Ara

Gıybet Ateştir Yakar, Kör Kuyudur Ruhları Yutar

Gıybet Ateştir Yakar, Kör Kuyudur Ruhları Yutar

Farkına vararak veya varmayarak ne çok konuşur insanlar. Bâzı konuşmalar vardır insanı iyiye, doğruya, güzele götüren; bâzıları da vardır kişiyi çamur deryâsına iten. Çamura ve balçığa itilen, insanın bedeni değil rûhu ve kişiliğidir burada. İlk başta küçük küçük kırıntı misâli bulaşır bu çamur insanların rûhuna. Sonrasında âdetâ bir hastalık gibi sarar benliği, işte bu öyle bir hastalıktır ki adına gıybet denir. Zamanla bunun bir hastalık ve günah deryâsı olduğu unutulur ve öyle bir hâle gelinir ki bir araya toplanmış küçük veya büyük topluluklar, neşeyle kahkahalarla çekiştirirler birilerini. Belki bâzen en yakın arkadaşım dediklerini, bâzen de kapı komşum akrabam diye güya sevdiklerini söyledikleri kişileri. Gıybet bir insanın bâzı kusurlarını ele alarak onu kötülemektir. Birinin arkasından, kendisi işittiği zaman hoşlanmayacağı şeyleri söylemektir. Bu davranış İslâm ahlâkı ile bağdaşmayan, haram bir harekettir. Bu haram ve ahlâk dışı davranışa bir de kılıf bulunur kaynayan, kaynadıkça dibi tutan ve yanan, dedikodu diye adlandırılan kazana. “Ya dedikodu yapmak gibi olmasın ama arkasından çekiştirmek sayılmaz bu, gerçekten ben onun iyiliği için söylüyorum.” gibi bir sürü kılıf edinilen arkadan çekiştirmeler ve söylenen sözler gelir ardı ardına. İşte gıybetin ve zanna gitmenin biraz süsleyerek biraz da vicdânının sesini susturmak için söylenmiş mâzeretleridir bunlar. Oysa ki Yüce Rabbimiz âyetinde biz kullarına apaçık emretmektedir: "Ey îmân edenler! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabûl edendir, çok merhamet edendir."1 Yüce Allah gıybetin çirkinliğini belirtmek için onu ölü eti yemeye benzetmiştir. Ölen kişi etinin yendiğinin farkında olmaz. Gıybet edilen o anda, gıybet edenin söylediklerini bilmez. Ölü eti insana tiksindirici gelir, bu bir de insan ölüsünün etini yemekse daha iğrençtir. Etini yediğin kişi kendi kardeşin olursa onun etini yemek daha da korkunç hâle gelir. Yüce Allah mü’mini gıybetten sakındırmak için gıybetin ölü eti yemek gibi olduğunu belirtmiştir. “Ölmüş kardeşinizin etini yemekten iğrendiniz. Ondan nasıl iğrendiyseniz birinin gıybetini yapmaktan da öyle iğreniniz ve bundan uzak durunuz” diyerek îkâz etmektedir. Ebu Hüreyre (ra) şöyle rivâyet ediyor: “Peygamberimiz (sav) “Gıybet nedir bilir misiniz?” diye sordu. Orada bulunan ashab: “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” dediler. Bunun üzerine Hazreti Peygamber (sav) “Kardeşini hoşlanmayacağı bir vasıfla zikir ve tavsif etmendir.” diye târif buyurdu. Bunun üzerine yine orada bulunan sahabeler: “Kardeşimde dediğim vasıflar varsa ne buyurursunuz?” dediklerinde, Hazreti Peygamber (sav) “Eğer dediğin sıfat kardeşinde varsa, işte o zaman gıybet olur. Yoksa ona bühtan ve iftirâ etmiş olursun.” buyurdular. Cüneyd-i Bağdâdî (rh.a)’den rivâyetle o kendi başından geçen şöyle bir kıssa anlatmıştır: Bağdat’ta Şûnîziyye Mescidi’nde cenâze namazı kılmak için bekliyordum. Bağdat halkı da derecelerine göre oturmuş cenâzeyi bekliyorlardı. Bir ara gözüm bir fakire takıldı. Üzerinde ibâdet ehli alâmeti vardı. İnsanlardan bir şeyler dileniyordu. İçimden kendi kendime: “Keşke şu adam kendisini dilenmekten kurtaracak bir iş yapsaydı onun için daha güzel olurdu.” diye düşündüm. İşim bitince evime döndüm. Gece namaz kıldım ve virdlerimi okudum. Virdlerim bana ağır gelmişti, uykum kaçtı biraz oturdum. Fakat oturduğum yerde uyku bastı, biraz uyumuşum. Rüyamda o fakiri gördüm. Onu bana bir tepsi içinde uzatmışlardı ve ‘onun etini ye, sen onun gıybetini yaptın’ denildi. ‘Ben dilimle onun gıybetini etmedim; sâdece içimden geçirmiştim’ dedim. O zaman bana: ‘Sen kalbinden geçirmek şeklinde de olsa, kendisinden bu tür işe râzı olunmayacak kimselerdensin, git adamdan helâllik iste’ denildi. Sabah olunca o genç adamı aramaya başladım. Onu su içine düşen sebze yapraklarını toplarken gördüm. Kendisine selâm verdim. Başımdan geçeni anlattım. Bana künyemle hitâb ederek, “Ey Ebü’l-Kâsım, bir daha böyle bir şey yapar mısın?” diye sordu. Ben “Hayır, yapmam.” dedim. Hakkında konuştuğum genç bana: “O halde üzülme git. Allah bizi ve seni affetsin” dedi ve şu Âyet-i Kerîmeyi okuyarak kayboldu: “Ve O Zâttır ki kullarının tövbelerini kabûl eder, günahlarını affeder ve ne yaptıklarını bilir.”2 Gıybet öyle kötü bir huy, öyle pis bir hastalıktır ki onun yapıldığı yerde Allâh’a inanan kalpler rahatsız ve huzursuz olur. Gıybeti, zannı, dedikoduyu sevmeyen, buna dikkat eden kişiler öyle bir ortamda bulundukları zaman iç huzursuzluğu yaşar ve oradaki kötü duyguları hissederler. Âdetâ görünmeyen bir el boğazlarını sıkar, nefes alamayacaklarını düşünürler. Organlarımızın verdiği bu hisler inananlar için ferâsettir fakat ne yazık ki Müslümanlar olarak bu ferâset duygusunu ağır ağır kaybetmekteyiz. Dedikodu yapılan ortamlardan pis kokuların dağıldığı ve bu kokuyu sâdece inananların duyabildiği rivâyet olunur. Ancak günümüz yaşantısında bunun mümkün olmadığını görmekteyiz. İnananların yaşantı şeklinin değişmesiyle birlikte, ancak mü’min kişilerin, takvâ ehli insanların sâhip olduğu bu ferâset duygusunu, birçok ahlâkî değer ve güzel haslet gibi kaybetmeye başlamış bulunmaktayız. Cabir b. Abdullah (ra) anlatıyor: Asr-ı Saadet’te gıybet çok az yapılırdı. Bunu da Müslümanlar değil, münâfıklar yapardı. Münâfıkların, Müslümanların aleyhinde konuşmalarından dolayı gıybet kokusu etrâfa yayılırdı. İşte bu durumu Resûlullâh (sav) şöyle izah buyurdular: “Münâfıklardan bir grup Müslümanlardan bir topluluğu çekiştiriyorlar, işte bu pis kokulu rüzgâr bunun için esmektedir.” Asr-ı Saadet devrinde Müslümanlar bu pis kokuyu hissedebiliyorlardı. Münâfıkların yaptığı gıybetin kokusunun Müslümanlar tarafından hissedilebiliyor olması, onlar arasında gıybet hastalığının bulunmadığına işârettir. Çünkü onlar gerçekten Kur’ân ile yaşamayı, Allah Resûlü’nün yolundan gitmeyi kendilerine şiâr edinmişlerdi. Cabir b. Abdullah (ra)’dan rivâyet edilen hâdiseden de anlaşılmaktadır ki gıybet yapılan yerden pis kokular dağılıyor. Ancak günümüzde bu pis koku yayılmıyor, biz bu kokuyu alamıyor veya hissedemiyorsak bu, toplumda gıybetin yapılmadığı anlamına gelmemektedir. Aksine daha fazla gıybet yapıldığına işârettir. Zamanla gıybetle berâber dağılan o pis kokuya burnumuz, bünyemiz alışmış anlamına da gelmektedir. Nasıl ki bir gül bahçesine girsek oradan dağılan güzel kokuları hisseder ve ona alışırız, pis kokular da aynıdır. İlk başta o kötü koku midemizi bulandırır, fakat bir süre sonra dağılan iğrenç kokuları algılamamaya başlarız. Çünkü pis kokulu ortama hem rûhumuz hem bedenimiz alışır ve uyum sağlamaya başlar. Bu durum Mü’minler için maalesef ki acı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Dedikodu, zan, gıybet gibi birçok kötü ahlâktan yayılan kokuları algılayamıyorsak eğer birçok vasfımızı kaybetmiş ve daha birçok kötü kokuya bünyemizi alıştırmışız demektir. Hazreti Ömer (ra) diyor ya: “İnandığınız gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.” Acı bir gerçek olarak günümüz inananlarının durumu, maalesef artık yaşadığımız hayat tarzına ve hayâtın bize getirdiği şartlara göre inancımızın şekillenmeye başlamış olmasıdır. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Kendi yapmakta olduklarını, şeytan onlara süsleyip çekici kıldı. Böylece onları doğru yoldan alıkoydu.”3 Bir gün Hz. Îsâ (as) şeytâna rastlar. Bir elinde bal, diğer elinde kül tutmakta olan şeytâna sorar: “Ey Allâh’ın düşmanı! Bu bal ve külle ne yapıyorsun?” Şeytan cevap verir: “Külü fakirlerin ve yetimlerin üzerine serpiyorum. Tâ ki zenginlerin gözlerine çirkin gözüksün de yardım etme fikrinden vazgeçsinler. Balı da gıybet edenlerin, din kardeşlerini çekiştirenlerin ağızlarına sürüyorum. Tâ ki başladıkları dedikodudan ayrılamayacak kadar tat duysun, zevk alsın, birbirlerine küsecek kadar işi ileri götürsünler.” Ömer İbn-i Abdülaziz (rh.a) der ki: İnsan kalbi bir sandıktır; dudaklar onun kilidi, dil ise anahtarıdır. İnsana o anahtarı iyi muhafaza etmek düşer.. Hadîs-i Kudsî’de zikredilir ki: “Ey Âdemoğlu! Sana haram kıldığım bir hususta dilin seninle çekişirse, sana iki kapak olarak dudak verdim, onlarla dilini kapat.” Akıllı kimse, sözünü kalbinin arkasından alan kişidir. Konuşmak istediği zaman onu kalbine sorar ve bakar. Eğer menfaatine ise söyler, zararına ise tutar, söylemez. Ahmağın sözü dilinin kenarında, aklı kucağındadır, kalktığı zaman düşer. Belâlar genelde söylediğimiz sözlere, dilimizi ne kadar tutup tutamadığımıza bağlıdır. Bize hep dilimizle gelir, nereye varacağını, kimin canını acıtacağını düşünmeden konuştuklarımız, hem dünyâ hem de âhiret hayâtımızı mahvedebilir. İmam Gazâlî (ra) İhyâ-u Ulûmiddîn adlı eserinde gıybet konusunda şunları söylemiştir: “Gıybet eden kimsenin -tövbe etmek üzere- iki şey yapması gerekir. Birincisi; pişmân olmak, tövbe etmek, üzüntü duymak ve böylece Allâh’ın hakkını edâ etmektir. İkincisi; gıybet ettiği kimseden helâllik almak ve böylece kul hakkından kurtulmaktır.”4 Gıybetin tövbesi için helâllik almanın zorunlu olmadığını söyleyen bâzı kimselerin bu görüşüne de yer veren İmâm-ı Gazâlî (rh.a), bu görüşün doğru olmadığını belirtmiş ve buna karşılık Atâ b. Ebi Rebah’ın konuyla ilgili şu ifâdelerine yer vermiştir: “Gıybette tövbe etmek istiyorsan, gıybet ettiğin adamın yanına gidecek ve ona “söylediklerimde yalan söyledim, sana zulmettim ve haksızlık ettim. Şimdi sana geldim istersen hakkını alırsın, istersen beni affedersin” diyeceksin. İmâm-ı Gazâlî, bu görüşün en doğrusu olduğuna vurgu yapmıştır. Gazâlî’nin bu görüşü İslâm âlimlerinin görüşleri ile uygunluk göstermektedir. Nitekim gıybet konusunda, İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğunun görüşü şu merkezdedir: Gıybet eden veya isteyerek gıybeti dinleyen kimsenin tövbe istiğfâr etmesi ve gıybet edilen adamı gördüğünde de onunla helâlleşmesi gerekir. Gıybetin tövbesi, gıybet edilen kimseden helâllik almayı gerektirir, çünkü burada bir kul hakkı söz konusudur. Yâ Rabbim! Niyetlerimiz temiz, gönlümüz hâlis, düşüncelerimizle konuşmalarımız, konuştuklarımızla yaşantımız aynı ve senin rızân için olsun. Allâh’ım! Dillerimizin gıybet, yüreklerimizin haset etmesinden, kul hakkına girmekten, şeytanların şerrinden, nefsimizin bize tuzaklar kurmasından Sana sığınırız. Âmîn. Nuriye Eycan Dipnotlar 1 Hucurat, 12. 2 Şûra, 25. 3 Ankebut, 38. 4 İhya, 3/150

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak