O erler ki,
O erler ki, gönül fezasındalar,
Toprakta sürünme ezasındalar.
Yıldızları tesbih tesbih çeker de.
Namazda arka saf hizasındalar.
İçine nefs sızan ibadetlerin,
Birbiri ardınca kazasındalar.
Günü her dem dolup her dem başlayan,
Ezel senedinin imzasındalar.
Bir an yabancıya kaysa gözleri,
Bir ömür gözyaşı cezasındalar.
Her rengi silici aşk ötesi renk;
O rengin kavuran beyzasındalar.
Ne cennet tasası ve ne cehennem;
Sadece Allah'ın rızasındalar.
Necip Fâzıl Kısakürek
Dergimizin bir önceki sayısında “Er Oğlu Er” başlığı altında Hz. Abdullah b. Zübeyr’in hayâtından bir bölüm anlatmıştım. Özellikle katıldığı Kuzey Afrika fetihlerinde gösterdiği kahramanlığı dile getirmiştim. Bizans ordu komutanını mağlûp etmesinden söz etmiş ve “bugün Netanyahu’nun kafasını koparacak Abdullah gibi bir er oğlu er aranıyor” demiştim. Bu yazımda da Hz. Abdullah ile Haccâc b. Yusuf es-Sekafî arasındaki mücâdeleyi anlatacağım. Bildiğiniz gibi Abdullah, ashâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden Zübeyr b. Avvâm ile Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ’nın oğlu olarak Medîne’de dünyâya gelen ilk muhâcir çocuğudur. Onun doğumu, müslümanlar arasında büyük bir sevince sebep olmuş ve Abdullah adı ona Hz. Peygamber Efendimiz tarafından verilmiştir. Rasûlullah (sav) vefât ettiğinde Abdullah, dokuz veya on yaşlarındaydı. Bu sebepten dolayı o, çocuk sahabîlerden sayılır.
Abdullah, Hz. Peygamber Efendimizin vefâtından sonra küçük yaşlarda iken Suriye bölgesindeki fetihlere babasıyla birlikte katılmıştı. Sonraki yıllarda önemli bazı seferlere katılarak yararlılıklar gösterdi. Bu kahramanlıklarını bir önceki yazımda anlatmıştım. Muâviye b. Ebî Süfyan’ın, oğlu Yezîd’i veliaht tâyin edip bunu insanlara kabûl ettirdiği süreçte muhālefet eden birkaç önemli isimden biri oldu. Abdullah, Muâviye’nin vefâtından sonra Mekke’de otoriteyi tanımadığını ve Allâh’ın evine sığındığını ilân ederek hac ve umre için Mekke’ye gelenlere Yezîd’e karşı telkinlerde bulunmaya başladı. Hz. Hüseyin’in Kûfe’ye gitmesine destek oldu. Onun Kerbelâ’da şehîd edilmesinden sonra da muhālefetine devâm etti. Nihâyet Yezîd’in gönderdiği orduya karşı direnerek Mekke’ye girmelerine engel oldu. Kuşatma devâm ederken Yezîd’in ölüm haberinin gelmesi üzerine ordu Şam’a döndü. Abdullah da Mekke’de halîfeliğini îlân ederek bîat aldı.
Halîfeliğini îlân ettikten sonra birçok eyâlet ona bîat etti. Zîrâ Yezîd’in ölümünden sonra halîfeliğe getirilen oğlu ikinci Muâviye, kısa süre içinde iktidardan ayrılmış, yerine de kimseyi bırakmamıştı. İşte bu iktidar boşluğunda Abdullah, önemli bir siyâsî aktör olarak öne çıktı. Ancak Emevîler, kısa sürede toparlandılar. Âilenin başka bir mensubu olan Mervan b. Hakem’i halîfe seçerek eski güçlerini elde etmeye çalıştılar. Mervan’ın iktidârı kısa sürdü. Abdullah, Mervan’dan sonra halîfe olan oğlu Abdülmelik döneminin ortalarında Mekke’nin ikinci kuşatması sırasında şehîd edilinceye kadar dokuz yılı aşkın bir süre İslâm dünyâsında halîfe olarak tanındı. Hâkimiyet alanı bir ara Suriye eyâletinin merkezi Şam’a kadar ulaşmıştı. Ancak, başta Hz. Ali’nin evlâdı olmak üzere diğer Emevî muhāliflerini tarafına çekebilecek bir siyâset izleyememesi, Hicaz merkezli bir siyâset yapması ve bazı kişisel siyâsî tasarrufları gibi sebepler Emevîlere karşı gücünü koruyabilmesine imkân vermedi.
Abdülmelik b. Mervân, Abdullah b. Zübeyr’in kardeşi, Irak vâlisi Musab b. Zübeyr’i öldürüp Irak’ı hâkimiyet alanına kattıktan sonra Sakîf kabîlesinden Haccâc b. Yusuf’u Şam ordusundan 2.000 kişilik bir kuvvetle Mekke’de bulunan Abdullah b. Zübeyr’in üzerine gönderdi. Haccâc, önce memleketi Tâif’te konakladı. Bir süre sonra Abdülmelik’e, Harem’e girmesi, Abdullah b. Zübeyr’i kuşatma altına alması ve kendisine takviye kuvvet göndermesi talebini içeren bir mektup yazdı. Abdülmelik buna olumlu cevap vererek 5.000 kişilik bir orduyu takviye olarak Haccâc’a gönderdi. Haccâc Tâif’ten Mekke’ye giderek Abdullah b. Zübeyr’i Mescid-i Haram’da kuşatma altına aldı.
72/692 yılında Abdullah b. Zübeyr mescidde kuşatma altında iken hac ibâdeti edâ edildi. Haccâc, hac ibâdetini tamamlayınca Mekke’den ayrılıp yakında konakladı. Haccâc, kuşatma sırasında mancınık kurdurarak Kâbe’ye doğru taşlar fırlattı. Diğer taraftan Mekkelilere yiyecek ulaşmasını engelleyerek çok sıkı bir kuşatma uyguladı. Sonunda Abdullah b. Zübeyr’in askerleri şiddetli bir açlığa mâruz kalarak tâkatten düştüler. Açlıktan askerlerin savaşmaya güçleri yetmiyor ve bünyeleri zayıf düştüğü için istedikleri şekilde silah taşıyamıyorlardı. Atılan taşlar, Kâbe’nin duvarlarında oyuklar açtı.
Bir gün Haccâc, Şam ordusunu toplayarak kendisine itāat etmelerini, artık sonuca gitmek istediklerini söyledi. Bu sözler üzerine askerler sevinç nâralarıyla yerlerine döndüler. Abdullah b. Zübeyr’in çevresinde çok az kişinin kaldığı bugünlerde 97 yaşında ve o sırada âmâ olan annesi Esmâ, duālarıyla ona destek olmaya çalışıyor ve şöyle duā ediyordu: “Allâh’ım! Abdullah, Sen’in mukaddes kıldığın şeylere gerekli tâzimi göstermiştir. Sana isyân edilmesinden hoşlanmaz. Sen’in yolunda Sen’in düşmanlarınla savaştı. Sen’in mükâfâtını umarak Sen’in yolunda canını fedâ ediyor. Ey Allâh’ım! Onu hüsrâna uğratma! Ey Allâh’ım! Şu secde, ağlayış ve sıcak vakitlerdeki susuzluk hürmetine ona merhamet eyle! Ey Allâh’ım! Bunları, onu günahlardan temizlemek için söylemiyorum. Ancak benim ve Sen’in bildiğin şeyleri söylüyorum. Allâh’ım! O, anne ve babasına iyi davranan biridir.”
Abdullah b. Zübeyr, insanların kendisine yardımlarını kestiklerini görünce, annesine giderek şöyle dedi: “Anneciğim! İnsanlar bana desteği bıraktı. Hattâ oğlum ve âilem bile! Benim yanımda sâdece kısa bir müddet dayanacağı sabırdan başka savunması olmayan çok az insan kaldı. Adamlar, kendileriyle anlaşmam karşılığında bana dünyâlık teklîf ediyorlar. Senin görüşün nedir?”
Annesi, şöyle dedi: “Sevgili oğlum! Sen kendini benden daha iyi bilirsin. Doğru yolda olduğunu ve ona çağırdığını biliyorsun. Ona devâm et, git! Bu uğurda arkadaşların öldürüldü. İpini Ümeyyeoğulları’nın çocuklarının eline verip de seninle oynamalarına izin verme! Yok, eğer sen sâdece dünyâlık istiyorsan, o zaman sen ne kötü biriymişsin! Hem kendini, hem de seninle beraber öldürülenleri helâk etmiş olursun.”
Bu sözler üzerine Abdullah, annesine yaklaşıp onu başından öperek şunları söyledi: “Vallâhi ben de öyle düşünüyorum. Bugün insanları çağırdığım şeyde dünyâya meyletmedim ve dünyâda yaşamayı arzu etmedim. Beni otoriteye karşı çıkmaya sevk eden şey, sâdece Allah için olan öfkedir. Ancak senin de fikrini öğrenmek istedim. Basîretime basîret ve güç kattın. Bana bak, sevgili anneciğim! Ben bugün öldürüleceğim. Bana olan feryâdın aşırı olmasın! Beni Allâh’ın emrine havâle et. Şüphesiz senin oğlun kötülük işlemeye yeltenmedi ve çirkin iş de yapmadı. Hiçbir hükümde zulmetmedi; verdiği güvencede ihânet etmedi. Hiçbir müslüman veya zimmîye zulmetmedi. Vâlilerimden bana intikāl eden hiçbir zulme rızā göstermedim, aksine o zulmü reddettim. Benim nezdimde Rabbimin rızāsından daha üstün hiçbir şey olmadı. Ey Allâh’ım! Ben bunu kendimi temize çıkarmak için söylemiyorum. Sen beni daha iyi bilirsin. Ancak ben bunu, tesellî olsun diye annemin üzüntüsünü hafifletmek için söylüyorum.”
Ana-oğul arasında geçen konuşmaları bir sonraki yazımda aktaracağım. Şimdilik şu kadarını bilelim ki anası oğluna erkekçe direnip şehîd olmasını tavsiye etti. Oğlu da anasının tavsiyesine uydu ve erkekçe direnip şehîd oldu. Bugün, Gazzeliler de aynısını yapıyorlar. Bize düşen de onlara duā etmek ve onları fiilî bir şekilde desteklemektir. Onlardan haberi olmayanlara ve haberi olup da fiilî bir şekilde desteklemeyenlere veyl olsun.
Eylül 2025, sayfa no: 44-45-46
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak