Ara

Gözü Pek Bir Dadaş / Menekşe Özkaya Tutum

Gözü Pek Bir Dadaş / Menekşe Özkaya Tutum

Gecenin sehere yakın saatlerinde pencereden içeriye sızan uğultuyla uyanmıştı elleri kınalı gelin. Bu uğultu onu kıvrıldığı kanepeden korku dolu gözlerle uyandırmıştı. Ellerini gözlerine götürdü ovuşturmak için ve sonra nasıl bir hızla kuzucuklarının odasına gittiğini o bile fark etmemişti. Kış erken gelmişti bu sene sanki. Biri kundakta diğeri ondan birkaç yaş büyük iki melek simanın alınlarına kondurduğu öpücüklerin ardından annesinin el emeği göz nuru yorganı başlarına kadar çekti. Sırtı taş duvara yüzü yavrularına dönük yavaş yavaş uzaklaştı odadan. Usulca kapattı kapıyı. Dama çıktı ve ay ışığında düşünmeye başladı. Biri kız bir erkek iki çocuğu Allah ona emanet etmişti. Kendisinin yaşı da henüz çok büyük değildi. Evet yirmi yaşını doldurmuş muydu, yeni mi girmişti pek emin değildi. Hep kafası karışırdı bu hesapta. Olsun çok da önemli değildi. Başındaki beyaz yazması, elindeki geçenlerde yaktığı kınası ne de çok yakışıyordu ona. Ve iki nur topu yavrusu. Bir kız bir erkek çocuğu olmasını ne çok istemişti sahi. Allah nasip etmişti şükür. Ama bu uğultu kulakları sağır edecek gibiydi ve ne de çok korkutmuştu onu. Çocukların yattığı odaya tekrar gitti, usulca kapıyı araladı, meleklerine baktı, baktı ve kapıyı tekrar usulca kapatıp dama çıktı.

Evet korkuyordu, çünkü bu uğultu sadece kara kıştan değil, düşman postallarının pis ayak kokularını da alıp getiriyordu sıcak yuvalarına. Evet korkuyordu çünkü ya o pis çamurlu iğrenç postallar bu gül kokulu evin kapısına dayanırsa ne yapardı. Düşündü, düşündü sonra dedi ki kendi kendine “Allah var gam yok!”

Aslında küçük gelinin korkusu korkaklık falan değildi. Alimallah tüfek kullanmayı da ata binmeyi de daha üç beş yaşlarında öğrenmişti. Cesur ve gözü pekti, köyün tüm delikanlıları ona adeta hayrandı. Onun korkusu kalleşliktendi, ya yavrularına, ya gül gibi vatanına sinsice bir şey yaparlarsa, diye idi. Yoksa mert olsalar, dizerdi hepsini kışlık biber gibi ipe.

Ya bismillah, dedi kalktı ayağa…

Şimdi sabah ezanı vakti gelmişti, taze bir abdest almalıydı, zira dün gece hiç uyuyamamış, hep Allah’a dua etmişti, bir ara gözleri yorulunca ise geçivermişti içi. Abdest almak için bir maşrapa su aldı gözleri dolu dolu idi. Uzun uzun, dua ede ede abdest aldı. Ezan bitmişti ve minarelerden ezan sesinden hemen sonra “Moskof askeri Aziziye Tabyasını ele geçirdi.” şeklinde içini acıtan bir ses işitti. Odaya, dün gece kollarında şehit olan abisinin yanına gitti. Zira ağabeyi Hasan birkaç gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve dün gece kollarında can vermişti. Onu alnından öptü. “Seni öldüreni öldüreceğim” diye and içti. Ardında üç aylık bebeğini emzirdi ve “Seni bana Allah verdi. Ben de ona emanet ediyorum.” diyerek vedalaştı ve sonra birkaç saat önce ölen ağabeyinin tüfeğini ve satırımı alarak sokağa fırladı.

O gece 8 Kasım'ı 9 Kasım'a bağlayan gece idi, Osmanlı vatandaşı olan Ermeni çeteleri Erzurum'un Aziziye Tabyasına girmeyi başarmışlardı. Tabyayı koruyan Türk askerlerini uykuda yakalayıp kılıçtan geçirdiler. Bu sırada arkadan gelen Rus askerleri ise hiçbir zorlukla karşılaşmadan tabyayı ele geçirdi. Baskından yaralı olarak kurtulan bir er haberi Erzurumlulara ulaştırmıştı.

Bu haberin üzerine bütün Erzurum halkı, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyasına doğru koşuyordu. Koşmuyor adeta sel gibi akıyordu. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açıyordu. Ön sıradakiler o anda öldüler. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Göğüs göğüse bir savaş başladı. Mükemmel silâhlarla donanmış Rus ordusu, baltalı-tırpanlı, taşlı-sopalı halk karşısında yarım saat tutunabildi. 2300'e yakın Rus askeri öldürülüp, Tabya geri alınmıştır. Osmanlı tarafı ise 1000 kadar şehit vermiştir.

Hemen yaralıların tedavisine başlandı. Elleri kınalı cesur gelin de yaralılar arasındaydı. Fakat o yarasına aldırmıyor, evindeki bebeğini unutmuş, diğer yaralıların kanını durdurabilmek, yaralarını sarmak için çırpınıyordu. Evet o güzide insan böyle bir ortamda tanındı ve saygı ile sevildi.

Onun, vatan için gece başlayan mücadelesi, tüm düşman Erzurum'dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum'un her karış toprağında cephane taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaştı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın zaferinde onun ve onun vatan aşkını paylaşan sivil insanların da payı vardı.

Savaştan sonra da destan kahramanlarına yaraşır bir asaletle yaşadı. Kendisini ziyaret eden NATO'da görevli Amerikalı subayın bir sorusuna: “O zaman vazifemi yapmıştım. Bugün de ilerlemiş yaşıma rağmen aynı hizmeti, daha mükemmeliyle yapacak güç ve heyecana sahibim.” cevabını vermişti.

2. Dünya Savaşı sırasında da birçok zorluklar, geçim sıkıntıları çekmişti. 9. Kolordu Komutanı Korgeneral Refik Koraltan ve karargâhı Erzurum’da bulunan 3. Ordu’nun Komutanı Nurettin Baransel Paşa, dönemin belediye başkanı, Erzurum valisi ile Nene Hatun’a sahip çıkmıştır. 1952 yılında 30 Ağustos Zaferi kutlamalarında kendisine 3. Ordu’nun Nenesi unvanı verildi. 1955 yılında hayata veda ettikten sonra da cenazesi, direnişinin sembolü olan yere yani Aziziye Şehitliği’ne defnedildi. Vatan sağ olsun deyip gözünü kırpmayan kahraman kadınlarımızdan birisi olan Nene Hatun'a Türk Kadınlar Birliği’nin girişimi ile Türkiye’de ilk defa Anneler Günü’nün kutlandığı 1955 yılında “Yılın Annesi” unvanı da verilmişti.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak