Irmak denince sâdece Nil Nehri hatıra gelmiyor. Bunun yanında Dicle, Fırat, Seyhun, Ceyhun, Tuna nehirleri de hatıra geliyor. Arafat dağı denince Sevr, Nur, Uhud, Zeytun, Cudi, Sina, Tur dağları da hatırlanıyor. Gül çiçek denince, amber çiçeği, gelin çiçeği, lavanta çiçeği, hatmi çiçeği, sevgi çiçeği, menekşe, lâle, zambak, nergis, papatya, safran, sardunya, bostan gül, gonca gül, sarmaşık gül, yediveren gül, kanarya gül, sarmaşık gül biliniyor. Hacı Hasan Efendi denince, Sıddîk-ı Âzam’dan beri gelen Sâdât-ı Kirâm vs. velîler de gönle düşüyor. Her yönleriyle güzel olmakla birlikte, temâyüz ettiği, seçildiği yönle kâlbin salâhında Mahmud Sâmî Ramazanoğlu yâd edilir. İnanç noktasında Said Nursî hatırlanır. Kur’ân-ı Kerîm eğitiminde Süleyman Tunahan bilinir. “Her an bir işte” olan Rabbimiz (cc) irşâd için mezun buyurduğu sâlih kullara, ayrı ayrı tecellîde bulunur. Birinde görülen güzellik, bir başkasında ayrı neşede devam eder. Adanalı Hasan Efendi konuşmaz ama sükûti ile kâbiliyetli olan dervişin letâifleri çalışır. Hacı Hasan Efendi'nin sohbetleriyle de, insan ibâdet ve zikre alışır. Sâmî Ramazanoğlu (ks) üstâzımızın esrârına vâkıf olanlar, Arş-ı A’lâ’da dolaşır. Risâlet yönüyle Peygamberler bir olup, devirlerindeki üstünlüklere göre farklı oldukları gibi, velâyet ölçüsü içerisinde meşâyih-i kiram da farklıdır. Âdem aleyhisselâma Safîyullâh, Nuh aleyhisselâma Necîyullâh,İbrâhîm aleyhisselâma Halîlullâh, Mûsâ aleyhisselâma Kelîmullâh, Îsâ aleyhisselâma Rûhullâh, Muhammed aleyhisselâma Habîbullâh denir. Bu güzel sıfatlarla mevsuf olan Peygamberlerin sahaları da farklıdır. "Hiçbir peygamber yoktur ki, onlara kendi zamanlarındaki insanların inandıkları bir mucize verilmiş olmasın. Bana mucize olarak verilen ise ancak Allâh'ın bana vahyettiğidir." (Buhârî, İ'tisâm, 1) Peygamberlerden beklenen mucizeler, o dönemdeki hâdiselerle ilgilidir. Hz. Mûsâ'nın döneminde sihir, Hz. Îsâ devrinde tıp ilmi, Hz. Muhammed devrinde de şiir ve edebiyat önemli bir yere ulaşmıştır. Mizaçlarına göre farklılık arzeden velîler, Âişe (r anha) annemize sorulan soruya verilen cevaptır. Sa’d ibni Hişam (ra): - Ey mü’minlerin annesi! Bana Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in ahlâkını anlat, dedi. Hz. Âişe (r. Anha): - Sen Kur’ân’ı okuyorsun değil mi? diye sorunca Sa’d: - Evet, okuyorum, diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Âişe (r anha), yukarıdaki sözü söyleyerek: - Nebiyy-i Muhterem sallallâhu aleyhi ve sellem’in ahlâkı Kur’ân idi, dedi. Nebîler ve velîler hep bir kaynaktan beslenmiştir. İçtikleri su da aynı membadandır. İlâhî nûra âyine olan Efendimiz’in (sav) nûrundan istifâde etmişlerdir. Enbiyâyı saran nûr tasdîk edilince, nübüvvete mazhâr oldu nebîler. O nur da, Muhammed Mustafa’dır (sav). İçtiler Havz-ı Kevserden, velî oldular. Kur’ân-ı Kerîm havzından kanınca, hayat buldular. “Ey îmân edenler, sizi, size hayat verecek şeylere dâvet etdiği zaman Allâh'a ve Resûlü’ne icâbet edin.” (Enfâl 24.)Aralarındaki fark bize düşmez. Derece ve makam Kitâb-ı Kerîm’le tesbit edilir.“Kur’ân’ı okuyup gereğince amel edene (âhirette) şöyle denir: ‘Oku ve (Cennet derecelerine) yüksel! Dünyâda nasıl ağır ağır okuyor idiysen, burada da öylece oku! Çünkü senin asıl makamın okuyacağın en son âyetin yanındadır.’ (Tirmizî ) Şâirin dediği gibi, Övmüş de yaratmış seni Hâlık diye sevdim. Her sîreti Kur'ân'a Mutâbık diye sevdim. Ahlâkı güzel kavli de Sâdık diye sevdim. Kur'ân ve sünnete uygun tavırda, hepsi birdir sâdât-ı kiram. Her devirde İlâhî nazara mazhariyette bir tânedir onlar. Kâmil bir velînin teveccühü bile yıkarken gönülleri, Rabbimizin iltifâtına mazhâr olanlar elbette ki, nur üstüne nur olurlar. Arşa açılan elleri, duâ eden dilleri, naz ve niyazları “nûrumuzu tamamla Yâ Rab” ilticâsıdır. Maddî ve mânevî ihtiyaç içinde olanların onlara gelmesi hasebiyle, imdâda yetişen anlamına ğavs denir bu kutlu erlere. Âşıkın yüreği yanar tutuşur Çiğlerin vârise var anda pişir Her kande çağırsan anda yetişir Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz Âşık Yûnus kime çeke gayreti Üstümüzde hazır ola himmeti Oğlum demiş ona Resul hazreti Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz Mârifetin, gönüllerin ve hakîkî ilimlerin sırlarına nâil olmuşlardır. Bir gün mektebim yok diyen üstâzımız, “ilmimi gizliyorum, çünkü herkes bu mânâyı çözemez” buyurdular. Hz. Hızır’la (as) Hz. Mûsâ (as) arasında geçen ve Kehf Sûresi'nde bildirilen hâdisede Hz. Hızır'ın (a.s) sâhip olduğu ilim de gizli ilimdir. Ebû Hüreyre (ra) şöyle buyurmuştur: "Ben Resûlullâh'dan (sav) iki kap dolusu ilim belledim. Biri muamelât ilmidir. Bunu aranızda yayıyorum. Öbürünü ise açıklayacak olsam, boğazımı keserdiniz." Bakara Sûresi'nin 151. âyetinde üç temel kavram zikredilmektedir. Bu kavramlardan "Kitâb"la kastedilen, "Kur'ân-ı Kerîm'dir." "Hikmet"le kastedilen ise Resûl-i Ekrem’in (sav) "Sünnet-i Seniyyeleri"dir. "Bilmedikleriniz" tâbirinden kasıt da "gizli ilimler"dir. Evsâfını vereceğimiz, kudsî göreve nâil kimselerin hâllerini hep “Biiznillâh-i Teâlâ” diye naklediyoruz. Ezelî ilme sâhiptirler. Kaderin cilveleri onlarda zâhirdir. Levh-i mahfuza nazarla görürler hakîkati. Es’ad-ı Erbilî (ks) Hazretlerinin huzûrunda bulunan Meczub Mahmud, okunurken Kur’ân, başıyla olmadı işâreti verir. Sebebini soranlara, “Levh-i Mahfuz’da bir eksiklik gördüm” der. Hakîkaten kıraat olunan tilâvette eksiklik müşahede edilir. Evvel ve sonra olacaklar onlara mâlûmdur. Saymakla bitiremeyeceğim hâtıralardan birkaçını naklediyorum. Kayserili Yusuf Amca'ya: “Erenköy’e yerleşeceksin. Oğlun Zihni Paşa Camii'ne müezzin olacak. Bizim de, üstâzımızla görüşmemizi temin edeceksin.” Hepsi de eksiksiz zuhûr etmiştir. Gönülleri Allah Teâlâ'nın hazînesidir.“Ben ilmin, hikmetin şehriyim, Ali de kapısıdır. İlim isteyen kimse bu kapıdan gelsin” buyurulmuştur.Abdullah b. Abbas‘a (ra) Hz. Ali’nin (ra) ilmi sorulunca: “Ben onun ilim denizinden ancak bir damlayım” diye cevap vermiştir.Ebu Nuaym'ın anlattığına göre Ümmü Seleme (r. anha), Hasan’ın annesini bir yere göndermişti. Annesinin yokluğundan şiddetle ağlayan çocuğa Ümmü Seleme kucağına alıp meme vermişti. İşte Hasan’ın derin ilim ve hikmet sâhibi olmasını, peygamber evinden bir memeyi tutmasına bağlarlar. Hasan-ı Basrî (ra), "Râbiatül Adeviye gelince neden coşuyorsunuz" diyenlere, “Ben lokmayı fillerin ağzına göre ayarlıyorum. Karıncaların ağzına sığmıyor” der. Sâmî Ramazanoğlu’nun (ks) Uludağ’da Fecr sûresinin son âyetlerine verdiği mânâ, hayretleri mûcib olunca mevzuya son verirler. “Ey mutmain olmuş nefs! Dön Rabbine, sen O'ndan O da senden hoşnut olarak! Hemen gir kullarımın içine! Ve gir cennetime!” Üstâzımız, “eğer bizi dinleyecekseniz karşıma hocalardan getirin” buyururlardı. İlâhî tecellînin, gönülden kalkan perdenin sonucu hâsıl olan mânâ ve esrârın ardı arkası kesilmez onlarda. Gizledikleri hâllerden biri şu idi: Askerlik döneminde, bir bayram sabahı duâ ederler. Âmin sadâsı Allah (cc) sadâsına dönüşür. Ağlayan, sızlayan, kendini duvarlara çarpan kimseler olur. Ashâb-ı Suffe’de Efendimiz’in (sav) mescid-i saadetinde duâ ettiklerinde de aynı hâl zuhûr eder. Sohbetlerinde tüyler ürperir, gözler yaşarır, o anda “Hoş geldin Yâ Resûlallah, Ya Ebâbekir……”diyerek ashâb-ı güzîni ve silsiledeki efendilerimizi bir bir sıralarlardı. Bu huzurlu hâli anlatmak için, o ânı yaşamak gerekir. Mübârek bir gecede zikir esnâsında yanında bulunuyordum “Ve hüve maaküm eynemâ küntüm. Siz nerede olursanız olun, o sizinle berâberdir âyetini çokça tekrarlıyordu. O esnâda ellerini semâya kaldıranlar, bayılıp yerlere düşenler pek çoktu. Cübbe-i Saadet bahşolunduğu günlerde iki gözümüz iki çeşme, kâlbimiz şâirlerin dediği gibiydi: "Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim. Sensiz bana cennet bile hicrandır Efendim." diyordu âdeta. Bunlar tecellî değil de nedir? Gelmesi muhtemel olan belâ ve musîbet ilk defa bunların üzerine konar. Es’ad-ı Erbilî (ks): “Ne yerden kârubân-ı gam göçer olsa konar bende, Belâ râhında şimdi muayyen bir menzil oldum ben.” Aleyhissalat ü Vesselâm Efendimiz: “Sa’d bin Ebi Vakkas (Radiyallâhu Anh) şöyle dedi: “Rasûlullâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)’e: −Ya Rasûlallâh! İnsanların belâ yönünden hangisi daha şiddetli olur dedim. Rasûlullâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem): −‘Belâ yönünden insanların en şiddetlisi, Nebîlerdir! Sonra rütbece en üstün olanlardır! Kul dînine göre belâya uğratılır! Kişi dîninde kuvvetli ise belâsı şiddetli olur! Eğer dîninde zayıf ise o da dînine göre belâya uğratılır! Belâ kuldan ayrılmaz, imtihana devâm eder; kul üzerinde hiç günah kalmamış bir halde yeryüzünde gezer olunca onu bırakır’ buyurdu.” (Ahmed 1481, Darimi 2/320, İbni Mace 4023, İbni Hibban el-Mevarid 699, Albânî Sahihu’l-Cami 992) İpek Hocamız öyle derdi. “Efendimizin vücûduna inmeyen belâ yok. Biri bitiyor, diğer biri geliyor. Kendileri, “Rabbim beni terbiye ediyor” derlerdi. Mübarek yüzlerinde hastalık emâresi yoktu. Sohbet ederken bir delikanlıydı. “Sizlere sohbet ederken morfinleniyorum” derler, daha sonra doktor getirilirdi. Kendilerini inkâr edenlere ve musîbetlere karşı çok tahammüllü olurlar. Bir vesîleyle, kin güdenleri ziyâret ederdi. Sanki üstâzımızın huyu şu Âyet-i Celîleler idi: “İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz. (Fussilet Suresi, 34-35) Aliyyül Havvas (ks) ‘Beldelerin en üstünü Harem-i Şerif (Mekke), evlerin en üstünü Beytüllâh (Kâbe), insanların en üstünü de her asrın kutbudur. Mekke cesedini, Beytullâh kâlbini temsil eder’ der. Beşerî sıfattan, melekî sıfata geçmişlerdir. Üstâzımız, “Dünyâda Rızâ-i İlâhî’den başka maksadım yok, bizi dünyâya bağlayan Allah Teâlâ’nın kullarını, Cenâb-ı Hakk’a sevgili kılmak” diyorlardı. Hz. Ebu Hureyre (ra) rivâyet etmiştir, Resûlullâh (sav) şöyle buyurdu: “Allâh’ın kullarından Allâh’a en sevgili olanlar: Güneşi ve ayı gözleyenler, Allâh’ın kullarını Allâh’a sevdirenler ve Allâh’ı da kullarına sevdirenlerdir.” (Beyhaki, es Sünenü-l Kübra) Dertleri insanlığın kurtuluşudur.Mersin’in Erdemli ilçesinden Ahmet Şahin anlattı: “Boylu boslu olan Sami Efendi’yi yirmi sekiz kiloya, bir iskelet hâline dönüştüren, şu iki sebeptir. Biri fâiz, biri de zinâ. İhvânın bu düşük tavırları onu bu zâfiyete düşürdü. Hadis-i Şeriflerde fâiz: Resûlullah (sv), Allâh-u Teâlâ’nın, “Sûra üfürülüp grup grup geldiğiniz gün” âyeti hakkında şöyle buyurmuştur: “Ümmetimden on grup dağınık olarak haşrolur. Allah onları diğer müslümanlardan ayırır... Onlardan bâzısı ayakları yukarıda, başları aşağıda, sürüklene sürüklene götürülür... Baş aşağı götürülenler fâiz yiyenlerdir.” İmam Sadık (ra) şöyle buyurmuştur: “Üç şey Allah hesap görene kadar, azîz ve celîl olan Allâh’ın korumasındadır: “Aslâ zinâ etmeyen kimse, malı aslâ fâize bulaşmayan kimse ve bu iki işte aracılık etmeyen kimse.” “En kötü kazanç fâiz kazancıdır.” “Fâizin yetmiş günahı vardır; en azı insanın annesiyle zinâ etmesidir.” “Allah katında bir dirhem fâiz, Allâh’ın evinde mahremleriyle (anne, bacı, kızıyla) yapılan yetmiş zinâdan daha şiddetlidir.” “Fâiz yiyenler, şeytan kendilerini deli etmedikçe dünyâdan çıkmazlar.” “Dînin hükümlerini bilmeden ticârete kalkışan kimse fâiz uçurumuna yuvarlanır.” Üstâz-ı âlîmiz, fâizin de, zinânın da haramlığını feryad ü fiğanlarla anlatırdı. Çünkü Aleyhissalât ü Vesselâm Efendimiz zinâ hakkında şöyle buyuruyor. İbn Abbas’dan (ra), Hz. Peygamber’in (sav) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Bir şehirde zinâ ve ribâ (fâiz) yaygınlaşırsa, onlar Allâh’ın azâbını kendilerine hak etmiş olurlar.” Hakim, Ebu Ya’la İbn Ömer’den (ra), Hz. Peygamber’in (sav) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Zinâ fakirliği miras bırakır.” (Hakim, Taberânî) Amr b. As’dan (ra), Hz. Peygamber’in (sav) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “İçinde zinâ zuhûr eden, yaygınlaşan hiçbir topluluk yoktur ki, onlar kıtlıkla cezâlandırılmış olmasın. Yine içinde rüşvetin yaygınlaştığı hiç bir topluluk yoktur ki, korkuyla cezâlandırılmasın.” Ahmed Bureyde’den (ra), Hz. Peygamber'in (sav) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ahdini (aralarındaki anlaşmaları) bozan hiçbir topluluk yoktur ki, onların arasında öldürme olayları olmuş olmasın. Zinânın yaygınlaştığı bir toplulukta ise muhakkak ki, Allah onlara ölümü musallat eder. Bir topluluk zekâtı menederse (zekât vermez ve birbirlerine zekât vermemeyi tavsiye ederlerse) Allah onlara yağmur vermez.” (Hâkim) Ebu Hureyre’den (ra), Hz. Peygamber’in (sav) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Zinâ eden zinâ ettiği zaman mü’min olarak zinâ etmez. Hırsız hırsızlık yaptığı zaman, mü’min olarak hırsızlık yapmaz. İçki içen içki içerken mü’min olarak içmez.” (İbn Ebi Şeybe, Buhari, Müslim) Ebu Hureyre’den (ra), Hz. Peygamber'in (sav) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Kıyâmet gününde bütün gözler ağlayacaktır. Ancak Allâh’ın haram kıldığı şeylere kapanmış göz, Allah yolunda uykusuz kalan göz ve Allah korkusundan -sineğin başı kadar da olsa- yaş döken göz müstesnâ.” (İsfehani) Ebu Hureyre’den (ra), Hz. Peygamber’in (sav) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Mü’min zinâ ettiğinde, îmân ondan çıkar. Onun üzerinde bulut gibi durur. Onu bıraktığında îmân ona geri döner. (Ebu Davud, Hakim, Beyhaki) Bazı rivâyetlerde “İnsan elbisesini çıkardığı gibi, îmânı çıkar” denmiştir. “Resulüm! Mü’min erkeklere söyle: Gözlerini haramdan çeksinler ve ırzlarını korusunlar. Bu onlar için daha temizdir. Şüphe yok ki Allah onların yaptıklarından haberdardır.” (Nûr, 30.) “Hakkında bilgi sâhibi olmadığın bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan mesûldür.” (İsrâ, 36.)“Allah gözlerin hâinliğini de bilir, gönüllerin gizlediğini de.” (Gâfir (Mü’min), 19.) “Şüphe yok ki Rabbin (her an) gözetleme yerindedir.” (Fecr, 14.)Abdullah b. Mes’ud’dan (ra), Peygamber'in (sav) Rabbi Azze ve Celle’den naklen şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “(Harama) bakma şeytânın zehirli oklarından bir oktur. Kim benden korktuğundan dolayı onu terk ederse, o günâhın yerini îmân ile değiştiririm ki, onun tatlılığını kalbinde hisseder”. (Taberânî , Hakim) Ebu Ümame’den (ra), Hz. Peygamber’in (sav) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Bir kadının güzelliklerini görüp, sonra bakışlarını ondan çeviren hiçbir Müslüman yoktur ki, Allah (bundan dolayı) onun için kalbinde tatlılığını hissedeceği bir ibâdet (sevabı) yaratmış olmasın.” (Ahmed, Taberânî Beyhaki) buradaki görmenin kasıtsız olarak görme olduğunu söylemiştir. Cerir'in (ra) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlullah’a (sav) âniden görmeyi sordum, bana “gözünü çevir” dedi. Mü’minlerin annesi Ümmü Seleme (ra) şöyle demiştir: Peygamber’in (sav) yanında Meymune ile berâber oturuyor idik. O sırada (a’ma olan) İbn Ümmü Mektum geldi. -Bu olay hicab emrinden sonra olmuştu-. Peygamber (sav) bize “Çekilin” dedi. Biz; “Ya Resûlallah! O a’ma değil mi, bizi ne görür, ne de tanır?” dedik. Peygamber (sav) bize “Siz de a’ma mısınız, siz onu görmüyor musunuz?” dedi. (Ebu Davud, Tirmizi) İnternet vâsıtasıyla bu çılgınlığa girenleri, kendi nâmusu varken başkalarının nâmusunu düşünenleri, bu biçimsiz sözleri edenleri görseler, ne derlerdi acaba?
Alemdar - Ali Ramazan Dinç Efendi
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak