Ara

Hani Kâlû Belâ’da Vermiştik Unuttuğumuz Kulluk Sözünü / Nuriye Eycan

Hani Kâlû Belâ’da Vermiştik Unuttuğumuz Kulluk Sözünü / Nuriye Eycan

Beşerî bir varlık olan insan için, dönem dönem zorluklar ve kolaylıklarla geçen zamandan oluşmaktadır hayat. Gençliğin, güzelliğin, sağlığın, zenginliğin, makam ve mevki gibi kendisine verilen nimetlerin nereden ve kimden geldiğini unutarak, belki zaman zaman da nisyanlara kapılarak, kâh doğru kâh yanılgılarla yaşayandır insan. Câhillik cehâlet nedir diye sorgulandığı zaman, büyük çoğunluğun verdiği cevap aynıdır. Okula gitmemiş, okuryazarlığı olmayanlar diye söyleyiverirler hemencecik. Okuryazar olmak, çeşit çeşit üniversiteleri bitirmek, belli makam ve mevkilere gelmek, insanın özünde kanıksanmış, kişiliğini kaybettirmiş olan asıl cehâleti kapatmıyor. Nerede yanlış yaptık, neyi gözden kaçırdık da toplumda bu kadar büyük bir hızla ahlâkî çürüme başladı? Genel olarak baktığımız zaman; okumuş-okumamış, zengin-fakir, sağcı-solcu, muhafazakâr diye adlandırılan bütün kesimlerde, toplumun hiç de azımsanamayacak büyük bir çoğunluğunda; kendi ideolojileri, yaşam amaçları, idealleri ve bulundukları çizgiden saparak büyük kopuşlar olduğu görülmektedir. Oysa ki insan bu hayatta; bir amacı, bir hedefi olduğu sürece yaşadığının farkına varır. Burada en önemli nokta ise; neden dünyâya geldiği, yaşama nedeninin ne olduğu, kendisini mutlu eden, sonsuz huzûra götürenin hangi duygular, eylemler olduğunun farkında olması ve bunları sorgulayabilmesidir. Maalesef günümüz dünyâsında dayatılan yaşam şekli ve temelden verilen eğitimlerin sâdece maddesel odaklı olması sebebiyle insanlar gerçeklikten uzaklaşarak, her şeyi yapmaya hakları olduğu düşünüyor, bunun onların özgürlük alanına âit olduğunun kabûl edilmesi gerektiğine inanıyorlar. Gerçeklik dediğimiz zaman insanın yaratılış fıtratı ve onun üzerine verilen sorumluluklar akla gelmektedir. İnsan, Allâhu Teâlâ’nın yeryüzündeki halîfesi konumundadır.

Yüce Allah (cc) önce melekleri yaratmıştır. Onlar, her an ve her zaman Rablerini zikreder, O’na itâat ve ibâdet ederler. Meleklerin yaratılış özelliklerinde yeme-içme ve benzeri nefsî istekler bulunmamakta ve onlar kendilerine emrolunanları yerine getirmektedirler. 

Allah (cc) yeryüzüne halîfe kıldığı insanoğlunu yaratmayı dilediği vakit meleklere: “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.” demişti. Melekler: “Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbîh ediyor ve seni takdîs ediyoruz.” dediler. Allâhu Teâlâ: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.”1 buyurdu. 

Allâhu Teâlâ, dünyâyı ve varlıkları yaratmadan önce, dünyâya gelecek bütün insanların ruhlarını yarattı. Onları ilâhî huzûra topladı ve kendilerine: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sordu. Ruhlar da: “Evet, bizim Rabbimiz Sen’sin!” şeklinde cevap verdiler. Bu anlaşma “Kâlû Belâ” olarak adlandırılır. 

Kur’ân’da bu olaya işâret edilir: “Rabbin Âdemoğullarından -onların sırtlarından- zürriyetlerini alıp bunları kendileri hakkındaki şu sözleşmeye şâhit tutmuştu: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ ‘Elbette öyle! Tanıklık ederiz.’ dediler. Böyle yaptık ki kıyâmet gününde, ‘Bizim bundan haberimiz yoktu.’ demeyesiniz.”2 

İnsan, yaratıldığı günden itibâren hep bir yolculuk hâlindedir; giden ömürden, kalan ömre doğru. Dününü unutur, yarının telâşına düşerek onca yükler taşır sırtında. Tam da kalbinin üzerine oturmuş; acılar, hüzünler ve vuslatı beklenenler. Hani hep bir şeylere hasret, bir yerlere koşmaya mahkûmmuş gibi. İnsan nefes aldığı sürece onca sınavlara tâbi tutulur. Bazen kocaman bir boşluk hissi oluşur içinde, sanki unuttuğu veya unutturulan bir şeyler varmış gibi. Neden, nerede, niye soruları eklenir, oysa ki asıl sebep bellidir; Kâlû Belâ’da Rabbine verdiği sözü unutmuştur. 

Yüce Allah (cc) şöyle buyurur: “Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.”3

Unutulmamalıdır ki; insanoğlunun, başı belli ama zamânın neresinde son bulacağı belli olmayan, iki nefes arasında bitecek dünyâ hayâtında yapacağı en değerli davranış; Yüce Allâh’ı dâimâ zikretmek, verdiği nimetlere hamdetmek, O’na vefâlı bir kul ve O’nun Resûlüne (s.a.v.) ümmet olabilmektir. Rabbine vefâsı olmayanın tercihlerinin hep yanlış yönde olduğu görülmektedir. İnsanın, Rabbine karşı vefâlı olması çok önemlidir ve bu, sâdece Allâh’ın emirlerine itâat ederek gerçekleşebilir. Vefânın en yüce seviyesi; Allâh’ın ruhları yarattığı zaman sorduğu soruya; “Evet, ey Rabbimiz!” diyerek cevap verdiğimiz Kâlû Belâ’daki anlaşmaya sâdık kalmaktır.4 

Sözünde durmak; merhamet, şefkat, sevgi ve vefâ sâhibi, el-emîn olmak, tüm bunlar iki cihânın güneşi, Allah Resûlü (sav)’i anlatmaktadır. O, güzel ahlâkı ve tüm yaşamıyla inananlar için en güzel rehber ve örnek olmuştur. 

Peygamberimiz (sav) Hudeybiye Umresi için Mekke’ye giderken yolculuk esnasında Ebvâ’ya uğramışlardı. Resûlullah (sav) annesinin kabrini ziyâret etti. Ziyâret esnâsında kabrini eliyle düzeltti ve teessüründen ağladı. O’nun ağladığını gören Müslümanlar da ağladılar. Daha sonra niçin böyle yaptığını soranlara Sevgili Peygamberimiz: “Annemin bana olan şefkât ve merhametini hatırladım da onun için ağladım.” buyurdu.5

Allah Resulü’nün (sav) Habeşistanlılar’a Duyduğu Vefâsı

Habeşistan hicretinin üzerinden yıllar geçmişti. Bir defasında Habeşistan hükümdârının elçileri, Resûl-i Ekrem’in huzûruna geldiler. Hz. Peygamber bunlarla yakînen ilgilendi, hattâ onlara bizzat hizmet etti. Ashâbın bu hizmeti kendilerinin yapabileceğini söylemeleri üzerine, Peygamber Efendimiz’in verdiği cevâbı çok anlamlıdır: “Bunlar Habeşistan’a göç etmiş olan ashâbıma yer göstermiş, ikram etmişlerdir. Buna karşılık şimdi ben de onlara hizmet etmek isterim.”6 

Habeşistanlılar’a karşı vefâkârlığına devâm eden Peygamberimiz (s.a.v.), arada deniz bulunduğu ve karadan da günlerce gidilecek mesâfe olduğu hâlde Necâşî’nin vefâtını hemen o gün ashâbına haber verdi ve:

– “Uzak bir beldede ölen kardeşinizin cenâze namazını kılınız!” buyurdu. Sahabiler; ”Yâ Resûlallah! Kimdir o?” diye sorduklarında, Efendimiz:

– “Necâşî Ashama’dır! Bugün Allâh’ın sâlih kulu Ashama öldü! Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz!” buyurdu ve cenâze namazını kıldırdı.7

“Vefâ nedir?” dedi çocuk. Meczup: “Sen yokken bile seni bilen ve sevendir. Bir damla yağmurda, gül kokusunda, avuç açıp senin için duâ edendir. Senin bilmeni, duymanı dahi istemeyendir. İşte o hem dost hem de vefânın en yalın hâlidir çocuk.” dedi ve tebessüm ederek kayboldu; yıkık dökük virâneler ardında, gecenin karanlığında, sabahın nûruyla arşa uzanan gül kokulu duâlarla.

Dipnotlar:

1 Bakara, 30.

2 A’râf, 172.

3 Haşr, 19.

4 A‘râf, 172.

5 İbn-i Sa’d, I, 116-117. Ayrıca bkz. Müslim, Cenâiz, 105-108

6 Beyhakî, Şuabu’l-îmân, VI, 518; VII, 436

7 Müslim, Cenâiz, 62-68; İbn-i Hanbel, IV, 7

Temmuz 2024, sayfa no: 14-15-16

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak