Ara

“Hak Nâmına Cân İçin Değil Cânân İçin Yaşayabilmek”

“Hak Nâmına Cân İçin Değil Cânân İçin Yaşayabilmek”

M. Safiyüddin Erhan Eşrefoğlu 1954 senesinde Bursa’nın Çatalfırın semtinde sekiz nesildir büyüklerinin ihyâ ve inşâ ettikleri vakıf bir külliyede, Bursa Eşrefîlerinden Abdulkâdir Muhyeddin Eşrefoğlu ile Âtıfet Hanım’ın evlâdı olarak dünyâya gelmiştir. Başbakanlık Eski Arşiv Umum Müdürlüğü muâvinlerinden olan amcaları merhum Ziya Eşrefoğlu’ndan târih kültürü ve şuuru aldı. Bursa’da vâki Mısrî Niyâzî (k.s) Hazretleri dergâhı evlâdından eski muallim Fehanüddin Ulusoy’un Tasavvuf târihine vukûfundan istifâde etti. Âsâr-ı Nefîse erbâbı Hezarfen Hasib Mollazade İsmail Sönmez’in klasik sanatlara ve usûl-ü mîmâriye dâir çalışma ve tecrübelerinden istifâdeyle uzun seneler birlikte çalışarak melekelerini artırdı. Kendisine “ideal dostum” tâbiriyle iltifatta bulunan Merhum Kazım Baykal ile Eski Eserleri Sevenler Derneği’ndeki çalışmalara katıldı. Hâlen vakıf, dergâh, türbe, mescid ve hazîrelerindeki restitüsyon projelerinin hazırlanması ve yerinde ihyâ çalışmalarını tatbîken İstanbul’da, Bursa ve civârında devâm ettirmekte olup çalışmalarında tesbît ettiği fotoğraf ve arşivini çeşitli dergi ve kitaplarda neşrederek umûmun istifâdesine sunmakta, müze ve benzeri yerlerdeki çeşitli eserlerin yaşatılması çalışmalarına devâm etmektedir. Kendileri Bursa için olduğu kadar ülkemiz için de duyarlılık sâhibi isimlerin en başında gelmektedir. Bunu sâdece dile getirmekle yetinmeyen, bizzat yaşatmak için taşın altına elini koyan bir değerdir aynı zamanda. Eşrefîliğin günümüzdeki son temsilcilerinden olan değerli büyüğümüzle tasavvufî hayat, İslâm Medeniyeti, kültürel değerlerimizin erozyonu ve daha pek çok konu üzerine gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi istifâdelerinize sunuyoruz.

Söyleşi: Yunus Emre Altuntaş

Efendim, hoş geldiniz. Öncelikle şöyle bir suâl ile başlamak isterim. Medeniyet tasavvurunuzda tasavvufun yeri nedir?

Tasavvuf; irfan müessesesi olmakla geliş ve gidişteki gâyeye âgâh olup, yarın hesâbı sorulacak âriyet hayat nîmetinin kadru kıymetinin ve fânîliğinin şuurunda, herşeyin Hakk varlığından ibâret olduğunu fehm edib Hakk’da fânî olabilenlerin yüksek ilâhî bir ahlâk sistemidir. Hâlik-ı Zülcelâl’in kâinâtı ve insanları yaratırken istikbâl ve âkıbetlerini kimseye danışıp sormaksızın tâyin edişindeki hikmetten haberdar ve râzı olanlar (Hubbu Gayr) Hakk nâmına cân için değil cânân için yaşayan, mazhar olduğu îman ve insanlık rütbesinin devlet ve nîmetinin şuuruyla (nahnü kasemna) âyetinin sırrına vâkıf olarak, kendisine bahşedilen nîmetlerin üzerine bir şey istemenin edeb hârici ve yakışıksız bir fiil olacağının idrâkiyle, vücûdunu âriyet imkân ve nîmetlerini başta hemcinsleri olmak üzere bütün mevcûda sunabilen/bezl edebilen yâni derviş meşreb olabilen baht-yârların mânevî dünyâsı olarak vasfedebiliriz.

Tabiattaki vahşî hayâtın bilinen hükmü olan “büyük balık küçük balığı yutar” kâidesinin aksine “insan” kelimesinin neş’et eylediği ünsiyet mefhûmu mûcibince, medenî hayâtın târifi “teâvenû alel birri vettakvâ” âyeti hükmüyle tesbît edilmiştir. Bâzılarının hayâtı târifteki mücâdele mefhûmu, cidâli yâni kavgayı hatırlattığından, hakîkî insan, ekmeği için kavga eden değil paylaşabilen, kemâle ermiş, tasavvufî hayâtın kendisine rehberliğinden istifâde edebilmiş şahsiyetlerle cemiyetin içerisinde daha huzurlu ve emniyetli bir hayâtî iklîme ulaşabilmiş kişilerdir.

Geçmişine yabancı bir nesil hâline geldik. Ancak ata yâdigârı eserler bizi, farkında olmasak da bir yerlere bağlıyor. Ecdâdımız hem kâmil insan numûneleri oldular hem de kâmil eserler verdiler. Şimdi onlar yok ama eserleri kaldı. Bir hat levhasında, bir tezyînatta, bir ahşap evde onların bedîî zevkleri, rûhî kemâlleri aksediyor. Bizler bu kemâle nasıl ulaşabiliriz?

Ecdâdımız tâbirinden yola çıkarak yüzlerce sene evveline dönersek, çeşitli coğrafyalarda İslâmî Türk Medeniyetinin çeşitli eserleri âbidelerde veya müzelerinde hayranlıkla seyredilib onlara değer verilirken, saltanatlı ve hâkimiyetli devirlerin sukût edib canını, gününü ve istikbâlini kurtarma endîşe ve telâşesinin medeniyetimizi, şahsiyetimizi ifâde eden bedîî zevklerimizin yüksek seviyesini idrak ve okumaktan bizi acze düşürmesi, bir de üzerine gelen redd-i mîraslı devirlerin getirdiği yabancılaşma; an’anevî, millî, dînî hasletlerin terki, ihmâli ve benimsenememesiyle netîcelenmiştir.

Kemâl mahsûlü bu eserleri anlayabilmeleri ve onlardan istifâde edebilmeleri için günümüz nesillerinin bu eserleri vücûda getiren şahsiyetlere, onların ahlâk ve tercihlerine, tavsiyelerine saygılı olmaları gerekmektedir. Zîrâ sanatkârına saygı duyulmayan bir sanat eserine ve ürettikleri medenî değerlere saygılı olup benimsenebilmesi yaşanan tecrübelerle mümkün görülmemektedir. Bu yüksek medeniyet mahsûlü eserlerdeki kemâle gerekli saygıyı gösterebilmenin ve doğru okuyup öğrenip, anlayıp, ihyâsına emek verip, üzerinde fiilen çalışarak, doğru kullanarak kemâlât kesbinin mümkün olabileceği kanâatindeyiz.

Siz medeniyetimizin kemâlini yaşayan son nesle yetiştiniz. Onlarda gördüğünüz temel vasıflar nelerdi? 

Şahsî mevcûdiyetlerine yetişebildiğimiz büyüklerimiz ve onların muhîti gâyet vakarlı, hiçbir zaman hafif meşreb davranmayan, birbirlerine saygı ve muâmelelerinde samîmî, iltifatkâr, teklif kabûl edip mûteriz olmayan, muhâtap hukûkunu ve menfâatini vikâye edip kendi hukûkundan vazgeçebilen, dînî millî usûl erkân ve âdetlere titiz, gelenek ve göreneği şahsiyetiyle müsâvî tutan inanç ve alâkalı değerlerinin dâhilde ve hariçte îtibârına düşkün, kendi evlâdı ve emsâline dahî saygılı, çocuklara bile hitâb ederken bir duâ kabîlinden bey ve paşa, hanım şeklinde iltifât edip aslâ ufaklık ve emsâli kelimelerle onları küçük görmeksizin hilm/hoşgörü ile muâmelede bulunan, noksan ve hatâları yüze vurup mahcûb etmeksizin doğru yolu nezâketle, davranışlarıyla teklîf ve telkîn eden birer sevgi, şefkat ve saygı âbidesiydiler.

Nefis tezkiyesi ile dünyâ hayâtını nasıl dengelemeliyiz? Müslüman’a yakışan dünyâ algılaması ne olmalı?

Dünyâ hayâtı tâbiriyle Mülk Sûresinde Cenâb-ı Hakk’ın “Hayâtı ve memâtı, hangimizin güzel işler yapabileceğimizi” bize de gösterip idrâk edebilmemiz için yarattığı hükmünden hareketle; Tevhîdin sırrına mazhariyetle, her zerrenin bizim için vâr olup, bize ve mevcûda çalıştığını müşâhede edebildikten sonra, yukarıda bahsi geçen Hakk nâmına cân için değil cânân için yaşayıp mü’min olarak sâdece kendimizden değil, bütün kâinattan mesûl olduğumuza inanıp, başta hemcinslerimiz olmak üzere her zerreye saygıyla hizmet edip, hakkını teslîm etmekle mükellef olduğumuz kanâatindeyiz.

Tasavvufî hayâta intisâb eden tâliplerin ilk fiili başta kendi benliği olmak üzere her türlü varlığın üzerine getirdiği yüklerinden kurtulup bilhassa kalbinden ve kafasından her türlü dâvâyı sevdâyı çıkarmasıdır. Zîrâ Hakk’a tâlip olanların bu ağırlamayı lâyıkıyla yapabilmeleri için gönül evini mâsivâdan temizleyip tecellî-i İlâhî’ye hazır hâle getirmeleri gerekmektedir.

Zamânımızda “bir lokma bir hırka” mefhûmu yanlış değerlendirilip, doyacak ve giyecek tedârikinden sonra vücûdu bir köşede âtıl halde tutup kendisine ve gayriye yararı dokunmaksızın hayat ve her türlü nîmetin kıymetini bilmeyip hakkını teslîm etmeksizin zâyî etmek anlamı çıkartılmaktadır. Hâlbuki “bir lokma bir hırka”dan murâd, kişinin Hakk’a âit olduğu vücûdunu, hayâtiyetine ve hizmetlerine tâkati yetecek kadar isrâf etmeksizin kifâf-ı nefs ölçüsünde yedirip giydirmesinin dervişâne bir târifi ve ölçüsüdür. Kendisi bunlarla yetindikten sonra fazlasını umûma sunup kendisinin fiilî, bedenî, fikrî çalışmaya ihtiyâcı olmadığı halde başkalarının ihtiyâcı için çalışmayı bir vazîfe, hizmet aşkı olarak bilme fazîletidir.

Tasavvufî hayat ferdin kendini sistemden tamâmen çekmesi değil, -toprağa gömülen tohumun sulanarak yeryüzüne çıkıp kendisini diğer insanların istifâdesine bir nebat olarak sunması örneğinde olduğu gibi- tasavvufa yâni yüksek ahlâkî terbiyeye intisâb etmiş şahısların, çilesini ve seyr-i sülûkunu tamamlayıp, aldıkları emr-i mânevî mûcibince her sahada ahlâkî örnek şahsiyetiyle her zerrede Hakk varlığını müşâhede ederek, halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğunun şuuruyla vazîfelerine devâm edebilmeleridir. Zîrâ kimilerinin ahlâkî kemâle ermeden, belli bir terbiye sisteminden geçmeden Müslüman oldukları kanâatiyle ve sâfiyâne iyi niyetlerle bile olsa, kontrolsüz rehbersiz kendi başına işlere kalkışıp pek çok hatâlar yaparak, kendilerini ve umûmu sıkıntıya soktukları da görülebilmektedir.

Müslüman ve estetik yan yana gelmesi gereken iki kelime iken günümüzdeki durumun karşıtlığına sebep nedir sizce?

İslâm Medeniyeti, intişâr eylediği coğrafyada daha önceki inançlar ve kültür değerleriyle karşılaşmış olmakla birlikte kısa zamanda kendine mahsûs her nevî zengin unsurları yine kendi ekmeliyetine yakışacak ciddiyet ve vakarla ortaya koymuştur. Türk kavminin de intisâb ederek diğer kıtalarda yayılıp cihanşumûl hayranlık uyandıran eserler verdiğini bilip görmekteyiz. Sâdece Anadolu dediğimiz parçasında bir değerlendirme yapacak olursak devr-i Osmânî’nin ilk pâyitahtı olan Bursa’da kuruluş devrinin örneklerinden olan, -daha önceki Bizans kültürünün inşâî ve amelî izleri teşhîs edilmekle birlikte kısa zamanda- Yeşil Câmi gibi klasik devrin benzersiz şâhikasını ortaya koyabilmişlerdir. İstanbul’un fethiyle değişen mîmârî anlayış binâlarda ve halkın kültüründe kendisini göstermiş, tahta geçen pâdişahlar sanatkâr veya sanatsever olarak idârî çevresiyle, icrâ-i faaliyette bulunan sanatkârların ve ürettikleri eserlerin kıymetini bilip takdîr ederek devâmını talep ettiklerinden, müteselsilen sanatkârlar birbirlerini yetiştirerek eserlerin devamlı üretimini sağlayabilmişlerdir. Tahta geçen yeni pâdişâhın tercih ve zevklerine göre yeni eserler ve üsluplar îcâd ederek huzûra sunan sanatkârların gayreti, hâriçten gelen zevklerin, sanat hayatımızın akışına imtizâc ettirilerek (uyumu sağlanarak) yerine yeni ve farklı eserlerin üretimi devâm edebilmiştir.

Tanzîmat hareketinin tesiriyle daha çok Avrupaî zevk ve üslupların tesirinde kalan başta İstanbul’da sonra diğer beldelerde, mîmârî ve hayâta dâir değişen dâhilî hâricî pek çok metânın icrâ zevki, eski saltanatlı devrin vakârından pek çok şeyin kaybolmasına sebep olduğu halde, yine âhenkdar, seviyeli, ölçülü bir icrâ ile zamâna ve şartlara mütenâsip sanatlı eserlerin üretimi sürmüştür.

Mart 2021, sayfa no: 38-39-40-41

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak