Ara

Gemide Açılan Delikler Büyümesin

Gemide Açılan Delikler Büyümesin
Okyanusun ortasında kocaman bir gemi, içinde çürümeye yüz tutmuş dünyâ ve bu dünyâda yaşayan insanlar hep birlik olmuş, gemiye açtıkları kocaman kocaman deliklerle onu hızla batırmaya çalışıyorlar. Maalesef ki şuanda insanlığın geldiği nokta bu. Herkes bencilce kendini düşünerek yaşamaya çalışıyor, kişilerin yaptığı her hareket geminin daha çok su almasına sebep oluyor. Nasıl mı? Çevremizdeki olaylara neme lâzım, neme gerek, bana ne, nasıl olsa ben iyiyim, benim çocuklarımın karnı tok üstü pek, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” gibi sözleri söylemeyi öğrendiğimiz ve bencilce yaşamaya başladığımız günden bu tarafa, içinde bulunduğumuz gemi hızla su alıyor. Hani komşusu açken tok yatan bizden değildir buyuran bir Peygamber’in (sav) ümmetiydik? Bize ne oldu da unuttuk kimin ümmeti olduğumuzu? Canını acıtan, mübârek dişini şehîd eden insanlara dahi merhamet duyan, âlemler yüzü suyu hürmetine yaratılan bir Resûl’ün ümmetiydik. Şimdi ne değişti de sâdece dilimizde kaldı O’nun ümmeti olmak? Şefkatten merhametten uzaklaştıkça gemide açılan delikler büyüdü ve gemi hızla su almakta. Komşu demek sâdece yanıbaşımızda yaşayan, gözümüzle görebildiğimiz demek değildir. Komşu ayrıca aynı dîne mensup insanların birbirini kardeş kabûl ederek düşünebilmesi, acısını, sevincini paylaşabilmesi; çoook uzaklarda da olsa din kardeşinin ızdırâbını yüreğinde hissedebilmesi inceliğidir. Resûlullâh’ın (sav) Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve yekdiğerini korumakta tek bir vücut gibidir. Vücûdun herhangi bir uzvu rahatsız olursa öteki organları da bu yüzden rahatsız olur ve uykusuz kalır.”(1) hadîsi bizlerin nasıl bir kul nasıl bir ümmet olmamız gerektiğini özetlemektedir. Aslında bizler Kur’ân ahlâkı üzere yaşamaya çalışan, Resûlullâh’ı (sav) kendine rehber edinen bir toplumken ne olduysa şimdilerde ben ben diyen anne-baba ve çocukların oluşturduğu bir millet hâline geldik. Ben demenin ve nemelâzımcılığın ne büyük tehlikeler arz ettiğine, bu kötü huya sâhip bireylerden oluşan âilelerin ve milletlerin bölük pörçük dağıldığına hepimiz şâhit olmaktayız. Tüm insanlık ve öncelikle de bütün İslâm dünyâsı bugünlerde büyük bir sınavla karşı karşıya kalmıştır. İnananlar ya bencilce kendini düşünerek yaşayıp batacak ya da elindekini ve yüreğindekini paylaşarak, çok fazla delikler açılarak batmakta olan gemiyi kurtaracak. Bu geminin kurtuluşu bencillikten uzak, ben demeyi unutmuş, kalbi sevgi ve merhametle yoğrulmuş insanların çoğalması ile olacak. Târihimizde yaşanan şu güzel kıssa; biz demeyi unutup ben ben demeye başlayan, sonrasında “neme gerek”, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” gibi sözleri söyleyebilen kişilerin çoğaldığı bir milleti hangi felâketlerin ve yok oluşun beklediğini çok anlamlı şekilde anlatmaktadır: Bir gün cihan pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleyman Han, Yahyâ Efendi hazretlerine bir hatt-ı şerîf gönderdi ve “Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize Osmanoğulları’nın âkıbetinin ne olacağını haber ver. Nesli kesilip yok mu olacak; yok olacaksa bu hangi sebeptendir?” dedi. Hatt-ı şerîfi okuyan Yahyâ Efendi eline kalem kâğıt alıp ”Kardeşim! Neme gerek.” diye büyük harflerle yazıp Kânûnî’ye gönderdi. Kânûnî, Yahyâ Efendi’den gelen mektubu okuduğunda hayretler içinde kaldı. Fakat bir şey anlamamıştı. Derhal bir kayık hazırlanmasını emretti ve bu bilmece sözün mânâsını anlamak için Yahyâ Efendi’nin dergâhına geldi. Yahyâ Efendi’yi görür görmez ”Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâlime cevap veriniz. Biz de ona göre hareket edelim.” dedi. Yahyâ Efendi bunun üzerine tebessüm edip “Biz cevap verdik” dedi, “Bu sözümüzü anlayamamana şaşarız.” Kânûnî ”Nasıl?” deyince Yahyâ Efendi: ”Zulüm, haksızlık yayılsa, işitenler de “Neme gerek” dese ve onu önlemeye çalışmasalar; sonra koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu söylemeyip gizlese; fakirler, muhtaçlar, gariplerin feryâdı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese işte o zaman felâkettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itâat etmez olur ve senin yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir.” buyurdu. Kânûnî bunları işitince gözyaşlarını tutamadı ve “Rabbim bizi bu duruma düşmekten, duyarsız, bencil bir millet olmaktan muhafaza buyursun” diye duâ etti. Hak dostu olan Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri, kardeşlik husûsundaki hissiyâtını şöyle dile getirmektedir: “Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken benim parmağıma batmıştır; onun ayağına çarpan taş benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben duyarım. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.” İşte gerçek bir İslâm kardeşliğinde sâhip olunması gereken gönül ufku bu olsa gerek. Ey Rabbimiz; kalplerimizi yarattığın her şeyi sevebilecek, senin rızân için şefkat ve merhamet duyabilecek kadar muhabbetinle ve aşkınla doldur. Yâ Rabbî! Bizleri “Rahmetim gazabımı geçmiştir” sırrı çerçevesinde hareketle dâimâ af yolunu tutarak hidâyet rehberi olan Sâlihler zümresine dâhil eyle. Âmîn.   1-(Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66) Nuriye Eycan

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak