"Senünle dirliğim senden ırılmaz
Hayat senünledür sensüz dirilmez”
Yûnus Emre
Bütün peygamberler insanlığa doğru yoldan ayrıldıkları dönemlerde gönderilmiş ve onları yaptıklarından tövbe ederek fıtrata dönmeye çağırmışlardır. Bu çağrıya uyan toplumlar başlarına bir musîbet olarak gelen salgın hastalık, tûfân vb. musîbetlerden kurtularak kurtuluşa ermişler, uymayanlar da helâk olmuşlardır. Peygamberlerden sonra gelen âlimler ve ârifler de aynı şekilde peygamberî bir dâvetin önderleri olarak görev yapmışlardır.
Şimdilik âlimlerin söylediklerini bir başka yazıya bırakarak âriflerin bu konudaki îkazlarını Yûnus Emre örneğinden yola çıkarak söylemeye çalışalım. Bilindiği gibi Yûnus Emre de bir felâket çağında yaşadı. Haçlı, Moğol saldırıları ve bunların netîcesinde ortaya çıkan iç karışıklıklar Anadolu coğrafyasını ölümle, zulümle, açlıkla, kıtlıkla karşı karşıya getirdi. Bu felâketlerin en kötü netîcesi ise inançlarda oldu. İnsanların değer yargıları sarsıldı, îmân ve ümit konusunda ciddî problemler yaşadılar. İşte böylesi bir dönemde Anadolu bozkırında bir bahar müjdesi gibi yükselen ses, Yûnus’un “Gelin tanış olalım/işi kolay kılalım/Sevelim sevilelim/Dünyâ kimseye kalmaz” çağrısı oldu. Bu ifâdeler yine onun “Ben gelmedim dâvî için/Benim işim sevi için/Dost’un evi gönüllerdir/Gönüller yapmaya geldim” ifâdesiyle birlikte düşünüldüğünde onun insanlığa kurtuluş için çok önemli bir çağrı yaptığı görülür.
Yûnus, Bizi Fıtrata Çağırdı
Bu çağrı; onun o düşmanlık, öfke, kin çağında insanlığı sevgiye, dostluğa çağırması şeklinde anlaşılabilir. Bu doğru bir yorumlamadır ama eksiktir. Derinlikli bir okumada, burada onun insanoğlunu fıtrata çağırmakta olduğu görülür. Bu çağrısının muhtevâında ise “sevgi” kelimesi ile birlikte “tanımak”, “dâvî” (iddia, kavga), “dünyânın geçiciliği”, “gönül”, “Dost (Allah)” kavramları yer alır. Bunları devrin şartları içinde okuduğumuzda/anladığımızda şunu görürüz: 1. İnsan Allah’tan uzaklaşmıştır. 2. Bu uzaklaşma onu Yaratıcı’ya olduğu gibi, kendine ve dünyâya da yabancılaştırmış, dolayısıyla bu dünyâda geçici olduğu bilgisini unutturmuş, kişi kendisinin burada geçici olduğunu ve ölüm diye bir durumla karşılaşacağını hatırlamaz olmuştur.
Buna göre bütün mesele herşeyin Allah merkezli düşünülmesinde yatmaktadır. Bu gerçek unutulduğunda insan varlığına, hayâta ve ölüme bir anlam yükleyememekte, bu da insanı fıtrattan uzaklaştırarak onun isyân sularına girmesine sebep olmaktadır. Yûnus Emre bunun için pek çok şiirinde bize bir mürşid tavrıyla, nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi sürekli olarak akılda tutmamızı söyler. Ona göre geldiğimiz yer beka âlemi, bulunduğumuz yer ise fânî âlemdir. “Bu dünyeye gelen kişi âhir yine gitse gerek/Müsâfirdür vatanına birgün sefer itse gerek” beytinde de söylenildiği gibi bu âlem bir misâfirhâne, insan da misâfirdir. İşte bu fânîlik duygusunun insanı karşı karşıya bıraktığı boşluktan ancak bir Yaratıcı fikrine îmân ederek kurtulunabilir. Aksi durumda insan kendini hâşâ Tanrı yerine koyarak fıtratından yâni neden ve niçin yaratılmış olduğu bilgi ve bilincinden uzaklaşıp azgınlaşır.
Tövbe mi İsyân mı?
Târih bize insanoğlunun zaman zaman böyle dönemler yaşadığını, âkıbetinin ise tövbeyi mi yoksa isyânı mı seçeceğine göre şekillendiğini göstermiştir. Açıp baktığımızda Peygamberler târihi, helâk olan yâhud yeniden kurtuluşa eren kavimlerin kıssalarıyla doludur. Bunlar ayrıca geçmişte kalmış bir kıssayı da anlatan metinler değildir. İnsanın sonraki zamanlarda da böylesi dönemler yaşayacağının bir îkâzıdır. Durum böyledir ama insana ve hayâta yön veren anlayışın İslâm olmadığı son iki yüz yılda Batı, önce Tanrı fikrini reddederek, ardından kendi hevâ ve hevesine göre bir ilim anlayışı yerleştirerek dünyâyı yaşanmaz hâle getirmiştir. İnsan bu süreçte herşeyden önce aslını/kendini unutarak fıtratını bozmuştur. Bu bozulmadan tabiat da payını almış, Allah tarafından kurulan denge ve düzene isyân edilerek herşey ve her yer bir kaosa dönüştürülmüştür.
Bilindiği gibi “fıtrat” yaratılış demektir. İşte bu yaratılış hikâyemiz hem nasıl’ı hem de niçin’i ile birlikte Yûnus Emre’nin Risâlet’ün-Nushiyye’sinde etraflıca ele alınır. Konumuz açısından söylenmesi gereken kısmı ise şöyledir: İnsan sâdece beden değil can ve gönüldür. Bu varlık yapımızda kibir, açgözlülük gibi menfî özellikler; tevâzu, kanâatkârlık gibi müsbet özellikler bulunur ve bunlar içimizde bir savaş hâlindedir. Hangisi kazanırsa bizim niyet ve amellerimize o yön verir. Savaşın lehimize sonuçlanması için gönül mülkünün sultânının Allah olması; akıl, bilgi imkânlarıyla ve rehberliğiyle hareket etmemiz gerekir. Ama tabiî aklı vahiyden koparmadan ona bir değer biçmelidir. Aksi durumda akıl Allâh’ın değil nefsin (şeytânın) hizmetkârı olacağı için saâdetimizin değil felâketimizin sebebi olur. Şimdi yedi asır önce yazılan bu eserdeki özetlediğimiz bu varlık anlayışı bugüne dâir problemlere ışık tutabilir mi? Bu soruya cevâbımız evet olacaktır. Çünkü insanın yapısı değişmemekte ve içindeki savaşın mantığı hep aynı kalmaktadır. Bunu anlamak için kitaptaki savaşan güçlere bakmak yeterlidir. Kitapta 1-Kibir destânı, 2-Öfke destânı, 3-Cimrilik ve hasetlik destânı, 4-Gıybet ve iftirâ destânı gibi dört bölüm bulunur. Bunlara metnin ara yerlerinde geçen 5-Acelecilik, 6-Yalancılık, 7-Şehvet, 8-Haksızlık, 9-Zâlimlik, 10-Cehâlet, 11-Atâlet, 12-İsraf, 13-Hıyânet, 14-Düşmanlık, 15-Kin gibi özellikleri de eklediğimizde bizi fıtrattan (yaratılış amacımızdan) uzaklaştıran şeylerin neler olduğunu görmek kolaylaşır.
Bizi Kurtaracak Değerler
Şimdi dünyâda olup bitenlere bir bakalım. Yapılan onca savaş, kibir ve tamahkârlıkların netîcesi değil midir? İnsanlar ve toplumlar arası ilişkileri bozan gıybet ve dedikodu değil midir? Ve diğerlerinin her biri birer mânevî virüs olarak insanı canavara dönüştürmekte, hayâtı yaşanmaz kılmaktadır. Ne yazık ki biz çağın bu mânevî virüslerine dermân olacak: 1-Tevâzu, 2-Sâkinlik, 3-Cömertlik, 4- Doğruluk 5-Yavaşlama, 6-Dürüstlük, 7-Kanâatkârlık, 8-Adâlet, 9-Merhamet, 10-Bilgi, 11-Çalışma, 12-Tutumluluk, 13-Sadâkat, 14-Dostluk, 15-Sevgi gibi değerleri gerek şahsımızda, gerek toplumuzda gerekse dünyâda egemen kılamadık. Hangi düşünen kafa, problemi ne şekilde îzâh ederse etsin işin özünde bunlar vardır. İnsanlık topyekûn olarak hatâsını anlayıp bundan vazgeçemezse tıpkı geçmişte örneklerini gördüğümüz gibi helâk olma olaylarıyla yüz yüze gelecektir. Çünkü fıtratın, sünnetullâhın yasaları böyledir. Bu dün de böyleydi bugün de böyle olacaktır.
Bunun için Yûnus Emre gibi irfan erlerinin söyledikleri öz olarak bunlardır. Bu yüzden ilimin bugün olduğu gibi pozitivist bir anlayışla insanlığı nasıl felâkete götürdüğünü bilerek, ilmin asıl anlamının insanın kendini ve Yaratıcısını bilmek olduğunu söyler. Geldiğimiz yeri ve orada verdiğimiz sözü unutmamızı hatırlatır. Sevgiyi, kardeşliği, birliği, dirliği en önemli değerler olarak ifâde eder. Hırs ve hevâya karşı îkâz eder. Felâketimizin sebebi gaflet (unutma) olacağı için “Anma mısın sen şol güni cümle âlem hayrân ola/N'idesini bilimeye bî-hod u ser-gerdân ola”, “Yazuklarumuz dartıla anca perdeler yırtıla/Bilmedügün günâhlarun anda sana âyân ola” diyerek bize kıyâmeti, hesap gününü hatırlatır. Zîrâ ölümü unutan hayâtı da unutur. Hep uyanıklık, Yûnus’un ifâdesiyle “dirrilik”tir insana yakışan özellik.
Yûnus, herşeye can gözüyle bakar. “İy ışk eri aç gözüni yir yüzine eyle nazar/Gör bu latîf çiçekleri bezenüben Hakk'a gider” diyerek aynı bakış açısını bize de öğütler. Çünkü hayâtın ve ölümün dersini insan en çok tabiattan öğrenir. Çiçeğin açması doğum, solması/kuruması ölümdür. Hoş kokusu, meyvesi güzel amelleridir. O da öyle yapar. Meselâ sarı çiçekle konuşur ve ondan bir varlık felsefesi çıkarır. Daha ilk dörtlükte çiçeğe “Annem babam topraktır.” dedirterek yâhud onun bu sözünü işiterek aslımızdan haber verir. Çiçeğin yapraklarını “evlat, kardeş” olarak niteleyerek insanların da birbirini nasıl görmeleri gerektiğini söyler. Ardından “Ölüm bize yakındır” der ve sonumuzu hatırlatır. “Özüm hakka doğrudur” diyerek özümüzün istikâmetini ve tevâzuyu işâret eder. Ama her dörtlüğün sonunda “Hakk Lâ ilâhe illallâh/Allah Lâ ilâhe illallâh” denilerek herşeye, her konuya Allah merkezli bir bakış açsısı sergilenir.
Tarafımızı Seçmek
Îkaz sözleri bitmez Yûnus’un. Meselâ “Seni Hak'dan yıganı her neyise vir gider/Ne beslersin bu teni sinde kurd kuş yir gider” diyerek asırlar öncesinden bugünün dünyaperestlerine, mal-mülk sevgisiyle Allâh’ı ve ölümü unutanlara seslenir. “Kesgil harâmdan elün kesgil gaybetden dilün/Azrâîl el'irmedin bu dükkânı dir gider” diyerek dünyâdaki ekonomik savaşların ve adâletsizliğin asıl sebebini açıklar. Sonuçta iş Yûnus’ta bir varlık anlayışına dönüşen sevgi penceresinden ele alınır. Önce bu konuda bir açıklama yapar: “Çalab'un dünyâsında yüz bin dürlü sevgü var/Kabûl it kendözüne gör kangısı lâyıkdur”. Ardından da o muhteşem soruyu sorar: “Biri Rahmâni'r-rahîm biri Şeytâni'r-racîm/Anun yazugı müzdi sevgisne ta'allukdur.” Bu bir seçimi gerektirir. Öyleyse bugün karşılaştığımız, gelecekte de karşılaşabileceğimiz her türlü problemin kaynağında bu seçim yatmaktadır. Ya Rahmân’ın ya şeytânın, nefsin yolu. Sonuç, tercihimize göre şekillenecektir.
Şimdi bu bağlamda, hiçbir zarûret ve gerçek anlamda bir ihtiyaç olmamasına rağmen daha genç ve güzel görünmek için yapılan estetik müdâhaleleri düşünelim. Bu müdâhale kendimizde kalmamakta, tabiata ve dünyâya karşı da yapılmaktadır. Zâlimler ellerinden gelse güneşi sâdece kendi coğrafyalarına doğduracak, yağmuru oraya yağdıracaktır. İşte fıtrattan uzaklaşma tam da budur. Oysa “Biz, gerçekten insanı mükemmel bir sûrette yarattık.” (et-Tîn, 95/4) âyetinde söylenildiği gibi mükemmel ve güzel yaratıldık. Sağlık vs. zarûreti olmadan nasıl bedenimize müdâhale hakkımız yoksa; dünyâya, tabiata karşı da yoktur. Çünkü dünyâ da bir düzen ve denge üzere yaratılmıştır ve onun fıtratı da budur. Ne zaman ki buna müdâhale ederiz, denge ve düzen bozulur ve felâketler birbirini tâkîb eder. Öyleyse son söz şu olmalıdır: Bugün maddî virüslere çâre bulunup bedenen sıhhate kavuşsak bile mânevî virüslerden arınmazsak yarın daha fecî felâketlerle yüz yüze gelebiliriz. Peygamberler târihi, insanlığın târihidir. Orada olup biten, ilâhî yasalara göre tekrarlanır. Bu yüzden çözüm ve çâre fıtrata dönmek ve fıtrata uygun yaşamaktır. İlâhî îkâzı bir kez daha hatırlayalım: “O halde sen hanîf olarak bütün varlığınla dîne, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allâh’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm, 30.) Devâmı ise yürüyeceğimiz yolu, benimsememiz gereken ilkeyi göstermektedir: “Bütün gönlünüzle O’na yönelin, O’na saygısızlıktan sakının, namazı kılın ve şirke sapanlardan, dinlerini parçalayıp -her bir grubun kendindekini beğendiği- fırkalara ayrılanlardan olmayın.” (Rûm, 31-32.)
Mayıs 2020, sayfa no: 36-37-38-39-40
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak