İnsan olarak yegâne sermâyemiz gönlümüzdür. Gönülde hissedilir engin duygular. Gönülden dile dökülür hoş latîfeler. Gönülden Hakk’a yükselir candan yakarışlar. Gönülle sonsuzluğa bir kapı açılır ve hakîkate ancak oradan gidilir. Gönül kapısı kapalı olanlar, gönülden yakarışı unutanlar, gönül âlemini hayat suyundan mahrum bırakanlar, gönlünü yaşarken öldürenler yarın Hakk’a hangi kıymetlerini arz edecekler? Gönül bir bâğdır, bâğbân ister. Gönül bir bahçedir, tatlı su ister. Gönül hakîkat cevheridir, sarrafını ister. Gönül uçsuz bucaksız bir âlemdir, seyir gerçekleştirecek er ister. İşte böylesi bir gönül âlemi diri tutulması gerekirken, bu gönül ahvâlini perîşân kılanların hâli ne de yamandır. Bu gerçeği mektuplarında bizlere en fazla hissettiren tasavvuf büyüğü İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fâruk-i Serhendî’dir (ö. 1034/1624). Gelin İmâm-ı Rabbânî’ye kulak verip onun müridlerine gönderdiği mektuplarının bir diğer muhatâbının da biz canlar olduğunu düşünerek birlikte muhâsebe edelim.
İmâm-ı Rabbânî’ye gönderdiği mektubunda Muhammed Sıddîk’ın “hadîs-i kudsîde kalbin genişliğinden söz edilirken, sizler kalbin darlığından söz ediyorsunuz?” sorusuna cevap niteliğinde İmâm-ı Rabbânî şunları söylemiştir: “Kalbin dar oluşu Allah’tan başkasını içine alamayacak olmasındandır. Kalbin genişliği ise içinde ezelî ve ebedî nurların zuhûru bakımındandır. Dolayısıyla bu hususta bir çelişki yoktur. Nitekim bu fakîr bâzı mektuplarında kalbi tanıtırken "dar ama en geniş, yalın ama en yaygın, en az ama en çok" ifâdelerini kullanmıştır.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:II/48-49)
Hacı Muhammed Lahorî'ye gönderdiği mektubunda kalbi arşın konumuna benzeten İmâm-ı Rabbânî, âlem-i kebirde arş’ın başlangıç noktası olması gibi, âlem-i sağirde de kalbin bir başlangıç noktası oluşturduğundan bahseder. Bundan dolayı kalbin Allâh’ın arşı olduğunu söyler. Âlem-i kebirde arş’ın halk âlemiyle emir âlemi arasında bir geçit oluşturması gibi kalbin de küçük âlemde halk âlemiyle emir âlemi arasında bir geçit oluşturduğundan bahseder. Her ne kadar halk âleminde zuhûr ediyorlarsa da kalbin de arşın da gerçekte emir âleminden olduklarını, her ikisinin de nasıl ve ne denli uzak varlıklardan nasîbi bulunduğunu belirtir. Arş ve kalbin hakîkatlerinde zuhûra gelen emir âlemine âit beş cevherin hakîkatlerine vâkıf olma iddiası, seyr u sülûku bütün ayrıntılarıyla tamamlamış ve sonların sonuna ulaşmış evliyânın kâmil ve nâdir olanlarına has bir durumdur. Mektubunu gönderdiği Hacı Muhammed Lahorî'nin şahsında bizleri tefekküre dâvet ederek İmâm-ı Rabbânî şöyle sorar: Her adam zannettiğin pehlivan mıdır? Her mülk sâhibi Süleyman mıdır? (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/81)
Şeyh Muhammed Sıddîk'ın sorularını cevaplandırdığı mektûbunda İmâm-ı Rabbânî, insanın fizikî yapısındaki et parçasından ibâret kalbi ile emir âleminden olan kuşatıcı hakîkati ifâde eden gönül yapısı arasında farklılık olduğuna dikkat çeker. Emir âleminden olan ve kuşatıcı hakîkati ifâde eden gönül dünyâmızın kemâle ermesi ve temkîne kavuşması, ancak tezkiye ve tasfiye sürecinden sonra gerçekleşir. İnsan bedenindeki et parçası niteliğinde olan kalbin tatmîne ermesi ise algı düzeyimize bağlıdır. Bedensel kalbimizin idrak düzeyi artmadıkça tereddütten kurtulması düşünülemez. Bu sebeple İbrâhîm (as): “Ey Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.” (Bakara 2/260) demiştir. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:II/50)
Kalbin genişliği ve darlığından, kalb ve arş benzetmesinden, fizikî ve metafizik kalb dokusundan bu şekilde özel bir farklılıkla bahseden İmâm-ı Rabbânî, kalbin matlûba ayna olmasını, kuşatıcı hakîkate sâhip bulunmaya bağlar. Mânevî tecrübenin en son merhalesinde gerçekleşen kuşatıcı hakîkat, sonunda özel velâyetten hisse kazanmaya başlar. Böylesi bir velî, artık ilâhî hakîkatin gölgesi ve yansıması hâline gelir. İmâm-ı Rabbânî bu yansımayı aynadaki görüntüye benzetir. Aynadaki görüntü nesnenin bizzat kendisi olmadığı gibi velâyet mertebesine eren ve kendisinde ilâhî hakîkatlerin zuhûr ettiği gönül de hakîkatin kendisi değil bir yansıması mâhiyetindedir. Bu sebepledir ki hadîs-i kudsîde şöyle buyrulmuştur: "Ben, ne yere ne de göklere sığarım; ben ancak mü’min kulumun kalbine sığarım." (Ahmed b. Hanbel, Kitâbü’z-Zühd, nr. 384)
Allah ile kalp arasındaki bu ilişki, düşünce sınırlarının ötesindedir. Düz mantıkla bu hadisteki ifâdeyi Allâh’ın kalbe girdiği ve oraya yerleştiği şeklinde düşünmemek esastır. Zîrâ böyle bir düşünceye kapılmak küfür ve zındıklıktır. Allâh’ın mü’min kulun kalbine tecellî etmesi, Hakk’ın kalbi mesken tutması, kalbin Hakk’a mekân ittihâz edilmesi anlamında değildir. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:II/51)
Kuşatıcı hakîkate sâhip kalble et parçasından ibâret kalb arasındaki ayrıma sıklıkla dikkat çeken İmâm-ı Rabbânî kuşatıcı hakîkati emir âleminden kabûl ederken, et parçası konumundaki kalbi halk âleminden ibâret görmektedir. Mü’min kulun kalbi hem emir âleminin hikmetlerini hem de halk âleminin hikmetlerini bünyesinde barındırdığı için gönülde bir heyet-i vahdâniyye oluşmuştur. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:II/51)
Fizik ve metafizik açıdan kalbin mâhiyetine bu şekilde dikkat çeken İmâm-ı Rabbânî, kalbin genişliğini kuşatıcı hakîkate sâhip olmasına bağlamaktadır. Kuşatıcı hakîkatin genişliği eşyânın sûretlerinin onda zuhûr etmesi bakımındandır. Kalbin darlığı kendi anlam darlığına bürünmesi ve kendi maddesel yapısına âit dehlizde kaybolmasına bağlıdır. Zîrâ gönül, iştiyak duyduğu tek varlık olan Allah’tan başkasının kendi içine nüfuz etmesine imkân tanımaz. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:II/51)
Seyr u sülûk eğitiminde yükseliş seyrindeki kimseyle iniş sürecindeki kimsenin kalb hayâtını ayrı görmek gerektiğini söyleyen İmâm-ı Rabbânî, kavs-i urûcî sürecinde mânevî yükseliş seyrini gerçekleştirmek isteyen kimselerin kalb seyrine mukallibü'l-kulûb adını vermektedir. Bu merhalenin kat edilmesi için seyr u sülûk eğitimini şart koşar. Kavs-i nüzûlî sürecinde gerçekleşen mânevî açılım esnâsındaki kalb seyrine ise makâm-ı kalb adını vermektedir. İmâm-ı Rabbânî bu kalb makâmının ancak erbâbına mâlûm olduğunu söyler ve seyr u sülûk yoluna girmemiş olan meczupları kalp makâmı ehlinden kimseler olarak nitelendirir. Dolayısıyla o, mukallibü'l-kulûba varmayı seyr u sülûka bağlı görürken, kalb makâmına ermeyi cezbe ve muhabbete bağlı görmektedir. İmâm-ı Rabbânî bir makâmın belli bir şahsa nisbet edilmesini, o kişinin bu makamda özel bir hale sâhip olmasına ve onun söz konusu makamda yer alan diğer kimselerden ayrıldığına işâret kılmaktadır. Dolayısıyla kalb makâmından mukallibü'l-kulûba yükselmek isteyenlerin öncelikle cezbeye tutulmalarının ne denli gerekli olduğuna dikkat çekmektedir. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/38)
Kalb makâmı ile mukallibu’l-kulûb erbâbı arasındaki bu ince ayrıntıya dikkat çeken İmâm-ı Rabbânî, metafiziksel gerçekliğe sâhip kalbin ilâhî hakîkati idrâkini zikre bağlamaktadır. O, kalbin metafiziksel açılımını zikirden etkilenmeye bağlı görür. Zikrin kemâline eren zâkir âdetâ zikirle özdeşleşir. Âdetâ zikirle zâkir tek bir cevher hâline gelmeye başlar. İmâm-ı Rabbânî, Avârifü'l-Maârif müellifi Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî’nin (ö. 632/1234) bu makâmı en yüksek makam olarak gördüğünden bahseder ve bu makâmı ilâhî Zât’ın zikri olarak tanımladığını söyler. Fiziksel kalb mertebesinin, yâni et parçasından ibâret maddesel kalb düzeyinin ise böyle olmadığından bahseden İmâm-ı Rabbânî, zikrin böylesi bir et parçasına ulaşmasının mümkün olmadığını belirtir. “Et parçası nerede, zikirden etkilenmek ve onunla tek bir cevher hâline gelmek nerede!” diyen İmâm-ı Rabbânî, et parçasında zikredilen ilâhî varlığın hakîkatine henüz ulaşılamadığını beyân eder. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:II/51)
Metafizik kalbin ilâhî hakîkati idrâk etmesinin imkânını seyr u sülûk eğitimine, muhabbet ve cezbe hâline, zikrin halâvetine bağlı olarak gören İmâm-ı Rabbânî sözü, sâlih amelsiz kalb selâmetinden bahsedilemeyeceğine getirmektedir. Ona göre işin aslı sonuçta kalbe dayanır. Eğer kalp Allah'tan başka şeylere ilgi duyup kendini onlara kaptırırsa hâli haraptır. Sâdece âdete uyarak yapılan ameller ve şeklî ibâdetlerle de birşey ele geçmez. Bunun yerine, kalbin hem Allâh’ın dışındakilerden yüz çevirmesi hem de Allâh’ın emrettiği bedene âit ibâdetleri yerine getirmesi esastır. Sâlih amelleri yerine getirmeden kalp selâmetinden söz etmek kuru bir iddiadır. Bu dünyâda bedensiz rûhun varlığı düşünülemediği gibi, bedenle yapılan sâlih ameller yerine getirilmedikçe de kalbe âit hallerin gerçekleşmesi imkânsızdır. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/89-90)
Seyr u sülûk, muhabbet, cezbe, zikir ve sâlih amelle yol kat edenlerin gönül kuraklığından kurtulmasının bir diğer aşaması sünnet-i seniyyeye uyma kalitesidir. Zîrâ Peygamber Efendimizin sünnetlerine uymak, mâsivâya ilgi duyan kalblerin pasını giderecektir. İmâm-ı Rabbânî nesnel dünyâya indirgenen, formal düzeyde bir yaşam süren, eşyânın görüntüsüne aldanan ve mâsivâya ilgi duyan insanların bu handikaplarıyla ciddi düzeyde lekelendiklerinden bahseder. Mânâya eremeden sûret düzeyinde kalmanın, hakîkate eremeden kışra bürünmenin kişiyi ilâhî güzelliklerden mahrum kılacağını söylemektedir. İmâm-ı Rabbânî’ye göre kalb aynası hakîkat-ı câmiâ olup ilâhî hakîkatleri toplayan yegâne cevherdir. İlâhî güzelliklerin tecellî ettiği adres olması gereken kalb aynası mâsivâya duyulan muhabbetle her zaman paslanır. Dolayısıyla böylesi paslı bir kalb aynasının acilen parlatılması gerekir. Kalpteki kirleri arıtmanın ve kalbi parlatmanın en etkili yolu Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnetine tâbî olmaktır. Bunun özü de nefsin tutkun olduğu âdetlerden kurtulması ve kötü alışkanlıklarını gidermesidir. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/94)
İmâm-ı Rabbânî insanı câmi‘, yâni kuşatıcı ve kapsamlı bir varlık olarak görmektedir. Kâinatta parçalar hâlinde bulunan herşey tek başına insanda vardır. Ancak bu var olma, imkân âleminde hakîkat yoluyla; vücûb mertebesinde ise sûret yoluyladır. Nitekim bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulur: "Şüphesiz Allah Âdem'i kendi sûreti üzere yaratmıştır." (Buhârî, İsti’zân, 1; Müslim, Cennet, 12)
Bu kuşatıcılık insan kalbi için sâbittir. Çünkü insanın bütününde olan herşey kalpte tek olarak vardır. Bu yüzden ona kapsayıcı hakîkat (el-hakîkatü'l-câmia) denir. Bu kuşatıcılık durumundan hareketle kalbin genişliğine dâir geçmiş meşâyıhın sözlerine dayanarak bizlere İmâm-ı Rabbânî şu yaklaşımı aktarmaktadır: "Şâyet arş ve içindekiler ârifin kalbinin bir köşesine konulsa ârif bunu hiçbir şekilde hissetmez. Çünkü kalb unsurları felekleri, arşı, kürsiyi, aklı ve nefsi, bunların hepsini içerir ve mekânlı ve mekânsız herşeyi kapsar. O halde ‘mekâna bağımlı olmayanı’ da kapsaması vâsıtasıyla kalbin yanında arşın bir büyüklüğü, bir ağırlığı olmaz. Çünkü arş ve içindekiler onca genişliklerine rağmen netîcede imkân dâiresinin içindedir. Mekâna bağlı olanın kendisi çok geniş olsa da mekâna bağlı olmayana göre dardır ve mekândan bağımsız olanın yanında çok küçük kalır." (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/173)
Gönül bahçesi kuruyanların, gönül aynası paslananların, gönül diriliğinden yoksun kalanların öngörülen uygulamaları gerçekleştirdikten sonra yakîn derecesinde bir îmâna ereceğinden bahseden İmâm-ı Rabbânî, gönderdiği mektuplarında muhataplarını kalbî hastalıklardan kurtulmaya dâvet etmektedir. İstidlâl, burhan, delîl, ictihad, kıyas, re’y ve akıl yürütme yoluyla gerçeğin peşinde koşmanın gereğini dile getiren İmâm-ı Rabbânî, bu çabaların kişide ilme’l-yakîn düzeyini doğurucağını ama bizlerin ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn düzeyinde gerçekliğe ermemiz gerektiğini söyler. Bunun için de aklı bir kenara koyup arayışın içerisine girmeyi değil bizlerde güçlü bir akıl sıçramasının hâsıl olmasını istemektedir. İçimizde saklı bulunan evrensel benliği keşfetmeye dâvet etmekte, kendi gerçekliğimizle yüzleşmemizi istemekte, yapay kimlikten öte özgece bir kişilik oluşturmak gerektiğine vurgu yapmakta ve yatay gelişim seyrinden çok dikey gelişim seyrine koyulmamızı istemektedir. Îmân erlerine taklit düzeyindeki bir anlayıştan sıyrılıp tahkîk ve yakîn düzeyindeki bir îmâna ermenin yolunu göstermektedir. Böylesi bir îmâna ermek için de kalbî hastalıklardan kurtulmanın kaçınılmaz olduğuna vurgu yapmaktadır. Bu gerçeğin daha iyi anlaşılması için bize şu örneği vermektedir: Şekerin tatlı olduğu konusunda yakîn sağlamak için safra hastalığının giderilmesi gerekmektedir. Bu durum, şekerin tatlı olduğuna dâir delil getirmekten daha öncelikli bir haldir. Zîrâ mâruz kaldığı safra hastalığı sebebiyle içinde şekerin acılığını hisseden bu kimse delillerle şekerin tatlı olduğunu zâten anlayamaz. O zaman îmânın delillendirilmesine çalışılmadan önce îmansızlığın giderilmesi gerekmektedir. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/105)
Gönül kuruluğunu gidermenin yolunu kalb hastalıklarını tedâvi etmekte gören İmâm-ı Rabbânî, gönüldeki yegâne hastalığın ise mâsivâ tutkunluğu olduğunu söyler ve bizleri mâsivâyı kalbden çıkarmaya dâvet eder. Kalbi Hakk’ın dışında herhangi bir şeyle meşgûl olmaktan kurtarmak inananlar için aslî vazîfedir. Bu ise ancak Allah Teâlâ'nın dışındakilerin kalbe gelmemesi ve kalbin onları hatırlamaması durumunda mümkün olur. Mâsivânın kalbe uğramaması, Allah’tan gayrı herşeyin unutulmasına bağlıdır. Bu durum tasavvuf erbâbına göre fenâ hâlidir. Fenâ fillâh mertebesine erenlerde gayri unutmak o noktaya ulaşır ki, Allah’tan başkasını akla getirmek ve onu zorla kalbe düşürmek isteseler akıl onu hatırlayamaz hâle gelir. İşte "gayrıyı unutmak" bu dereceye ulaşmazsa kalbin kurtulması ve gönül kuraklığının giderilmesi mümkün olmaz. Mâsivânın bu derece unutulmasının şimdilerde "Mağrib’in anka kuşu" misâli imkânsız bir durum hâline geldiğinden yakınan İmâm-ı Rabbânî, bugün böyle bir fenâ hâlinden söz edecek olsa kabûl bile edilmediğini söylemektedir (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/162). Tavsiyelerini sıralarken İmâm-ı Rabbânî bizi, kalblerimizi Hakk’ın dışındakilerle meşgûl olmaktan kurtarmaya, kalpte Hakk’ın dışındakilerin izlerini silip süpürmeye dâvet etmektedir. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/167)
Gönül kuraklığına ve kalbin kararmasına yol açan bir diğer unsuru İmâm-ı Rabbânî zenginlere meyletmek olarak görür. Dervişlerin sohbetinden sıkılan, bunun yerine servet sâhiplerine, zenginlere ve dünyâ ehline meyleden bir dervişinin acı hâlinden bahseden İmâm-ı Rabbânî; dünyâ ehliyle dost olmayı, seküler zihniyete kendini kaptırmayı ve menfaat odaklarıyla düşüp kalkmayı öldürücü bir zehir olarak nitelemektedir. Bol ve lezzetli yemeklere düşkün olmak, şehevî ve nefsânî duygulara kendimizi kaptırmak, rahat ve konforlu bir yaşam sürmeye heves etmek ona göre, insanın iç dünyâsını karartmakta ve kalbi katılaştırmaktadır. Bizleri dikkatli olmaya çağıran İmâm-ı Rabbânî, bu tiplerden sakınmaya dâvet etmekte, onlara yaklaşmamayı öğütlemektedir. Bu konuda Peygamber Efendimiz’in (sav) şu hadîs-i şeriflerini bizlere hatırlatmaktadır: "Bir zengine zenginliğinden dolayı tevâzu gösteren kişinin dîninin üçte ikisi gider." (Deylemî, el-Firdevs, nr. 5449; Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, nr. 2444) Bu hadîsi naklettikten sonra İmâm-ı Rabbânî, “yazıklar olsun zenginlere zenginliklerinden dolayı tevâzu gösterenlere” demektedir. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, 2002:I/166)
Özetle, İmâm-ı Rabbânî gönüllerin çoraklığından bahsederken bizleri intibâha dâvet etmektedir. Nevbahar geldi uyanık olmak zamânıdır. Yaratılmışların her birinin inceliklerini potansiyel olarak içerisinde barındıran bu kalb tohumlarını kurutmamak gerekmektedir. Kalb radara benzer, hedefe kilitlenmekte, sürekli tatmin olacağı adresi aramaktadır. Kalbi et parçasından ibâret görmemek gerekmektedir. Metafiziksel gerçekliği arayan bu kalb radarının yakînî îmâna ermesi ve Rabbiyle hoşnûd olması, kayıt ve alâkalardan sıyrılması gerekmektedir. Gönül kuraklığını gidermenin yolu ise muhabbet, cezbe, sülûk, zikrullâh, sâlih amel, sünnet-i seniyyeye ittibâ, mâsivâdan kurtulmak, yaratılmışlara bel bağlamamak, hakîkatleri toplayan bir gönül genişliğine ermek, gönül aynasını parlatmaktır.
Şubat 2020, sayfa no: 12-13-14-15-16-17
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak