Ara

“Gazâlî, İmâm-ı Âzam Gibi İsimleri Kendime Örnek Aldım”

“Gazâlî, İmâm-ı Âzam Gibi İsimleri Kendime Örnek Aldım”

Prof. Dr. Süleyman Uludağ Hocamız ömrünü ilme vakfetmiş sayılı ilim adamlarımızdandır. Yıllarca Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı’nda görev yaptıktan sonra 2007’de emekli oldu. Lâkin Uludağ Hoca ilimden emekli olmadı. Hayâtın her sâniyesini anlamlı yaşamak, ilim yolunda gayret sarf etmek Hocamızın umdelerindendir. Bu sebeple de yeni eserler kaleme almaya, Türkiye’nin dört bir yanında konferanslar vermeye, doktora öğrencilerine yol göstermeye, başta Gürcistan’ın Acara bölgesi olmak üzere pek çok yerde hayır çalışmaları yapmaya devâm ediyor. Öğrencisi olan Prof. Dr. Mustafa Kara bir söyleşisinde “Hocam Süleyman Uludağ’ı her anlamda kendime örnek almaya çalışıyorum” demişti. İşte bu Hoca-Talebe ilişkisi ülkemize pek çok değer kazandırmıştır. Uludağ Hocamızın bitmek bilmeyen enerjisi başta öğrencileri olmak üzere ilim dünyâsındaki pek çok isme ilham kaynağı oluyor. Derslerini dinleyen bir öğrencisi olarak; inişli-çıkışlı olmayan, düz bir anlatıma sâhip konuşmalarının her bir cümlesinin ne denli seçilerek söylendiğini fark edenlerdenim. Sâdece ilmî araştırmalarıyla değil çeviri metinleriyle de ülkemize ufuklar açmış bir ilim adamıdır Süleyman Uludağ. Bu noktada sâdece İbn-i Haldun’un Mukaddime’sini örnek vermek yeterli olacaktır. Bu önemli eseri tam ve bütün olarak ilk kez çeviren ve önsöz olarak da geniş bir İbn-i Haldun değerlendirmesine imzâ atan hocamız, başta sosyal bilimciler olmak üzere ilim dünyâsına eşsiz bir hazîne kazandırmıştır. Süleyman Uludağ Hocamızın başta tasavvuf olmak üzere kelâm, siyâset, fıkıh, usûl, siyer, hâtırat, mûsikî, biyografi ve felsefe gibi pek çok alanda 100’ü aşkın eseri bulunmaktadır. Hocamıza daha nice güzel eserler kaleme alacağı hayırlı uzun ömürler diliyoruz. Hocamızla tasavvuf ve eğitim çerçevesinde kısa bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu söyleşiyi Süleyman Uludağ Hocamızın eserlerine bir giriş niyetiyle istifâdelerinize sunuyoruz.

SÖYLEŞİ: Yunus Emre Altuntaş

Muhterem Hocam, öncelikle bizlere vakit ayırdığınız için teşekkür ediyoruz. Söyleşimize hayat hikâyenizle başlamak istiyoruz. Süleyman Uludağ kimdir okuyucularımız için kısaca bahsedebilir misiniz?

Amasya'nın Akyazı Köyü'nde doğdum. İlki resmî (1940), diğeri tabiî (1937) olan iki yaşım var. İlkokulu köyümde okudum. İlkokul öncesi ve sonrası köydeki imamlardan eski alfabeyi, Karabaş Tecvidi’ni, Kur’ân-ı Kerîm okumayı öğrendim ve o yaşlarda Kur’ân-ı Kerîm'i hatmettim. 1956 yılında Çorum İmam Hatip Okulu'na başladım. 5 yılı vakıf yurdunda yatılı olmak üzere 7 yıl orada okudum. 1963 yılında İstanbul/Fındıklı’da (Kabataş civârı) 4 yıllık lisans eğitimimin ardından Kastamonu'ya İHL Meslek Dersleri Öğretmeni olarak atandım. 1970-1975 yılları arasında Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü'ne hoca olarak tâyin edildim. 1975 Kasım ayında Bursa'da Yüksek İslâm Enstitüsü'nün ilk akademisyenlerinden biri olarak 75 öğrenci ile göreve başladım. 1982 yılında Yüksek İslâm Enstitülerinin kaldırılıp İlahiyat Fakültelerinin açılmasıyla birlikte Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ndeki görevime başladım. Bu görevimden de 2007 yılında 67 yaşında emekli oldum lâkin 6 yıl daha oradaki yüksek lisans ve doktora derslerine danışman olarak devâm ettim.

1960’lı yıllarda Türkiye'nin siyâsal ve toplumsal şartlarının ağır olduğu dönemlerde İmam Hatip sıralarında oturdunuz. O zamanlarda İmam Hatipli olmak sizce nasıldı?

Türkiye'de 1924'te medreseler, 1925'te tekke ve tarîkatlar kapatıldı. 1933 yılında ise din eğitimi ve öğretimine tamâmen son verildi. Din üzerinden halka kısıtlamalar getirilip dînî hayat yasaklandı. Gizli açılan din eğitimi yerleri ise şikâyetler üzerine jandarmalar tarafından basılıp kapatılırdı. İslâmî hayat gözden düşürülüp îtibarsızlaştırılmıştı. Tüm bunlar devlet politikası olarak yapılıyordu. Devletin gözünde hocalar câhil, mutaassıp, küçük görülen kimseler idi. Resmî çevrelerin gözünde bu böyle olsa da halk bu duruma îtibâr etmiyordu. 1956'da Çorum'a geldiğimde de bunu gördüm. Bu yasaklamaların ardından İmam Hatip Okulları 1950’li yıllarda siyâsetin el değiştirmesiyle tekrardan açıldı. Ancak bu dersleri okutacak hoca bulunamıyordu. Diğer liselerin talebeleri statü olarak bizden daha ileride ve önemli idiler. Üniversiteye diğer lise talebeleri gidebilir lâkin İmam Hatip Lisesi mezunları gidemezdi. Gerici, yobaz gözüyle bakılır, ‘mezun olduklarında cenâzeleri kaldırır, gassallık yaparlar’ vs. diye düşünürlerdi. Yâni resmî, siyâsî ve bürokratik çevrelerde îtibarsızdık.

Halk nezdinde ise bizlerin îtibârı yüksekti. Halk yasakların ardından imam hatip talebelerini görmeye, özellikle de câmilere gruplar hâlinde 100-150 kişinin nizâmî olarak gitmelerine hasretti. Halkın bu hasretini bir nebze olsun giderdiğimiz için halk arasında çok iyi karşılanırdık. Halk bizi isterken, bizi istemeyip hor, hakîr görüp üvey evlat muâmelesi yapanlar da vardı. Bu bir çatışmadır ve bu çatışma hâlâ devâm etmektedir. Bunun en acı şeklini de 1997'deki 28 Şubat olayını yaşayan arkadaşlarımız yaşadı. Başörtüsü yasağı, imam hatip mezunlarının sınavlarda katsayı puanlarının düşürülerek üniversiteye girişlerinin engellenmesi vs... Bu mücâdele yıllarca devâm etti. Günler geçtikçe halk nezdindeki îtibârımız daha da arttı, resmî çevrelerde de mezunlarımız ve müesseselerimiz îtibar kazanmış oldu. Aradan geçen 60 küsur sene içerisinde öyle bir noktaya geldik ki bu okulların mezunlarından milletvekili, bakan, belediye başkanı ve dahi Cumhurbaşkanı oldu. Fakat bizlere yine eski gözle bakanlar da yok değil. Bir de nisbeten rahatladık diye rehâvete kapılırsak geleceğimiz parlak olmayabilir. Dolayısıyla işi ciddîye almalı, canla başla bu dâvânın daha da iyi günlere ulaşması için çabalamalıyız. Bir başka şey de çok şükür ülke olarak iyi durumdayız. Daha da iyiye gideceğiz inşâallah. Lâkin İslâm ülkelerine baktığımızda dünyâ ölçeğinde acınacak durumdalar. Arakan, Hindistan, Bangladeş, Afganistan, Keşmir, Kafkaslar, Çeçenistan, Irak, Suriye, Yemen, Somali, Libya vs.’de ayrılıkçı hareketler var. İnsanlar yerlerinden tehcîr ediliyor ki bunlar iyi durumda olmadığımızı gösterir. Onlar için de elimizden geleni yapıyoruz, daha fazlasını yapmalı, unutmamalıyız. Bu felâketleri atlatıp başarıya ulaşmaları için dâimâ duâ etmeliyiz. İslâm ümmeti bir bütündür ve bütünü de düşünmek gerekir.

İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü'nde okumak için 1963-1967 yıllarında Çorum'dan İstanbul'a gitmişsiniz. Lisans yaşamınız ve İstanbul size neler kattı?

1949 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi açılmıştı ancak oraya İmam Hatip mezunları alınmıyor diğer lise mezunları alınıyordu. 1958'de de İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü açılmıştı. Çorum’daki eğitimimin ardından 4 yıl bu enstitüde eğitim gördüm. Evvelâ Çorum'dan bahsedeceğim. Köyden şehre geliyorsunuz ve şehirde imkânlar daha fazla. Okul, kütüphane, hocalar, dergiler, gazeteler var. Bunlardan bir hayli faydalandım. O yıllarda birçok hoca ve kitap tanıdım. Eski ve yeni harflerle olan birçok kitâbı burada okuma şansını yakaladım. İmam Hatip Lisesi yıllarımda Arapça’nın yanısıra fıkıh, hadis gibi diğer meslek derslerini de dersin hocaları kadar bilirdim. Arapça ve Farsça dillerini ilerlettim. Böylelikle Osmanlıca ve Arapça kitaplarını daha kolay okuma imkânım oldu. Misâl olarak lise yıllarımda Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın 8 ciltlik Hak Dini Kur’ân Dili'ni aldım. Önce âyet sonra meâl daha sonra da tefsir, tahlil olarak tüm Kur’ân'ı baştan sona okudum. Bu bana çok katkı sağladı. Hem Kur’ân'daki âyetleri ana hatlarıyla öğrendim, hem de Arapçam gelişti. Ayrıca sonraki yıllarda hocam olan Ömer Nasuhi Bilmen'in 6 ciltlik Hukûk-i İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye eserini de o dönemde ayrıntılı olarak okudum. Bu da fıkıh dilini öğrenmemi sağladı. Bunlar gibi birçok önemli kitâbı daha lise yıllarımda okuyup inceleme imkânım oldu. Bu bilgilerle İstanbul'a geldiğimde -rahmet ve minnetle bahsetmek istiyorum- Ömer Nasuhi Bilmen, Nihat Sami Banarlı, Ali Nihad Tarlan, Ali Özek hocalarımdan çok değerli bilgiler öğrendim. Tabii bir de hiç hadis bilmediği halde hadis dersine gelen, fıkıhtan anlamadığı halde fıkıh dersine gelen hocalar vardı. İstanbul o zamanlarda olduğu gibi günümüzde de Türkiye'nin kültür başkentidir. Siyâsetin başkenti Ankara olsa da ilim, irfan, sanat ve medeniyetin başkenti İstanbul'dur. Herhangi bir meslekte ilerlemek isteyen İstanbul'a mutlakâ gitmelidir. Diğer şehirler kişiyi bir noktaya kadar ilerletir. Sâdece enstitü değil o şehirde yaşamak, kütüphanelerinden, ilim-fikir adamlarından, konferans-seminerlerinden vs. faydalanmak da talebeyi yetiştiren, ufkunu açan hususlardır. İstanbul'dan ayrıldıktan sonra dahi alâkam kesilmedi sık sık gidip geldim. Bir müddet İslâm Araştırmaları Merkezi’nde (İSAM) Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA) direktörü olarak devâm ettim.

Peki, akademisyen olma fikriniz nerede ne zaman oluştu? Bunun oluşmasında herhangi bir olayın etkisi var mıdır?

Az evvel bahsettiğim Yüksek İslâm Enstitüsü'ndeki ehil olmayan câhil hocalar benim bu yola girmeme vesîle oldu. Şöyle düşündüm: Bunlar dahi bu bilgisizlikle hocalık yapıyorsa ben onlardan daha iyisini yapabilirim. Daha evvelinde de ‘İslâm dînini en güzel nasıl anlamak gerekirse öyle anlamalıyım’ fikrine sâhiptim. Çalışmalarım da bu doğrultudaydı. Gazâlî, İmâm-ı Âzam gibi isimleri kendime örnek almıştım. Onlar kadar olamasam da bu hedefte mesâfe kat etmek nasîb oldu. Akademisyenlik isteğim buralardan geliyor. Ayrıca bir arkadaş grubumuz vardı: Hayrettin Karaman, Tayyar Altıkulaç, Bekir Topaloğlu, M. Yaşar Kandemir. Diğer fakültelerdeki arkadaşlarımız ciltlerce kitapla derslerine çalışırken bize 15-20 sayfalık nüshalar veriliyordu. “Neden bizim enstitü geride? Onlar gibi olmalıyız” dedik. Mezun olduktan sonra mutlakâ buraya dönmeli, açığı kapatmalıyız diye kararlaştırdık ve elhamdülillah hepimiz tekrar geri döndük.

1975 yılından îtibâren Bursa Yüksek İslâm Enstitüsü'nde göreve başlamışsınız. Bursa ile yollarınız nasıl kesişti?

Babam 4 yıllık askerliğinin 2 yılını Bursa'da yaptı, askerlik dönüşü Bursa'yı ballandıra ballandıra anlattı. (Yeşil Bursa, Aynalı Çeşme, Hoca, Binâlar...) Bursa'yı ilk olarak babam sevdirdi bana. İlkokula giderken de coğrafya derslerinde tanıdım. İstanbul'a geldiğimde de kaldığım yatılı yurttaki öğrencileri gezmeye getirdiler (1963). Bursa'da İmam Hatip Lisesi ilgisizlikten dolayı geç kalınıp o zamanlarda açılmıştı. İsmail Hakkı Tekkesi Dergâhı’nın yurtlarında kalmış ve Uludağ'a çıkmıştık. Orada çektirdiğimiz fotoğrafları hâlâ saklıyorum. Bursa'ya ilk o zaman gelmiştim. Açıkçası akademisyen olarak Bursa'ya gelmeyi değil İstanbul'a gitmeyi istiyordum ama Yüksek İslâm Enstitüleri hoca alım îlanlarında İstanbul yoktu. İmtihanların netîcesinde Genel Müdürlük ihtiyaç dâhilinde uygun görevlendirmeyi re’sen yapıyordu. Ben de ilk olarak Kayseri’ye hoca olarak görevlendirildim. Daha sonra 1975'te Bursa'da Yüksek İslâm Enstitüsü'nün açılmasıyla hoca olarak buraya geldim. İmam Hatip okullarında olduğu gibi Yüksek İslâm Enstitüsü de Bursa'da geç açılmıştır. Burası Osmanlı'nın ilk başkenti, dergâhları, medreseleri olan önemli bir şehirdir. 1950'li yıllarda Bursa'da bir dernek kurulmuş (Kur’ân-ı Kerîm Öğretme Derneği) ve siyâsî serbestliklerle bu dernek sâhipleri İsmail Hakkı Tekkesi'ni merkez hâline getirip adını İmam Hatip Okulu ve İlahiyat Öğrencilerine Yardım Derneği (tabelası hâlâ aynı yerdedir) koymuşlardır. Bugünkü İlahiyat Vakfı Derneği bu kurumun bir devâmıdır. O dernek vâsıtasıyla hâfız yetiştirip İstanbul'a yolladılar, İmam Hatip Okulu’nun açılmasına vesîle oldular, arsasını bulup Yıldırım İmam Hatip Lisesi binâsını, yurdunu ve tatbîkat câmiini yaptırdılar. Burada Yüksek İslâm Enstitüsü’nü açtıranlar da Fethiye'deki ilk İlahiyat Fakültesi binâsını yaptıranlar da bu derneğin mensuplarıdır. O derneği ve mensuplarını rahmet ve minnetle anıyorum. Allah onlardan râzı olsun.

Akademik hayâtınız düşünüldüğünde tasavvuf alanına katkılarınız çok büyük ve önemli. Sizi özellikle bu alana çeken isimler var mıydı? Gençlerimize okumalarını nasîhat edeceğiniz isimler kimlerdir?

Tasavvuf başlangıçta ilgi duyduğum bir alan değildi. Daha çok fıkıh, kelâm derslerine ilgi duyardım. Çorum'da okul kütüphanesinde bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî'sinin 6 ciltlik tercümesini, Feridüddîn Attar'ın Mantıku't-Tayr gibi tasavvuf kitaplarını okuyunca sûfîlerin hayatlarına ve ahlâkî yaşayışlarına merak sardım. Bâzı tarîkat meclislerinin zikir meclislerine katıldım, şeyhlerini tanıdım ancak hiçbir tarîkata ehil olarak girmedim. Sâdece merâkımı giderip, bilgi sâhibi olmak amacı taşıdım. Daha önce bahsettiğim enstitüdeki arkadaşlarım kendi alanlarını seçince boşta yalnızca tasavvuf kaldı. Ben de arkadaşlarım girdikleri sahada yapılması gerekenleri zâten yaparlar buradaki açığı da ben tamamlayayım diyerekten tasavvufu ihtisas alanı olarak seçtim. Lisans mezuniyet tezi olarak “Tasavvufta Semâ” konusunu hazırlamıştım. Kayseri yıllarımda bu tezimi geliştirerek yeterlilik tezi dâhilinde hocama sundum ve bu tezle aslî hocalığa geçiş yaptım. Bu çalışmam daha sonra 250 sayfalık bir kitap olarak basıldı. Türkiye'de Cumhuriyet Dönemi'nde İngilizce, Fransızca, Rusça gibi batı klasikleri tercüme edilmeye başlandı. 1950’li yıllarda bir kısım siyâsîlerin çalışmalarıyla kendi klasiklerimiz de Türkçeye tercüme edildi. Tasavvuf klasiklerinin bir kısmı Türkçe’ye çevrildi (İbnü'l Arabî-Fusûs'ul Hikem, Mantıku't-Tayr, Mesnevî...). Tercüme edilmeyen diğer önemli eserlerin çevirisiyle epey uğraştım. Onların başlıcaları: Kuşeyrî'nin Risâle'si, Feridüddîn Attar'ın Tezkiretü'l Evliyâ'sı, Hücvirî'nin Keşfü'l Mahcûb'u vs... Bursa'ya geldiğimde asistanlarım da oldu. İlkin Mustafa Kara, sonrasında Salih Çift, Abdurrezzak Tek, Abdullah Kartal. Bu kardeşlerime de hep Bursa'daki tasavvufî hayâtı incelemeleri için telkin ve teşvikte bulundum. Bursa tekke ve derviş şehridir. Bu hem içinde bulunduğunuz mekânı araştırdığınız için kolaydır hem de yaşadığınız şehre karşı vazîfeyi îfâ etmektir. Bu arkadaşlarımızın da güzel yazıları mevcut.

Devam edecek...

Ekim 2020, sayfa no: 42-43-44-45-46-47

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak