Ara

Hüdâvendigâr’ın Mîrâsı Hacı Bektâş-ı Velî ve Makâlât

Hüdâvendigâr’ın Mîrâsı Hacı Bektâş-ı Velî ve Makâlât

Hacı Bektâş-ı Velî’nin isminin Seyyid Muhammed b. Mûsâ-yı Sânî olduğu kaynaklarda zikredilir. Fakat onu ismiyle değil, lakabıyla tanıyoruz. Lakabı “benzeyen” mânâsına gelen Bektaş’tır. Ama onu husûsen muhipleri “Hünkâr” olarak da anar. Hünkâr, “hüdâvendigâr” kelimesinin kısaltılmasıdır. Hüdâvend, “efendi”, “hükümdâr” ve “sâhip” gibi anlamlara gelmektedir.

Bilindiği gibi Hüdâvendigâr, Kosova’da şehit olan I. Murat’ın unvânıdır. Kelime sultanlara unvan olarak verildiği gibi, bazı gönül sultanları için de kullanılmıştır. Meselâ Mevlânâ Muhammed Celâleddîn’e kimi kaynaklarda Molla Hünkâr denildiğine tanık oluyoruz. Bu itibarla Hacı Bektâş-ı Velî için de “Hünkâr” lakabı kullanılmıştır. 

Gönül adamlarının “hünkâr” olarak tesmiye edilmesi, onların büyüklüğüne ve yetkinliklerine işâret eder. Bu anlamda kelime, “pîr”, “kutup” ve “gavs” gibi kavramların yerine, “büyük evliyâ” ve “erenlerin başı” gibi anlamlara gelmektedir. Bu tanımlamayı biz, “yol kurucu” ve “muhit inşâ edici” anlamında kullanıyoruz. Gerçekten de “hünkâr” olarak nitelendirilen velîler, Mevlânâ ve Hacı Bektâş-ı Velî örneğinde olduğu gibi, irfan mektepleri kurmuş, yol açmış, sözleri ve sohbetleriyle muhit inşâ etmişlerdir. Bu meyanda “hünkâr” olarak anılmaları, açtıkları mânâ arkının bereketine de işâret eder. Dilimizde kullanılagelen “gönül mülkü” yâhut “gönül şehri” gibi tâbirler, “gönül sultânı” nitelemesini de berâberinde getirmiştir. Nitekim mânâ arkı, Pîr-i Türkistan örneğinde görüldüğü gibi, gönülden dile, dilden gönüle intikal eden hikmetlerle insan toprağını bereketli ve feyizli bir bahçeye tebdîl edecektir. Ancak şu bilinmelidir ki, kurucu kimliğe sâhip olan öncü kişiler, sistematik düşünme yetkinliğine sâhip olmanın yanında, ilkeli, kararlı, muhayyile ve tasavvurları muhkem olan kişilerdir. Sistematik düşünce, sağlam bir eğitimin yanında bir geleneğin de izini sürmek anlamına gelir. 

Hünkâr, âilesinden başlayarak zengin bir ilmî muhit içinde büyümüş, Lokmân-ı Perende’in dokunuşuyla Pîr-i Türkistan’a uzanan ve oradan sağlam ve sahîh bir silsileyle ilmin menbâ’ı ve irfânın kaynağı olan Risâletpenâh’a erişen bir arktan nûş etmiştir. Bu halkanın izlerini, ona âidiyeti husûsunda şüphelerimiz olmayan Makâlât’ta görmek mümkündür. Kezâ Velâyetnâme’den mülhem, ilim ve irşad hizmeti için yerini yurdunu terk ederek Rum illerini milletimize vatan kılan iksiri taşıma niyetiyle yola düşen bir kâmil olduğunu söylemek mümkündür. 

Terk-i diyâr ederek bir dâvâ için yola düşen Hünkârın çektiği meşakkati ve ıstırâbı tasavvur edebiliriz. Yolun, sebep olduğu meşakkat ve sunduğu ıstırap sebebiyle sâliki yâni yolcuyu terbiye ettiği bir gerçektir. İlkeler, bu süreçte tebellür eder. Attar’ın Mantıku’t-tayr’da resmettiği gibi, menzil-i maksûda ancak kararlı olanlar ulaşacaktır. Bütün bunlar, idrâki besleyerek muhayyile ve tasavvur melekesini tahkîm eder. Dolayısıyla yolu, ancak yol ehli olanlar inşâ edecektir. 

Yesevî’den gelen “hikmet yolu”nu, Nişabur’da Lokmân-ı Perende’nin rehberliğiyle tanıyan Hünkâr, Kutbu’d-dîn Haydar’a da uğrayan ve oradan yine Lokmân-ı Serahsî ve Şücâ’ed-Dîn Ebû’l-Bekâ Baba İlyas b. Ali el-Horasanî çizgisiyle Yesevî’ye ulaşan zengin bir halkaya sâhiptir. Bir bakıma o, Türkistan-Horasan çizgisiyle tekâmül eden “hikmet arkı”nı Rum illerinde buluşturarak burayı Anadolu’ya tebdîl eden rûhu temsîl eder. 

Bu kadar tafsîlâta girmemiz, toprağımızı mayalayan “büyük ruhlar”dan biri olan Hacı Bektâş-ı Velî’nin tevârüs ettiği geleneğin bilinmesi içindir. Evet, o bir “yol kurucu” pîr olarak târihte yerini almıştır; ama onun kurduğu yolun beslendiği kaynakların da bilinmesi gerekir. Nereden gelmiştir? Hangi muhitlerde kendi mânâsını bulma çabasına girmiştir? Onu yetiştiren muhitlerde ne türden bir müfredat içinden geçmiştir? Bu gibi sorular sorulmadan, köklere ulaşılmadan gövdeden ve daldan söz etmek zâiddir. Zîrâ onun geride bıraktığı mîrâsı doğru bir şekilde anlamlandırmak, bu türden bir arayış içinde olmayı elzem kılar. Bunu şunun için söylüyorum: Bizde kültür ve düşünce târihi araştırmaları, sâdece eldeki metinlerden ve o metne hayat veren kişiden yola çıkılarak yapılıyor. Bu doğrudur; ancak yeterli değildir. Olması gereken, o metnin evveline gitmektir. Nitekim o esere hayat veren sanatkâr yâhut mütefekkirin aklî gelişimine katkı sunan muhit, içinde yaşadığı dönemin fikrî hayâtı, karşılaşması muhtemel metinler ve isimler, uğradığı şehirler ve bu şehirlerdeki kültür hayâtı gibi konuların da dikkate alınması anlama çabasına derinlik katacaktır. Meseleye buradan baktığımızda, Nişabur’da yetişen; şehrin ulemâ ve hükemâsından tefeyyüz eden, bilâhare Lokmân-ı Perende ve Kutbu’d-dîn Haydar çizgisiyle Pîr-i Türkistân’ın inşâ ettiği muhit içerisinde tekâmül ederek Anadolu’ya gelen bir âlim ve ârif zâtı görmüş oluruz. 

Onun Anadolu’ya geliş sürecinde uğradığı menzilleri bilemiyoruz. Velayetnâme’de turna donuna girerek geldiği söylenir. Turna donuna girmek, hulûlcu düşünceyi çağrıştırır; bu düşünce, daha sonraki dönemlerde Hurûfîliğin tesiriyle dönüşen Bektâşî metinlerinde görülen bir durumdur. Burada biz turnayı haberci olarak görmemiz hasebiyle, Hünkâr’ın Pîr-i Türkistan’dan Anadolu’ya haber getiren, onun hikmet arkını burada yurtlandıran kimliğini tavsif sadedinde ele alıyoruz. O, Türkçe’yi hakîkat dili hâline tebdîl eden “dost”tan haberler getirmiştir. Dona girmek, hulûl etmekten ziyâde, Horasan erenlerinin kisvesine, belki Haydarî dervişlerin eşkâline atıftır. Dolayısıyla buralara uçarak gelmemiştir; uğradığı şehirler ve buralarda meclisinde bulunduğu âlim ve ârif zâtlar vardır. Daha evvel bir vesîleyle Sultan Veled’in ve Eflâkî’nin eserlerinden hareketle Sultânu’l-ülemâ Bahâüddîn Veled’in ve dolayısıyla Mevlânâ’nın Karaman’a ulaşan güzergâhını tesbît etmiş, buralarda tanışması muhtemel kişilere ilişkin bir kısım tesbitler yapmıştık. Lâkin Hacı Bektâş-ı Velî’nin yol güzergâhına ilişkin tafsîlatlı bir bilgiye sâhip değiliz. Bununla birlikte konuyla alâkalı nitelikli incelemeler yapan Prof. Dr. Esad Coşan’ın da tesbitlerine katılarak, onun, Türkistan ve Horasan’dan Anadolu’ya gelen âlim ve âriflerin izini sürerek Hac fârizasını edâ ederek buralara geldiğine kanî olduğumu ifâde etmek isterim. Demem o ki, Velâyetnâme’de anlatıldığı gibi, o sâdece mânâ cihetiyle “hacı” değildir, bizzat fiilî olarak bu fârizayı yerine getirmiştir. 

Bu yaklaşımla, Nişabur’dan Medîne’ye ve Mekke’ye, oradan da Kırşehir’e doğru bir yolculuk yapmış olması muhtemeldir. Nişabur, ilim ve irfan şehridir. Nitekim bu şehirde, büyük muhaddislerden Hâkim el-Nişaburî, sûfî muhakkik Sülemî, sûfî şâir Feridüddîn Attar ve rubâileriyle meşhur matematik ve astronomi âlimi Ömer Hayyam gibi nice değerli insan yetişmiştir. Hünkâr’ın buradaki ilim muhitlerinden yararlanmış olmasının yanında, devrinin temâyüz eden âlimleri gibi, er-rıhle olarak isimlendirilen “ilim yolculuğu”na çıkmış olması anlaşılır bir durumdur. Bu itibarla onun, Nişabur’un hemen yakınında bir ilim merkezi olan Belh’e, Semerkant’a, Taşkent’e ve Buhara’ya uğramış olması, Türkistan’a geçmesi muhtemeldir. Hac için yola düştüğünde Isfahan ve Şiraz üzerinden Medîne’ye kavuşmuş olması da anlaşılır bir durumdur. Kezâ Mekke’den Şam, Halep, Mardin, Malatya ve Kayseri üzerinden Kırşehir’e erişmiş olmalıdır. Belki Bağdat, Kerbela ve Kûfe gibi şehirlere de uğramış olabilir. Bütün bu şehirler, devrin seçkin âlim ve âriflerini yetiştiren merkezlerdir. Elimizde bu şehirlerde bulunduğuna dâir kayıtlar bulunmamakla birlikte, dönemin genel ilim anlayışı ve bahsettiğimiz gibi “rıhle” itiyâdı sebebiyle Horasan’dan kalkarak Anadolu’ya intikal eden bir “muhacir âlim”in portresini inşâ sürecinde akla gelmektedir. 

Hacı Bektâş-ı Velî’nin yaşadığı dönemde bu şehirlerde hangi âlim, edip ve hakîm insanlar yaşamaktaydı? Bu soru önemlidir; zîrâ iz sürerek onun üzerinde tesiri olan başka kişileri de tesbît etmek mümkündür. Fakat bu makale sınırları dâhilinde bu soruya cevap arama imkânımız yoktur. Meselâ uğradığı şehirlerde devrin dikkat çeken isimlerinden Şebüsterî, İbn Teymiyye ve Abdurrezzak Kâzânî gibi âlimlerle görüştü mü? Bunu bilemiyoruz; ancak Anadolu’da Evhadüddîn-i Kirmânî, Mevlânâ, Ahî Evren ve Yûnus Emre gibi isimlerle görüştüğüne dâir bazı bilgiler ve değerlendirmeler vardır. Şu kadarını söylemek mümkündür: Anadolu’ya gelen diğer “muhacir” ve “yol kurucu” âlimler gibi, onun da döneminin fikrî, siyâsî ve sosyal tartışmalardan haberdâr olduğu âşikârdır. Dolayısıyla devrinin temâyüz eden şahsiyetleriyle bir şekilde karşılaşmış olduğu söylenebilir.

Bu mülâhazalar ve Makâlât ile ona nisbet edilen diğer eserleri de dikkate alarak şu fikre ulaşıyoruz: Hünkâr, döneminin gereği ilmî ve fikrî eğitimden geçmiş, âlim ve ârif bir kişiliğe sâhiptir. Bu itibarla sözü ve sohbetiyle bulunduğu yeri “merkez”e tebdîl edebilmiştir. Onun rahlesinden tefeyyüz eden nice ârifler yetişmiştir. Böylece o, bir kültür kurucusu, yol ve muhit inşâ eden bir muhakkik olarak değer kazanmıştır. Bu muhakkik, daha sonra Bektâşîlik adıyla anılan bir yolu inşâ edecektir. 

Bektâşîlik, cemiyete erdemli insanlar kazandırmanın yanında nefes, nutuk, velâyetnâme, gülbang ve terceman gibi kavramlarla anılan zengin bir şiir mîrâsı bırakmıştır. Bu mîras, Bektâşî edebiyatı adıyla anılan başlı başına bir edebî dünyâyı ifâde eder. Kezâ sâdece tekke, dergâh ve hangâh sınırları dâhilinde kalmamış, dile getirilen mânâ âşıklarımızı da etkilemiş ve âşık edebiyatı içinde zengin bir tesir alanı oluşturmuştur. Böylece onun telkîn ettiği hakîkatler ve dile getirdiği mânâ, zikir halkalarında söylenen nefeslerin yanında türkü olmuş ve bütün bir gönül coğrafyamızı etkilemiştir.

 Kasım 2024, sayfa no: 32-33-34-35

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak