Ara

“Gazâlî, İmâm-ı Âzam Gibi İsimleri Kendime Örnek Aldım”

“Gazâlî, İmâm-ı Âzam Gibi İsimleri Kendime Örnek Aldım”

SÖYLEŞİ: Yunus Emre Altuntaş

Diyanet Vakfı Ansiklopedisi'nin Tasavvuf İlmi Heyet Başkanlığını yaptınız ve İbn-i Haldun Maddesini yazdınız. Ayrıca Mukaddime'yi Türkçe’ye ilk kazandıranlardansınız. Neden İbn-i Haldun? Tasavvuf alanı akademisyeni olarak sizi İbn-i Haldun'a götüren neydi? İslâm dünyâsı ve gençlerimiz açısından bu büyük âlimin önemini anlatır mısınız?

Bâzıları tasavvuf denilince, gideceksin kâmîl olan veya olmayan bir şeyh efendiye ondan el alacaksın, ona bağlanacaksın, o sana evrad-ezkâr verecek, sohbetlerine katılacaksın vs. olarak algılıyor. Tasavvufun böyle bir yanı yok değil ve önemlidir de. Ancak benim asıl ilgimi çeken işin fikir, irfan, mârifet, sanat boyutudur. Uzmanlık alanım tasavvuf olsa da diğer İslâmî ilimlere de ilgisiz kalmadım. İslâmî ilimler çeşitli şekillerde sınıflandırılır, bunlardan biri de zâhirî-bâtınî ilimler tasnîfidir. Fıkıh, hadis, siyer, tefsir gibi ilimler zâhirî olup zihne, hâfızaya, yazıya dayanan ve bilginin önemli olduğu ilimlerdir. Bunların uygulaması pek yoktur. Bâtınî olan ise görünmeden var olanın ilmidir. Daha net tâbirle bedenle yapılan ilme zâhirî, kalple yapılan ilme bâtınî denir. Bâtınî ilimlerin başında da tasavvuf gelir. Her organın kendine has fiili vardır. Kalbin fiili de niyettir ve gizlidir; asıl amacı dışarıdan bilinmez. Bundan dolayı da îman târif edilirken ‘kalp ile tasdîk dil ile ikrar’ denir. Kalbin tasdîki bir fiildir ve kalbin müsbet/menfî birçok fiilli vardır (Hased, Kin, Nifak, Nefret...). Bu fiillerin menşei kalptir; tasavvufun konusu da kalp tasfiyesidir. Yüce Allah âyet-i kerîmede: "Kalbini tasfiye eden, nefsini tezkiye eden, temizleyen felâha erer; onu kirleten ise hüsrâna uğrar." buyuruyor. Tasavvufun bu konularıyla meşgûlken diğer alanlardan ilgimi kesmedim. İlk ders kitaplarım, liseliler için kelâm ders kitaplarıdır. Sema-Tasavvuf ile ilgili çalışmam da fıkhî bir meseledir; mûsıkînin dînî hükmünü anlatır.

Târih alanında da İbn-i Haldun'un Mukaddime'si ile ilgilendim. Daha lise talebesi iken uzun uğraşlar sonucu Zakir Kadiri Ugan'ın Mukaddime tercümesini edinmiş ve okumuştum. Çevirinin hem dili farklıydı hem de eksik yönleri vardı. Yıllar geçtikçe Mukaddime'nin üzerine daha çok çalışılması gerektiği kanâatine vardım ve Dergâh Yayınevi ile anlaşarak yeni baskı orijinal Mukaddime'yi esas alarak yeni bir tercüme yaptım. O tercüme de ihtiyâca cevap verdi ve alanındaki açığı kapattı. Ayrıca Mukaddime, dîne farklı bakış açısı kazandırsa da yalnız dînî bir kitap olmayıp Târih Felsefesi, Bilimler Târihi, Sosyoloji bakımından da önemli bir kitaptır. Bizler maalesef sosyolog denilince batılı isimleri zikredip kendi âlimimize yabancı kalıyoruz. Bunun için Mukaddime'nin daha iyi anlaşılması gâyesiyle geniş bir de önsöz yazdım. İbn-i Haldun üzerine 1970 sonrası epey çalışma oldu ama işi ilk başlatan çok şükür biz olduk hâlâ da devâm ediyoruz. Ankara Beştepe Câmii'nde Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ın katıldığı huzur derslerinin İbn-i Haldun kısmını vermemizi istediler. Biz de içlerinde Recep Tayyip Erdoğan'ın da bulunduğu o gruba bu dersleri verdik. Erdoğan'ın bu dersin ardından bir milletvekilini görevlendirmesiyle İstanbul'da İbn-i Haldun Üniversitesi açıldı. Bu üniversite İbn-i Haldun'u daha iyi tanıtacaktır inşâallah. Ayrıca yine İstanbul'da Siyer Yayınları Yayınevi'nin çıkardığı 15 ciltlik İslâm Târihi kitâbında, İslâm’da ilimler târihiyle ilgili yüksek lisans ve doktora derslerinde okuttuğum ders notlarımdan 40-50 sayfalık yazım da mevcuttur. Yâni yalnızca tasavvuf alanı ile sınırlı kalmadık. İhtisaslaşmak güzeldir fakat kendinizi o alana kapatır diğer alanlardan habersiz kalırsanız bu çok verimli olmaz. Çalışma yoğunluğu ihtisas alanına verilip diğer alanlar da tâkip edilmelidir.

2002 yılında “İran'a ve Turan'a Seyahat” adlı çalışmanız gezi dalında ödüle lâyık görüldü. Eserinizde öteden beri buraları merâk ettiğinizi söylemişsiniz. Gürcistan ve özellikle Acara Bölgesi'ne yaptığınız seyahatleri de işittik. Bu seyahat mâcerâları sizi nasıl etkiledi? Seyahatlerinizde neler gözlemlediniz?

Evvelâ gençler; kitapları okurken özellikle de eski kitapları, kitâbın müellifi kimdir dikkat etmeli. Bizim eski hocaların eksiği bu yöndedir. İkincisi, ne zaman yazıldı? Târihini bilmek içeriğindeki bilgileri değerlendirme aşamasında yardımcı olur. Çünkü yazar kitâbını yazarken yaşadığı çağdan mutlakâ etkilenir. Üçüncüsü, nerede yaşadı? Genellikle Buhara, Özbekistan bölgelerinde Tirmizî, Mâturîdî, Buhârî, Birûnî, İbni Sînâ gibi birçok âlim yetişmiş. Bu bölgeler Müslüman devletlere, medreselere, sanatkârlara, âlimlere yurt olmuştur. İlmi seven ilim adamını da sever, yaşadığı yerleri de sever, kabirlerini ziyâret etmek ister. Türkler 1071’de Anadolu’ya geldiler ancak eserleri her dâim oraların izlerini taşır. Gitme arzumu körükleyen birşey de komünizmin oralara hâkim olup, oraların ziyâretini yasaklamasıdır.  Araplar, "Kişi men edildiği işi yapmaya daha da isteklidir" derler. O bölgeler de benim yasağı aşma mâceramdır. Oralar bana Kaf Dağı’nın arkasındaki esrarlı âlem olarak görünürdü.  Gürcistan’a da dedelerimin anlattıklarından yola çıkarak ata yurdumu görmek için gittim. 1991’de Sovyetler’in dağılmasıyla oralarda bir ay gezdim. Gezdiğim sıralarda değişme dönemini gözlemleme imkânım oldu. Bir sistem yıkılmış yerine yenisi kuruluyordu, buna şâhitlik etmek çok önemlidir. Şimdi gittiğinizde bunu göremezsiniz.

İran’da Şah rejimi yıkılıp yerine Humeyni rejimi kurularak dînî rejim başlamıştı. İslâm Araştırmaları Vakfı (İSAV) aracılığıyla bir ekiple bunu yerinde tetkik amaçlı gittik. Dönüşte yapılan sempozyumda gezi deneyimlerini aktardık. Ayrıca bu deneyim ‘Tarih Boyunca Şiilik; Dünü, Bugünü, Yarını’ adında kalın bir kitap olarak basıldı. İran’a sonrasında iki ziyâretim daha oldu. Tasavvuf târihi açısından önemli bir yer olan İran’ın resmî dili olan Farsça tasavvuf dilidir. Mesnevî’nin anadili de Farsçadır. Eski âlimler de zorlu yolculuklar yaparlardı ancak gerileme döneminde bu geziler yapılamamıştır. İlim adamları çok gezmiştir. Geziler insanın ufkunu açarak yeni bilgiler edinmesini sağlar. Dünyâyı görmek güzeldir. Batılıların turizme önem vermesinin bir sebebi de budur. Gezmek derken sâdece tatil, eğlence amaçlı gezmek değil; gittiğiniz yerin kültürünü, târihini, örf ve âdetini anlamak önemlidir. İbn-i Haldun, Mukaddimesi’nde seyahat bölümünde konuyla ilgili geniş bir açıklama yapmıştır.

Uzun yıllar süren bir akademik geçmişiniz var. Bu yıllar içerisinde telif eserler, kitaplar, makâleler, ansiklopedi çalışmaları ve tercüme eserler gibi sayısız eserde imzânız var. Bu süreçte ne gibi zorluklar yaşadınız, genç nesillere hangi tavsiyelerde bulunursunuz?

Bizim çalışma dönemimiz ile şimdiki dönem çok farklı. 1950’li yıllarda kitâbın ismini duysanız da bulma imkânınız yok, basımı yok, kütüphanelerden ulaşma imkânı da kısıtlı. Ancak okumak isteyen kişi için engel yoktur o bir şekilde maksadına ulaşır. Günümüzde 46 ciltlik İslâm Ansiklopedisi’ne internetten dahi ücretsiz ulaşılabiliyor. Sâdece bu değil milyonlarca kitâba bu şekilde ulaşma imkânınız var ve kitâbı edinmek de mümkün. Bu imkânları kullanan gençler için önlerinde engel yok. Bizim için kitâba dokunmak hissetmek gerekir, kitap sâdece kitap değildir. Bakınız kitap cildiyle, yazısıyla, târihiyle, bilgisiyle önemlidir. Kitap kültürü ayrı bir kültürdür, teknolojinin gelişmesi kitâbın ihmâline sebep olmamalı bu kültür yaşatılmalıdır.

Tasavvufun milletimiz için önemi nereden kaynaklanıyor? Hâlen unutulmayan ve milletimizin gönlünde yer tutan isimlere baktığımızda büyük mutasavvıflar öne çıkıyor: Yûnus Emre, Mevlânâ, Hacı Bayram-ı Velî, Somuncu Baba vb. Başka hiçbir millette bizdeki kadar uzun yaşayan ve bin yıl geçmesine rağmen dün gibi saygı duyulan bu kadar isim yoktur. Bunun sırrı nedir?

Anadolu ve Balkanlar yeni bir millet değil Osmanlı’nın devâmıdır yâni bin yıllık bir geçmişi vardır. Tasavvuf bu millette çok önemlidir, ilk medrese İznik’te Dâvûd-i Kayseri tarafından yapılmıştır. Osmanlı maddî ve mânevî gücün birleşiminden kurulan bir devlettir. Maddî güç cihad gücüdür ki onu Osmanlı boyları temsîl eder. Mânevî gücü ise Şeyh Edebâlî ve oradaki dervişler temsîl ederler. Bir memleketi kılıç gücüyle fethedebilirsiniz ama eğer mânevî güç olmazsa o memleketi elinizde tutamazsınız. Mânevî güç fethedilen yeri vatan yapar. İşte o mânevî güç tasavvuftur ve gücünü İslâm’dan alır, bu bakımdan önemlidir. Osmanlılar bunu bildikleri için târih boyunca tarîkatlara, sûfîlere, zâviyelere ve tekkelere önem vermiştir. Tekkeler de bölge halkını İslâm’a kazandırmıştır. Bu topraklarda yalnız Türkler değil birçok ırktan insanlar târih boyunca yaşamıştır. Bu milletleri bir arada tutan tutkal İslâm, geniş ölçüde de tasavvuftur. Bahsettiğimiz isimler de bundan dolayı unutulmuyor. Bir de bu isimler eserlerini Türkçe yazıyorlar. Eserlerin Türkçe olması daha çok yayılmasına imkân tanıyor. Şiirler dilden dile aktarılarak bugünkü medya vazîfesini görüyor. Bu şiirlere beste de yapılınca halkın vazgeçilmezi oluyorlar.

Fuat Sezgin ve çalışmaları İslâm Bilim Târihi araştırmalarında sizce nasıl bir önem arz etmektedir?

Fuat Sezgin'in kıymetini bilemedik. Maalesef biz böyle bir milletiz.  27 Mayıs Darbesi’yle kovduk, Almanlar sâhip çıktı, kıymetini bildi. Orada çok güzel eserler meydana getirdi ama Türkiye’yi unutmadı. İslâm ilimleri târihinde dünyâdaki en büyük otorite Fuat Sezgin’dir. Bıraktığı eserler, kurduğu vakıf, îcatları, canlı olarak sergilediği müzeleri ile çok büyük hizmetleri oldu. Böyle âlimlerin kıymetini bilemiyoruz. Sâdece Türkiye’ye değil bütün İslâm âlemine faydası dokundu.  Kitâbını Suudiler bile Arapça’ya tercüme ettiler bir de ödül verdiler. Allah rahmet eylesin.

Değerli hocam son olarak ülkemizde dînî eğitimin bugünü ve geleceği hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Türkiye'de İmam Hatipler 1951’de açıldı. 1960 darbesiyle sekteye uğramasından korktuk ama çok şükür kapatılmadı, yenileri açıldı. 1971 darbesiyle mevcut azaldı ama hamdolsun o da atlatıldı. 1997, 28 Şubat günleri de atlatılıp bugüne gelindi. 2000'li yıllar öncesi Bursa’da tek İmam Hatip Lisesi vardı ve ikincisinin açılmasına izin verilmiyordu. Bugün Bursa’da yetmişten fazla İmam Hatip Okulu var. Türkiye çapında da durum budur. Yalnız, nicelik olarak güzel olsa da keyfiyet olarak, nitelik olarak ne kadar iyi olduğu şâibelidir. Okulların sayısı hazırlık yapılmadan, hoca yetiştirilmeden çoğaltıldı. Hoca ihtiyâcı karşılanmayınca seviye düşüyor. Seviyenin derecesini içinde olmadığım için bilemiyorum ama haklı görünen şikâyetler çok. Bu şikâyetlerden birisi de talebelerin diğer lise talebelerinden farklı olmadıkları ve eskisi gibi davranmadıklarıdır. Ben eskisi gibi olmalarının imkânsız olduğunu düşünüyorum. Çünkü eskilerin yaşadığı hayat şartları ile bugünkü çok farklı. Dış dünyâdaki hayat, İmam Hatip Lisesi hocasını da talebesini de etkiliyor, bununla mücâdele edilmesi gerekir. Hükümet bu okulları planlı açabilirdi. İlahiyat fakültelerinde de bu sorunlar mevcut. Bilgiye ulaşma imkânları arttığı için geçmişle farklılık çıkması normal ama bu farklılık hocalar aracılığıyla dengeli kontrol edilirse ve düzenli çalışma olursa yeni şartlarda, yeni şekillerle gelişilebilir ki mutlaka gelişilmeli, güçlenilmelidir. Ayrıca tüm okullarda seçmeli dînî dersler konulması önemli bir adımdır. Bu derslerin tanıtımı ve velîlerin seçmesi için bilgilendirilmeleri de önemlidir. Bu bakımdan seçmeli derslerin ne oranda tercîh edildiğini tâkip etmek ve teşvîk etmek gerekiyor. Eğitimin içeriği de önemlidir. Bilgi asrında kurtuluşun yolu geçerli bilgidir, hâlen târihte kalması gereken geçersiz bilgileri okuyoruz. Kafamız bilgilerle dolu ama hayatta işimize yaramıyor. Peygamber Efendimiz 'faydasız ilimden Allâh’a sığınırım' diye duâ ediyor. Faydasız ilim topluma faydası olmayan teorik bilgilerdir. Sahneye, alana yansımayan bilgiden Allâh’a sığınmalıyız.

Değerli Hocam; bizi kırmadığınız ve sorularımıza içtenlikle cevap verdiğiniz için çok teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Kasım 2020, sayfa no: 42-46

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak