Ara

Fıtrat ve Emanetin Çöküşü: Kâbil Kıssası

Fıtrat ve Emanetin Çöküşü: Kâbil Kıssası

Gazze’de 7 Ekim’den bu yana öldürülen 20.000 çocuğa karşı empati duyabiliyor musunuz?

Gazeteci Piers Morgan, İsrail’deki yasadışı yerleşimci hareketinin liderlerinden Daniella Weiss’a defalarca aynı soruyu sordu: 

  • “Az önce size İsrail ordusu tarafından öldürülen 20.000 çocuk hakkında ne düşündüğünüzü sordum. Bu konuda ne hissediyorsunuz?”
  • “Gazzeliler ve etraftaki tüm Araplar İsrail’e saldırmayı bırakmalı. Bence ebeveynler çocuklarına Yahudilerden nefret etmeyi ve Yahudileri öldürmeyi öğretmeden önce çok dikkatli olmalı. Cevabım budur.”
  • “Demek ki çocuklar umurunuzda değil. 20.000 çocuğun öldürülmesi hakkında bir sözünüz yok. Tek amacınız Gazze’yi ve Batı Şeria’yı işgal etmek.”[1]

Mâide Sûresi’nin 27–31. âyetleri, insanlık tarihinde gerçekleşen ilk cinayet vakası olan Hz. Âdem’in (as) iki oğlunun kıssasını anlatır. Burada fıtrat, emanet, kıskançlık, ahlaki sınır ve katillik gibi pek çok konu iç içe geçmiştir.

Allah Teâlâ 27. âyette Peygamberimiz Hz. Muhammed’e ﷺ hitaben şöyle buyurur: “Yahudilere Âdem’in iki oğlunun başından geçen ibret verici şu gerçeği anlat: Onlar Allah’a birer kurban takdim etmişlerdi; birininki kabul edilmiş, diğerininki ise kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, kıskanıp: ‘Seni mutlaka öldüreceğim!’ deyince, öteki şu cevabı vermişti: ‘Allah ancak takvâ sahiplerinin ibadetini kabul buyurur.’”

İmam Taberî, bu âyetin tefsirinde şunu nakleder: Medine’deki bazı Yahudiler, Peygamber’e ve Müslümanlara zarar vermeyi, onlara saldırmayı planlıyorlardı. Allah, onların bu kötü niyetlerini onlara bildirmek için geçmişte yaşanmış bu kıssayı anlatarak zulmün ve hıyanetin kötü sonuçlarını hatırlattı. 

Kurbanı sunan kişiler Hz. Âdem’in oğulları Hâbil ve Kâbil’dir. Burada kurbanı kabul edilen Hâbil, Allah’a itaat eden, sözünü tutan bir kul olarak ödüllendirilmiş; kurbanı reddedilen Kâbil ise isyan eden, kıskanç ve hain bir kul olarak cezalandırılmıştır. Allah Teâlâ bu kıssa ile Yahudilere, tasarladıkları ihanetin sonucunu göstermiştir. Şu da bir gerçektir ki, Âdem’in oğulları arasındaki bu vaka, sadakat ve ihanetin evrensel bir örneğidir. Sözünü tutan kardeş öldürülmüş, ama Allah katında ebedi saadete ermiştir. Aynı şekilde Hz. Muhammed (sav) ve ashabı da Allah’ın vaadiyle bu ihanete karşı güçlü bir teselliye sahip olmuşlardır.

Rivayete göre, Hz. Âdem’in iki oğlu kurban sunmakla emrolunduklarında, bunlardan biri (Hâbil) bir koyun sürüsüne sahipti. Sürüsünden bir kuzu doğmuştu; onu öylesine çok sevmişti ki geceleri özel ilgi gösterir, şefkatle sırtında taşıyarak onunla ilgilenirdi. Öylesine bağlıydı ki, sahip olduğu hiçbir mal o kuzudan daha kıymetli değildi. Kurban sunma emri geldiğinde ise bu en değerli varlığını Allah için kurban etti. Allah da onun kurbanını kabul etti. Rivayete göre bu kurbanlık kuzu, cennette neşeyle dolaşmaya devam etti; ta ki Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’in yerine fidye olarak kullanıldı. Bu rivayet, takvânın ve kalpten gelen sunumun en güzel örneğini verir: Kişinin en çok sevdiği şey, Allah’a yakınlaşma vesilesi olur. Hâbil’in kurbanı yalnızca fiziksel bir sunum değil; fıtrattan doğan bir bağlılık ve emanet bilinciyle gerçekleşmişti. 

Kurbanı kabul edilmeyen kardeş (Kâbil) ile ilgili bilgi şu rivayette yer alır: 

“Allah, kurban sunan iki oğuldan birinin kurbanını kabul etti, diğerininkini ise kabul etmedi. Bunlardan biri çiftçilikle, diğeri ise koyunculukla meşguldü. İkisine de kurban sunmaları emredildi. Koyun sahibi adam, sürüsündeki en değerli, en besili ve en güzel koyunu gönülden hoşnut olarak kurban etti. Çiftçilik yapan ise tarlasının en kötü ürününü —(الكوزن) ve (الزُّوان) adı verilen düşük kaliteli mahsulü— sundu; üstelik gönülsüz biçimde. Allah, koyun sahibinin kurbanını kabul etti; ekin sahibininkini ise kabul etmedi. Kıssaları, Allah’ın kitabında anlatıldığı gibidir. Bunu rivayet eden sahabî dedi ki: “Allah’a yemin ederim ki, öldürülen kardeş ikisinin en güçlü olanıydı fakat Allah korkusu ve çekinmesi, onun elini kardeşine uzatmasına engel oldu.” 

Burada takva ve emri yerine getirme kalitesi açıkça görülmektedir. Koyun sahibi en iyi malını gönülden sunarak Allah’ın rızasına yaklaşmıştı. Burada kurbanın değerinden ziyade niyetin temizliği ön plana çıkmaktadır. Ekin sahibi ise değersiz ürünle ve gönülsüzce hareket etti; bu ise ahlaki bir eksikliktir. Rivayetin sonundaki “öldürülen güçlüydü” vurgusu, takva sahibi kişinin aciz değil; bilakis nefsini bilinçli olarak sınırladığına ve sorumluluk bilincine sahip olduğuna işaret etmektedir. 

Önceki ümmetlerde kurban sunumu, bizdeki sadaka ve zekât gibi bir ibadet alanıydı. Onlar kurbanlarının Allah tarafından kabul edilip edilmediğini ateşin kurbanı yakmasıyla anlarlardı: Ateş yakarsa kabul edilmiş, yakmazsa reddedilmiş sayılırdı. İslâm ümmetinde ise bu, namaz, oruç, sadaka ve zekât gibi bütün salih amelleri kapsayan sembolik bir kavramdır. Bu ümmette kimin amelinin kabul edildiği veya reddedildiği kesin olarak bilinemez; çünkü Allah’ın kabulü, geçmişte olduğu gibi görünür işaretlere değil, niyet ve takvaya bağlıdır. Takva sahipleri için ibadet bir kurban işlevi taşır; onların kurbanı artık zahirî bir sunum değil, kalpten gelen amellerdir. Bu bağlamda namaz, takva sahiplerinin Allah’a sunduğu en içten, en ahlaki ve en saf ibadettir dolayısıyla bir tür manevî kurban sayılır. 

Hâbil, Kâbil’den Çok Daha Güçlü Olduğu Hâlde Ona Neden Engel Olmadı? 

İmam Taberî bu konuda şunları söyler: “Allah Teâlâ, zulmen bir nefsi öldürmeyi haram kılmıştı. Bu nedenle öldürülen kardeş, ‘Sen bana öldürmek için elini uzatsan bile, ben sana elimi uzatmam.’ dedi. Çünkü kardeşini öldürmesi de, kardeşinin onu öldürmesi kadar haramdı. Ancak öldürme anında Hâbil’in kendisini savunmaktan niçin kaçındığına dair ayette açık bir bilgi bulunmamaktadır. Yani, Kâbil onu öldürmeye niyetlendiğinde Hâbil bunu biliyor muydu, farkında mıydı, bilemeyiz. Bu yüzden kendini savunmamış olması kesin olarak bilerek ve bilinçli bir tercihle olmuş demek değildir. Bazı âlimler şöyle nakletmiştir: Kâbil onu hileyle, yani gizlice ve hazırlıksız yakalayıp öldürdü; onu uykuda iken taşla başını ezerek öldürdü. Ancak ayette olmayan bir anlamın aktarımı ancak açık delille mümkündür. Bu gibi ihtimaller mümkün olsa da ayette açık bir hüküm olmadığı için ayet dışı tahmini bir yorum ileri sürülmez. Çünkü ayet tefsirinde ihtimallerle hüküm vermek, tefsir usulüne aykırıdır.” 

Hâbil, Kâbil’in Günah İşlemesini mi İstiyordu?

Yirmi dokuzuncu âyette Hâbil’in şu sözü yer alır: “Doğrusu ben isterim ki sen kendi günahın ile benim günahımı da yüklenesin de ateşin ehlinden olasın.” Bu sözün anlamı şudur: “Ben seni öldürmeyeceğim; ama sen beni öldürürsen, bu günahı sen işlemiş olacaksın. Allah katında da bu yükü sen taşıyacaksın.” 

Dolayısıyla burada Hâbil’in söylediği şey bir temenni değil, bir beyandır. “Ben istiyorum ki sen bu günahla yüklenesin” ifadesi, ‘günah işle’ anlamına gelmez; işlenen günahın sonucunun fail üzerinde kalacağını hatırlatır. Hâbil zulme rıza gösteren değil, sorumluluğu failin omzuna bırakan bir bilinçle konuşmaktadır. Devamındaki “Zâlimlerin cezası işte budur” ifadesi ise şu anlamı taşır: “Eğer beni öldürürsen, sen cehennemin sakinlerinden olursun, ateşin yakıtı olursun ve orada sonsuza dek kalırsın. Çünkü ateş, haktan sapanların, Allah’ın çizdiği sınırları ihlâl edenlerin, kendilerine ayrılan hududu aşanların cezasıdır.” İmam Taberî burada, cehennemle cezalandırılmanın sadece bir suçun karşılığı değil; aynı zamanda ahlaki sapmanın ve fıtratı çiğnemenin sonucu olduğuna işaret etmektedir. 

Diğer taraftan bu kıssa, Allah’ın Âdem’i yeryüzüne indirdikten sonra emir ve yasaklar koyduğunu gösterir. Eğer böyle bir düzen olmasaydı, öldürülen kardeş (Hâbil), kardeşini öldürenin cehennemlik olacağını söylemez, zulümle cezalandırılacağını haber vermezdi. Bunun anlamı, Kur’an’daki ceza sisteminin Allah’ın insanla olan ahit bağını ve iradî sorumluluğu esas aldığıdır. Yeryüzü hayatı hukukî ve ahlakî sınırlarla donatılmıştır. Bu da fıtrat–emanet bağlamının ilk insanlarla birlikte inşa edildiğini gösterir.

Rivayete göre Kâbil, kardeşini öldürmek için aramaya başladı. Hâbil ise dağlarda saklanıyordu. Bir gün koyunlarını dağda otlatırken uyuyakaldı. Kâbil gelip ağır bir taş kaldırdı ve onun başını ezerek öldürdü. Ardından cansız bedenini açık arazide, sahipsiz şekilde bıraktı. Bu olay, ahlaki ve fıtrî çöküşün bir sonucu olarak kardeşini öldürmesiydi. Nefse uymanın neticesi, hüsrana uğramak; yani ahiret hayatında zarara uğrayanlardan olmak oldu. 

Mâide Sûresi 31. âyette ifade edildiği üzere, Kâbil bu büyük günahı işledikten sonra kardeşinin cesediyle ne yapacağını bilemezken Allah ona öğretici bir varlık (karga) gönderdi: “Allah bir karga gönderdi; o, toprağı eşeledi; kardeşinin cesedini nasıl örteceğini ona göstermek için…” Âyetin siyak ve sibakından anlaşıldığı üzere, burada bir karga ölür; diğer karga onun cesedini toprağa gömer. Bu sahne Kâbil’e örnek olur ve “Ben bile bu karga gibi olamadım!” diyerek pişmanlık duyar. Taberî, bu olayın Hz. Peygamber zamanındaki Yahudilere bir ibret olarak sunulduğunu söyler; özellikle Benî Nadîr Yahudilerinin diyeti ve anlaşmaları bozması, bu kıssa üzerinden ahlakî bir kıyasla eleştirilir. 

Âyetlerin bağlamından anlaşılacağı üzere, 27. âyette Allah Resûlü’ne “واتل عليهم نبأ ابني آدم” emriyle başlayan bu “kıssa anlatımı” doğrudan Yahudilere yöneliktir. Benî Nadîr kabilesinin anlaşmaları bozup Hz. Peygamber’e karşı gizli suikast girişimleri, Kâbil’in kardeşini kıskanıp öldürmesi üzerinden ahlakî bir örnekle eleştirilir. Yahudiler bu kıssadan kendilerine pay çıkarmalıdır. Âyetler, Müslümanlara da Peygamber’e suikast planı yapanlara karşı af ve sabır bilincini telkin etmek ve fıtrat bozulmasını göstermek için anlatılmıştır. Bu kıssa, ilk cinayet üzerinden bir topluluk kimliği inşa etmez; aksine her ferde fıtrat sınırını hatırlatır. Mü’min, Allah’ın sunduğu ahlakî haritayı kendi sorumluluğunun bilincinde yeniden kurmalıdır.

Kur’an kıssası taraf seçtirir!
Sevgili Peygamberimiz bu kıssa hakkında, “Allah size Âdem’in iki oğlunu örnek olarak gösterdi; öyleyse siz iyiyi alın, kötüyü bırakın.” buyurmuştur. Bunun anlamı şudur: Kur’an kıssası taraf seçtirir—iyilikten yana duran Hâbil mi olacaksın, yoksa kıskançlığın içinde kaybolan Kâbil mi? Kur’an kıssayı yalnızca “anlatmaz”; doğru tarafa davet eder. Hâbil gibi olmak; takvayı seçmek, sabrı taşımak ve zulme boyun eğmemek demektir. Kâbil gibi olmak ise nefsin gölgesinde adaleti gömmektir.

Şimdi kendimize soralım: Biz hangi taraftayız? 

[1] İlgili yayın için bk. https://x.com/yekvucutcom/status/1949152738803101889 26 Temmuz 2025.

Eylül 2025, sayfa no: 6-7-8-9

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak