Ara

Geçmiş Zaman Olur ki Hayâli Cihan Değer

Geçmiş Zaman Olur ki Hayâli Cihan Değer

2018 senesi Ağustos veya Eylül ayı idi. Her sene olduğu gibi memleketteyim. Erzincan iline bağlı, Kemah kazâsının Bozoğlak köyü. “Şu fânî hayatta en büyük lüksüm, sıla-i rahim kabîlinde yaptığım bu seyahatlerdir”desem herhalde abartmış sayılmam. Köyde târihî olarak en eski yapı câmimizdir. 1894 târihlidir. Restorasyon sırasında tesâdüf eseri rastladığım bir kitâbeye göre ilk yapıldığı târih 1800’lerin ilk yılları olarak verilmiş. Ancak köyün bilinen târihi hayli gerilere gider. 16. Yüzyıla âit tahrir defterlerinde köyümüze dâir bâzı istatistikî bilgiler vardır. Câmi önündeki kapalı bölüm yeniden elden geçiriliyordu. Vaktim müsâit olduğu zamanlar gidip inşaatın aşamalarını seyrediyordum. Yine mekâna uğradım. Etrafta kimseler görünmüyordu.

Câminin yakınındaki bir ahırın önünde ağızları açık 5-6 adet çuval dikkatimi çekti. Bâzı çuvalların içerisindeki kâğıtlar dışarıdan da görülebiliyordu. Yakından incelediğimde, tamâmının içerisinde eski dönemlerden kalma, kitap ve benzeri şeylerin olduğunu fark ettim. Ne olup bittiğini, bunların buraya nereden geldiğini ve ne yapılacağını kimseye sormadan çuvalın birini boşalttım. Evet, câminin ön tarafındaki bölüm sökülürken çatıdan çıkmış evraklardı bunlar. İmam efendiyi buldum. Çuvalların içerisinde târihî hüviyeti olan kıymetli evrakların olabileceğini, bu sebeple diğer çuvalları da incelemem gerektiğini söyledim. Sağ olsun teklîfimi kabûl etti. Günlük işlerimi yaptıktan sonra çuvalların yanına gelip içerisindekileri tek tek tasnîf ettim. Bu tasnîf süreci üç gün sürdü. 

Yaptığım tasnîfin ardından Osmanlı döneminden kalma, tezhipli bir yazma Kur'ân-ı Kerîm, birkaç tapu belgesi, Kızılay bağış makbuzu ve yine efemera tarzı bâzı evrâkı ayırdım. Kendimce 10-15 civârı kıymetli evrâkı, köy imamını da bilgilendirerek muhtara teslîm ettim. Zîrâ bunlar köy târihi ile ilgili paha biçilmez belgelerdi. Özenle konservasyonları yapılıp, köyde veya şehirdeki dernek merkezimizde sergilenmesi gerekiyordu. Daha sonra öğrendim, ilçedeki ilgililer bu evrakları incelemiş, yakılması veya imhâ edilmesi yönünde muhtara olur vermiş! Geç Osmanlı dönemi taş baskı Kur'ân-ı Kerîmler, mızraklı ilmihaller, elifbâ’lar çeşit çeşit fıkıh kitapları, mektuplar, muhtelif belgeler ve daha neler neler. Çuvalların içerisinde, Cumhuriyetin ilk yıllarına âit belgeler de vardı. Varlık vergisi için oluşturulmuş hâne gelir beyan çizelgesi dikkatimi çeken belgelerden biriydi. Üzerinde, hanede kaç kişinin yaşadığı, ne kadar sığır, koyun, keçi bulunduğu, ekili tarlaların miktârı gibi istatistikî bilgiler yer alıyordu. 

Târihimiz Yok Edildi!

Cumhuriyetin ilk yıllarında, özellikle harf inkılâbından sonra, Arap alfabesiyle, Osmanlı Türkçesiyle hazırlanmış yayınlar yasaklanmış. Biraz da kraldan çok kralcı kesilenler, din îman tanımayanlar bu süreci Müslüman halka âdetâ zulüm gerekçesi yapmış. Uygulama harf inkılâbı değil de topyekûn bir medeniyetin imhâsına dönüşmüş. Bu döneme âit hikâyeler anlatmakla bitirilemez. Savaşlardan, yokluk ve sefâletten bîtap düşen halk olup bitenleri anlamlandıramadığı için ne yapacağını şaşırmış. Kimi mezarlığa, kimi ahıra-mereğe, kimisi de bağına, bostanına gömmüş, geçmişe dâir ne varsa. Câmi imamı da kendi uhdesinde bulunan târihî kitapları ve belgeleri, en emniyetli yer olarak gördüğü, câmi çatısı altına saklamış. Geçtiğimiz yıllarda Erzurum Atatürk Üniversitesi tarafından yapılan, Kemah Kalesi kazı çalışmaları esnâsında da yine târihî bir hamam kalıntıları arasından onlarca târihî kitap ve belge çıkmıştı. Aradan yıllar geçmiş, tek parti dönemi târihin çöp tenekesindeki yerini almıştı. Lâkin bu arada olan olmuştu. Kendi milletine kast edenler, kısmen de olsa emeline ulaşmıştı. Daha sonraları, istisnâlar hâriç hiç kimse dönüp de geride neyimiz var neyimiz yok diye bir daha bakmadı. 

Köy mezarlığında bulunan birkaç mezar taşı da bu dönem kıyımlarından nasîbini almış. Ne olur ne olmaz diyerek, korkudan balyozlarla kırıp, mezarlığın istinat duvarlarına örmüşler güzelim ecdat hatırası mezar taşlarını. Bu mezar taşları tahrip edilirken belki 5-6 kuşak önceki dedemiz Molla Halil Efendi’nin başlıklı mezar taşı hâlâ ayakta imiş. Babamın anlattığına göre, köylüler onu da kırıp, köy mezarlığının duvarına örmek istemiş. Ancak dedemin babası, Şaban Efendi buna râzı olmamış. Mezar taşının üzerine yatmış, “beni öldürebilirsiniz ama dedemin mezar taşına dokundurtmam” demiş. Kısa bir arbededen, itişip kakışmadan sonra bakmışlar olmuyor, Molla Halil Efendi’nin mezar taşına dokunmamışlar. Târihî mezar taşlarının hazin durumu, bunlara karşı ilgisiz ve duyarsız kalmamızın arka planında işte bu baskı döneminin büyük payı vardır. Şükür artık milletimiz yavaş yavaş uyanmaya başladı ve târihine kimliğine sâhip çıkıyor. 

Bu tahrîbattan nasîbini alan sâdece mezar taşları mı? Elbette ki değil. Büyük şehirlerde bu minvâlde pek çok örnek vardır. Sirkeci Büyük Postanesi'nin ön cephesinde bulunan Osmanlı armalarının sökülmesi, günümüzde Türk Edebiyatı Vakfı olarak faaliyet gösteren yapının kitâbelerinin kazınması bunlara misâl olarak gösterilebilir. İstanbul Üniversitesi ana giriş kapısı üzerinde bulunan Sultan Abdülaziz’e âit tuğranın bile daha düne kadar önü mermer ile kapatılmıştı. Şükür ki bu işgüzarlıktan vazgeçildi. 

Babam büyük dedemiz Molla Halil Efendi’nin mezar taşının kurtarılma hikâyesini anlatırken o günkü hâlet-i rûhiyemize ışık tutacak başka bir anısını daha anlattı. Günlerden bir gün, Cuma namazını edâ etmek için kazâya, yâni Kemah’a gitmiş. Hoca efendi, hutbede konuyu târihî mezarlıklara getirmiş ve demiş ki: “Aziz cemaat ben bunca yer gezdim dolaştım, ancak ecdâdına bu kadar lâkayt bir millet daha görmedim. Sığırlarınızı, eşeklerinizi, katırlarınızı mezarlıklarda otlatıyorsunuz. Eyvallah, onların bir suçu günahı yok. Otları yemelerinde belki dînen bir sakınca da bulunmuyor. Peki, bu hayvanlar tezeklerini, gübrelerini nereye bırakıyor? Dedelerinize bunların dışkısını mı revâ görüyorsunuz? Ayıp değil mi? El insaf!..” Babam diyor ki: “Hoca efendinin bu çıkışını hayâtım boyunca unutmam. Rezil kepâze olduk, âdetâ yerin dibine battık.”

Babam özeleştiri yapıp böyle diyor, lâkin kanâatimce daha evvel de zikrettiğimiz gibi utanması gereken, milletimizi bu duruma düşürenlerdir. Geçmişi bütünüyle yok sayıp târihi ile bağlarını koparanlardır! Bahse konu mezarlık, Sultan Alparslan’ın komutanlarından Melik Mengücek Gâzi'nin (Sultan Melik) türbesi civârında yer alan, târihî Beyler Mezarlığı'dır. 

Nenemden Mektup Var!

Köy câmimiz inşaatı sırasında ortaya çıkan binlerce târihî evrak arasında Cumhuriyet dönemine âit bâzı evrakların da bulunduğunu zikretmiştik. İşte bu evraklar arasında bir de sâhibine ulaşamadan köye geri gelmiş bir asker mektubu vardı. Rahmetli anneannem, oğluna yâni Mehmet dayıma göndermiş. Büyük ihtimâl nüfus kayıtlarında dayımın adı Muharrem olarak geçtiği için askeriyeden geriye iâde edilmişti. Belki de bu detay yüzünden daha küçük yaşlarında iken babasını yâni dedemi kaybeden dayım, anacığından mektup gelmiyor diye ne üzüntülere gark oluyordu. Mektupların nizâmiyeye kadar gelip tekrar tekrar geri döndüğünü nereden bilecekti ki?!

Annemler, beş erkek, üç kız toplam sekiz kardeşti. Dedemi ben göremedim. Erken yaşlarda vefât etmiş. Anneannem, çocuklarına bakabilmek için hem kendi köy işlerini yapıyor hem de Nahiye Müdürlüğünde çalışıyordu. Buradan emeklidir. Evlatlarına hem annelik hem de babalık yapıyordu. Peki, onca yokluk ve çile arasında ana yüreği evlâdından ayrı durur muydu? Onsuz yediği ekmeğin, içtiği suyun lezzeti mi olurdu?! O yaşlarda bunun muhasebesini kim yapabilirdi ki?! 

Mektup zarfının üzerinde adres olarak, “243 mekanize topçu Taburu 1. Batarya B. Çekmece – İstanbul” yazıyordu. Zarfın içerisindeki mektubu bulamadım. Olsun, mektup yoktu ama bana göre önemli sayılabilecek bir ayrıntı açıklığa kavuşmuştu. Ortada 61 senelik bir belge vardı. Zarfı kaptığım gibi soluğu dayımın yanında aldım. Selâm, hoş-beş faslından sonra dayıma: “Dayı, Server nenemin sana mektubu var” dedim. Dayım, önce ne dediğimi anlayamadı, anlamlandıramadı. Daha sonra zarfın hikâyesini anlatınca gözlerinden birer inci tanesi gibi damlalar süzülmeye başladı. Nice sonra kendini toparlayarak “İşe bak yâhu, ben de diyorum, imkânı yok, anam beni mektupsuz bırakmazdı. Var bu işin içinde bir iş. Acaba farkında olmadan gücendirdik mi?! Allah ganî ganî rahmet eylesin benim anam.. ” dedi.

O an düşündüm “bu sürprizi keşke yapmasaydım mı acaba” diye. Yıllar sonra yüreği iyice hassaslaşmış bu insanın anılarını depreştirmenin ne gereği vardı sanki?! Dile kolay tamı tamına 61 yıl sonra gelen bir mektup! Dayım bilgileri teyit etti. Hattâ ben bataryayı bölük olarak okumuştum, o düzeltti. 243 Taburu zâten hemen hatırlamıştı. Mektuba kavuştuktan hemen hemen iki sene sonra, 29 Ağustos 2020 târihinde dayım da rahmet-i Rahmân'a vâsıl oldu. Anneannem vefât edeli zâten 27 seneden fazla oldu. Birkaç günlük yorucu çalışmanın ardından bu târihî zarfın karşıma çıkmasını Rabbimin bir mükâfâtı olarak görüyorum. “Geçmiş zaman olur ki hayâli cihân değer” dedikleri sanırım böyle bir şey. Cenâb-ı Mevlâmız onlara ve cümle geçmişlerimize ganî ganî rahmet eylesin. Âmîn, velhamdülillâhi Rabbil Âlemîn...

Nisan 2023, sayfa no: 56-57-58-59

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak