Çünkü şayet Hz. Peygamber (sav) emirlik kastetseydi, bunu açıkça ifade ederdi.

Ğadîr-i Hum ve Şiî Bâtınî Velâyet Anlayışı

Şiî düşünceye göre imâmet, dinin temel esasları arasında yer alır. Hatta bazı rivayetlerde, kelime-i şehâdetin ardından beşinci bir temel ilke olarak “velâyet” zikredilir. Şiî kaynaklarda geçen bir hadiste şöyle denilir: “İslâm beş temel üzerine kuruludur: Namaz, zekât, oruç, hac ve velâyet.” Bu anlayışa göre, Ğadîr-i Hum’da Hz. Ali (ra)’nin Müslümanların yalnızca yakın dostu ve arkadaşı değil; halife/emir olarak tayin edildiği kabul edilir. Bu bakımdan, Ali’nin (ra) velâyetinin ilânı diğer ibadetlerin tamamlayıcı bir unsuru olarak görülür. Nitekim namaz, oruç, hac, zekât ve cihad gibi farzlar, ancak imâmete inançla hakiki anlamda yerine getirilmiş olur. Bu çerçevede velâyet, sadece bir siyasal otorite değil; aynı zamanda ilâhî hidayetin sürekliliği olarak kabul edilir. 

Taberî’nin Târīḫu’r-Rusul ve’l-Mulūk adlı eserinde, Hicrî 353 yılı (Milâdî 964) civarındaki olayları kaydeden bölümde yer alan bilgiye göre, 18 Zilhicce günü Şiî gelenekte Ğadîr-i Hum Bayramı olarak anılır. Hz. Peygamber’in (sav) “Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır” dediği günün yıl dönümüdür. O yıl, Bağdat’ta yönetimin Şiîlerin ateş yakmasına, davul çalmasına izin verdiği anlatılmaktadır. Şiî halk, erken saatlerde Kureyş kabristanlarına giderek orada dua ve ibadet etmişlerdir.

Bu faaliyetler, o dönemde Şiîlerin toplumsal görünürlüğünün arttığını ve dinî kimliklerini kamusal alanda açıkça ifade etmeye başladıklarını göstermektedir. Aynı zamanda Büveyhîler’in, siyaseten Abbâsî halifeliğini tanımalarına rağmen fiilen Şiî hassasiyetlere göre hareket ettiklerini de ortaya koyar. 

Ğadîr-i Hum’a Bâtınî Bir Köprü: Şehnâme’de Bîr-i Hâsif Göleti (غدير بئر خاسف) 

İran edebiyatının en büyük klasiklerinden biri kabul edilen ve tarih öncesi dönemlerden başlayarak Sasânîler’in çöküşüne kadar uzanan efsanevî İran krallarını konu edinen manzum destan Şehnâme, özellikle İranlılarla Turanlılar arasındaki mücadeleleri merkeze alır. Firdevsî tarafından kaleme alınan bu eser, yalnızca tarihî-kurgu unsurlarını değil; aynı zamanda İran kültürel hafızasının kurucu mitlerini de içinde barındırır.

Şiî gelenekteki Ğadîr-i Hum Bayramı’nı hatırlatan mecazî bir kesit de bu destanda yer alır. Şehnâme’deki efsanevî figürlerden biri olan Efrâsiyâb —Türk destan geleneğinde Alp Er Tonga olarak bilinir—, İran hükümdarı Keyhüsrev’in ordusundan kaçarak nihayetinde bir gölette (غدير/Ğadîr) saklanır. Bu sahne, sadece efsanede gerilimi artırmakla kalmaz, aynı zamanda bâtınî anlamlar açısından da zengin bir yorum zeminine kapı aralar. Bu karakterler şu özelliklere sahiptir:

Keyhüsrev (Kay Hüsrev / كيخسرو) 

  • Kökeni: İran’ın efsanevî Keyânîler Hanedanı’na mensup mitolojik bir şahsiyettir.
  • Soyu: Babası İran prensi Siyâvuş, annesi ise Turanlı prenses Farangis’tir. Siyâvuş, Turan hükümdarı Efrâsiyâb tarafından haksız yere katledilmiştir.
  • Temsiliyeti: Siyâvuş’un intikamını almak üzere büyür, İran tahtına geçerek Efrâsiyâb’ı yenilgiye uğratır. Hem adil hem kahramanca hem de mistik yönleriyle öne çıkar.
  • Dinî Bağlamı: Zerdüştî gelenekte yer alır. Hamza el-İsfahânî gibi bazı İslam sonrası kaynaklarda ona peygamberlik isnat edilse de bu atıf edebî niteliklidir, tarihsel bir temele dayanmaz.

Efrâsiyâb (Frasiyab / فراسياب – Alp Er Tonga) 

  • Kökeni: Turan ülkesinin (Orta Asya’nın) efsanevî hükümdarıdır; Şehnâme’de İran-Turan savaşlarının başlıca aktörlerinden biridir.
  • Rolü: Siyâvuş’un katledilmesinden sorumlu tutulur. Bu nedenle Keyhüsrev’in baş düşmanı olarak gösterilir. Genellikle zalim, kurnaz ve seferkâr bir tiran profili çizer.
  • Sonu: Keyhüsrev’in takibi sonucu Azerbaycan’a kadar sürülür. Bîr-i Hâsif adlı gölette saklanırken yakalanır ve Siyâvuş’un ölümüne benzer şekilde infaz edilir.
  • Mitolojik Statüsü: İslam öncesi anlatılarda merkezi bir yere sahiptir; dini kimliği İranî veya Zerdüştî gelenek dışında, savaşçı bir mit figürü olarak şekillenir.

Efsaneye göre, Keyhüsrev ile Efrâsiyâb karşı karşıya geldiğinde yeryüzünde benzeri görülmemiş bir savaş patlak verir. Keyânî kuvvetlerle Türk birlikleri birbirine karışır; öyle bir hengâme yaşanır ki savaş alanında göz sadece kan ve esaret görür. Göçer, Oğulları, Cercîn, Cerd ve Bistâm gibi seçkinler esir düşer. Efrâsiyâb ise Keyhüsrev’i koruyan savaşçıları uzaktan seyrederken onları yırtıcı aslanlara benzetir. Ancak bu övgü dolu bakış bile onun yenilgisine engel olamaz. Sonunda korkuya kapılarak yüzüstü kaçar. Rivayete göre, o gün ölenlerin sayısı yüz bini bulur. 

Keyhüsrev, zafer sarhoşluğuna kapılmadan Efrâsiyâb’ın peşine düşer. Kaçak hükümdar şehirden şehre sürüklenerek nihayet Azerbaycan’a ulaşır ve burada, “Bîr-i Hâsif” adıyla bilinen bir gölette saklanır. Ancak adaletin takibi gecikmez; nihayet yakalanarak Keyhüsrev’in huzuruna getirilir. Demir halkalarla bağlatılan Efrâsiyâb için hesap günü gelmiştir. Keyhüsrev onu üç gün yanında bekletir, ardından çağırarak Siyâvuş’un katlindeki tutumunu sorgular. Efrâsiyâb’ın ne mazereti ne de inandırıcı bir savunması vardır. 

Bunun üzerine Keyhüsrev infaz emrini verir. Göçer’in oğlu Bî, Efrâsiyâb’ı tıpkı Siyâvuş’un öldürüldüğü gibi boğazlayarak öldürür. Kanı Keyhüsrev’e getirilir; o da elini kana batırarak şöyle der: “Bu, Siyâvuş’un kan davasıdır. Ona ettiğiniz zulmün ve saldırganlığınızın karşılığı budur.” Ardından Keyhüsrev, hem intikamın hem adaletin yerine geldiği bu şehirden, zafer ve sevinç içinde ayrılır. 

Taberî’nin Tarih’inden (1/515) aktardığımız bu sahne, sadece bireysel bir intikam olarak anlaşılmamalı, ilâhî adaletin zuhuru olarak görülmelidir. Bî’r-i Hâsif’te saklanan Efrâsiyâb’ın yakalanarak Keyhüsrev’in huzuruna çıkarılması ve ölüm hükmünün verilmesi, o halkın hafızasında kanla mühürlenen bir adalet ritüelidir. Kuyunun karanlığında saklanan Efrâsiyâb, sadece fiziksel bir düşman değil, aynı zamanda “örtülmüş/bâtınî zulmün” temsiline dönüşür. Onun yakalanışı ve halka açık şekilde — üstelik Siyâvuş’un uğradığı yöntemle — infaz edilişi, tarihî bir intikamdan çok metafizik bir adalet zuhurudur. Keyhüsrev’in elini kana batırıp “Bu, Siyâvuş’un hakkıdır.” deyişi, bir kralın değil, bir şahid-i mazlûmun sözcüsü gibi davranan bir adalet tecellisidir.

Bu sahnenin ritüel derinliği, Ğadîr-i Hum’daki zahirî velâyet ilanıyla sembolik bir düzlemde örtüşür. Ehl-i sünnet hafızasında ‘Ğadîr günü’ne dair belirgin bir tarihî olay bulunmaz; bugün, Hz. Peygamber’in Müslümanlara, başta Hz. Ali olmak üzere Ehl-i Beyt’e karşı sevgi ve vefa duymaları gerektiğini hatırlattığı anlamda değerlendirilir. Nitekim Hz. Peygamber’in bu sözlerinden sonra Hz. Ömer ona, “Ey Ali! Sen her müminin mevlâsı/dostu oldun.” diyerek tebrik etmiştir. Buna karşın Şii inancında ‘Ğadîr’, destanda olduğu gibi zulme uğramışlığın son bulduğu ve ilâhî bir vazifelendirmenin gerçekleştiği tarihsel bir dönüm noktasıdır. Hz. Peygamber’in “من كنت مولاه فهذا عليٌّ مولاه” beyanı, tıpkı Keyhüsrev’in kanla mühürlediği söz gibi, hakikat adına yetkilendirme anlamı taşır. Her iki anlatıda da: 

  • Saklı bir hakikat (mazlumiyet ya da velâyet),
  • Zamanı geldiğinde kamusal bir şahitlik ile açıklanır,
  • Sözcüler (Keyhüsrev veya Hz. Peygamber), sembolik bir ritüel jest ile hakikati ilan eder. 

Efsaneden millî kimlik inşası: Bu bağlamda Bî’r-i Hâsif, bâtınî bir inanışın efsunlu sahnesi iken Ğadîr-i Hum, Şiî inancında zahirî bir velâyet ilanıdır. Şiîlerin sahâbeye yönelik eleştirilerini açıkça dile getirdikleri bu anlatılar, özellikle halifelik sıralaması, Cemel ve Sıffîn vakaları gibi olaylar bağlamında şekillenmiş olup Şiî imamet doktrininin tarihsel hafızaya yansıyan izdüşümleridir. 

Hz. Peygamber’in (sav) “Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır” hadisi, Hz. Ali’nin (ra) faziletini ve sahabe arasındaki sevgi bağını pekiştirmek amacıyla söylendiği açıktır. Bu çerçevede, velâyet söylemi dostluk, vefa ve bağlılık ekseninde değerlendirilir; dolayısıyla burada zuhur eden hakikat, kardeşliğin ve itidalin öne çıkarıldığı bir Peygamberî telkin olarak yorumlanır.

Temmuz 2025, sayfa no: 16-17-18-19

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak