Ara

Garp Cephesinde Gerçekten Bir Şey Yok Mu?

Rasim Özdenören  Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anladığımda daha pek gençtim. Belki on altıncı yaşımı sürüyordum. O fikir kafama birden doğmuştu. Birinin bir anlık yaşantısını kâğıda geçirmek istiyordum. Bunu nasıl başaracağımı bilmeden fikir kafama doğmuştu. O târihte henüz bir fotoğraf enstantanesi ile bir yazının bir anlık içeriğinin farklı olabileceğini düşünmemiştim. Kamera hareketli bir görüntünün bir anını tespit edebiliyordu. Hem de öylesine ki, eğer kameranız saniyenin parçacıklarını kayda geçirebilecek duyarlıktaysa, futbolcunun ayağı ile kale direği arasındaki mesafede kayan topu, jet izinin sürekliliği biçiminde tespit edebiliyordu. Sanmıştım ki, ben de, bir yazıda bu izi tutanağa geçirebilirdim. Fakat heyhat… Yazı, kendi dilinin imkânı içinde bunu başaramıyordu. Yazının, topu, en azından bir önceki oyuncunun ayağından başlayarak anlatması gerekiyordu. Yoksa onun dili o enstantaneyi kayda geçirebilme maharetini göstermeye yetmiyordu. Çünkü hiçbir insanın hayatı yalnızca o son anın geçici görüntüsüne yansımıyordu. Bilakis o son anın içine gömülmüş olarak duran bütün bir geçmiş vardı… Garp cephesinde yeni bir şey olmadığının haberini alabilmemiz için yüzlerce sayfayı devirmemiz gerekiyordu. Ve makroölçekten bakıldığında o gün garp cephesinde kayda değer hiçbir vukuat yoktu. Ne ki, biz, o gün bir kör kurşunla öldürülen neferin hayatını romanın o son sayfasına gelinceye değin izlediğimizde, o bir tek neferin hayatının hangi zenginliklerle dolu olduğunu gözlerimizle görüp izlemiştik. Resmî kayıtlarda bir vukuatın bulunmadığı haberini geçen telgraf maniplesi bir yalanı kayda geçiriyordu. Maniplenin tik takları garp cephesinde yeni bir şey olmadığını geçerken yalan söylüyordu. Gözlerimizin önünden bir hayat kaymıştı. Acılarıyla, umutlarıyla, özlemleriyle, aşkıyla, öcü ve nefretiyle, korkusu ve cesaretiyle dopdolu bir hayat, bir kör kurşunun isabetiyle bir anda sönüp gitmişti ve resmî kayıtlar ortada bir vukuatın olmadığını bildiriyordu. Televizyon ekranlarında, radyo mikrofonlarında spikerin söyleyip geçtiği: “Şimdi aldığımız bir habere göre son saldırıda sekiz kişi hayatını kaybetmiş, on dokuz kişi yaralanmış. Yaralılar hastaneye kaldırılmış…” Gerçekten bu kadar basit mi? Hayatını kaybeden her bir kişinin ocağının söndüğünü, o ocakta hayatta kalanların bu acıyı son nefeslerine kadar yaşayıp duracağını nasıl da göz ardı edebiliyoruz? Ve yaralıların iyileştikten sonra da yaradan arta kalan izleri hayatlarının sonuna kadar taşıyacağını nasıl da gözden kaçırıyoruz? Çünkü ateş daima düştüğü yeri yakıyor. Cephe gerisinde duranlar için o gün bir vukuat yoktur. Ekranda seyredilen Gazze bizden ne kadar uzaktır! Afganistan, Irak, Suriye, Mısır, Somali, Soma ve Zonguldak’taki nice kömür ocakları, evet, hayatımızın acaba neresinde ne kadar yer alıyor, ne kadar yer tutuyor? Ölen insanların, ölen bebelerin acısını yüreğimizin dibinde hissettiğimizi düşündüğüm o trajik anın doruğunda bile Gazze bizden ne kadar uzakta duruyor… Kökü kurutulmak istenen Amerikalı Kızılderililerin acaba bize iletmek istediği mesajın ne denli farkındayız? Karşımızda bir spiker görüntüsünün dudakları kıpırdanıyor ve onun ağzından dökülen sözcükler işitiliyor: “Şimdi aldığımız habere göre İsrail saldırısında ikisi bebek on kişi daha…” Ama bu, yalnızca bir anlık bir haber değil mi? Yarın, kendi evlerimizde Gazze’de bir şey olmamışçasına ocağımızın ateşini harlandırmaya bakmayacak mıyız? Hayat devam ediyor diye düşünmeye devam etmeyecek miyiz? Gazze cephesinde ya da garp cephesinde bir şey oldu mu olmadı mı tereddüdünü yaşamayacak mıyız? İki gün sonraysa: “Gazze diye bi şey mi vardı ne, o neydi yaa, hatırlayan var mı” sorusunun şaşkınlığı dudaklardan sarkmayacak mı? Tıpkı Auswitchz’i artık hatırlamayan Yahudilerin ortalardaki şaşkın görüntüleri gibi… O Yahudiler belki Auswitchz’i artık anımsamıyordur, ama her gün bir Auswitchz yaşattıkları gözlerinin önünde duran Gazzeli çocukları da görmüyor... Kimilerinin, bir yangından geçen Somadaki kömür işçilerine bakıp “Müstahak!” deyip yürek soğutması gibi... Öyle biri öyle bir nida ile oh diyebiliyor, çünkü bütün bir insanlık onun indinde o gün hiçbir vukuatın geçmediği bir garp cephesidir... O cephede, o gün bir kör kurşuna kurban giden hayatın onun indinde hiçbir değeri yoktur. Çünkü o neferle hiçbir gün, hiçbir fırsatta bir araya gelip onunla bir bardak çay içmeyi, bir zeytin tanesini paylaşmamıştır; bundan sonraysa zaten paylaşması söz konusu olmayacaktır: Dumura uğramış vicdan için olay bu kadar basittir... Ateş düştüğü yeri yakar dedim, eğer o ateşin düştüğü yer senin yüreğinin ortası değilse, o ateş nereyi yakarsa yaksın, öyle mi?

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak