Ara

Fitrat-ı Selîme Üzere Yaşamada Yol Ayrımı İnanç Değeri Mi Haber Değeri Mi?!

  Fitrat-ı Selîme Üzere Yaşamada Yol Ayrımı İnanç Değeri Mi Haber Değeri Mi?! Prof. Dr. Ali Çelik[1] İnsanı ashen-i takvim üzere –fıtrat üzere- yaratan yüce Allah (cc), bütün varlık âlemini onun ermine müsahhar kılmış, ondan sadece bir şey istemiştir: Kendi azametini, kudretini ve ulûhiyetini bilmesi (yani tevhid inancı) ve bunun gereği olarak da O’na teslim olmasıdır. Bu husus âyet-i kerimede şöyle belirtilmiştir “Ben isanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler/teslimiyetlerini arz etsinler diye yarattım”.[2] Kur’ân-ı Kerîm’deki diğer bütün âyetler, Efendimiz’in (sav) hadîs-i şerifleri bize, farklı ifâde ve anlatım biçimleriyle -bazen aklî muhâkememize hitap ederek, bazen duygu ve gönül dünyamıza/hissiyatımıza hitap ederek, bazen mesellerle bazen kıssalarla bazen de doğrudan emir ve yasaklarla- hep bu teslimiyetin nasıl gerçekleşeceğinin yolunu göstermektedir. Bu anlatımlarda yapılan bütün vurgu, Ahsen-i takvim üzere yaratılışımızı -fıtratımızı- korumaya yöneliktir. İnsan olarak en güzel sûrette -fıtrat üzere- yaratılmış olmanın bir kemâl nokta olduğu, bu kemâliyetin korunmasının da ancak fıtrat-ı selîme/bozulmamış temiz fıtrat üzere yaşamakla gerçekleşeceği anlatılmaktadır. Çünkü Yüce Rabbimiz, insanoğlunun yaratılış orijininde kendisinin râzı olduğu iyilik ve güzellikleri koymuştur. İşte insanoğlundan istenen bu güzellikler üzere yaşamak, onları zâyî etmemektir. Dünya hayatı insanoğlu için, aslında fıtrat-ı selîme üzerinde yaşayıp yaşayamamanın imtihanının verildiği yerdir. Allah (cc) maddî ve mânevî nimetlerini insan üzerine sağanak sağanak yağdırmaktadır. Bu husus lokman sûresinde şöyle anlatılır: “Allâh'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsân ettiğini görmez misiniz?”[3] İbrahim sûresinde ise, bu nimetlerin sayılamayacak derecede çok olduğu belirtilir: “Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size vermiştir. Allâh'ın nimetini sayacak olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu insan pek zâlim ve çok nankördür”[4] Evet, insanın sahip olduğu her şey Allâh’ın (cc) bir ihsânı ve ikrâmıdır. Nâil olduğumuz her nimet, bu ihsân hazinesinden bir damladır. Her bir ihsân damlası, bize Yüce Rabbimizi hatırlatan bir işârettir. Az çok düşünen her insan, bu nimetler karşısında, o nimeti vereni yani Yüce Allâh’ı (cc) hatırlar ve içinde bulunduğu nimete şükreder. Yapılan şükür, kavuşulan nimetin artmasına vesile olur[5] ve devamlılığını sağlar. Bunun içindir ki, “Her nimet bir şükür ister, şükredilmeyen nimet ise elden gider.” denilmiştir. Şükür, sözlükte “karşılığını vermek, yapılan iyiliği dile getirmek ve sahibini övmek” anlamına gelmektedir. Bir ahlâk kavramı olarak, yapılan iyiliğin kadir ve kıymetini bilip makbule geçtiğini dile getirmek, iyilik edeni övmek; nankör olmamak demektir.[6] Başka bir ifâdeyle şükür, kavuşulan nimetin farkında olmak, nimeti, nimetin gerektirdiği istikâmette kullanmak ve o nimeti vereni bilmek, ondan dolayı nimeti verene yani Yüce Allâh’a hamdetmektir. Bu da bize şunu göstermektedir ki, fıtrat-ı selîme üzere yaşayabilmek için, sahip olunan bütün nimetlere karşı şükretmek esastır. Şükür, kulluğun en hâlisane boyutudur. İhsân edilen nimet, nimetin gerektirdiği istikâmette kullanıldığı zaman, şükür için ilk adım atılmış olur. Sonunda da “Bu nimeti veren Rabbime şükürler olsun.” diyerek nihâî noktaya ulaşılmaktadır. Görülüyor ki şükretmek, aslında derûnî bir yolculuğa çıkmak demektir. Şükürde tefekkür vardır, farkına varma vardır, muhâsebe ve murâkabe vardır, takdir etme ve kıymet bilme vardır, nimete karşılık olarak yapılması gerekeni dil, beden ve kalp ile yerine getirme vardır. Bütün bunlar insanda, yapıp ettikleri karşısında daha duyarlı ve dikkatli olması gerektiği bilincini uyandıracak, daha disiplinli ve haram-helal konusunda daha hassas -fıtratın gerektirdiği- bir yaşama biçimini tercih etmesini sağlayacaktır. Fıtrat-ı selîmeye aykırı davranışlar içine girmek ise, bizden korumamız istenen fıtrat çizgisinin dışına çıkmak, kendimize ve kendi değer yargılarımıza karşı yabancılaşmak, kemâle giden yolda, yolu kaybetmek demektir. Bütün ahlak kitaplarında üzerinde önemle durulan husus, Fıtrat-ı selîme üzere yaşamayı sağlayabilme hususudur. Günümüz bilgi teknolojisi ve enformasyonundaki gelişmeler Yüce Allâh’ın insanoğluna oluk oluk akıttığı ihsânından, nimetlerinden biridir. Şüphesiz bu nimet, nimetin gerektiği istikâmette doğru olarak kullanıldığı zaman bir anlam ifâde etmekte ve nimeti veren Yüce Allâh’a karşı bir şükür haline gelebilmektedir. Doğru kullanılmadığı zaman ise, gerek bireyin gerekse toplumun değerler dünyasında derin yaralar açmasına, insanımızın Fıtrat-ı selîme üzere yaşayabilme yolunda pek çok problemle karkarşıya kalmasına sebep olmaktadır. Bu gün insanımız içinde yaşadığı “olgular dünyası” ile yaşamayı arzu ettiği “değerler dünyası” arasında tam bir ikilem içindedir. Etrafında olup biten her şey (olgular dünyası), bazen onun önüne, “değerler”iyle yaşamasına engel olabilecek problemler halinde çıkabilmektedir. Örnek verecek olursak, bugün insanımız medyanın baskın gücü karşısında muhtemel değer aşınmalarına karşı kendisini korumak için “etik kurallar” vb. bir takım yaptırımlara başvurmakta, değişik çâreler aramaktadır. Ama bulunan çâreler, bu değer aşınması karşısında yeterli etkiyi gösterememektedir. Sahip olunan “inanç değeri” ile medyanın en etkin savunma aracı “haber değeri” karşı karşıya geldiği zaman, haber değeri(!) olan şey, helal-haram konusunda hiçbir sınır tanımayarak inanç değerini yaralasa da onun önüne geçiveriyor. Ve insanımız medyanın yanlış kullanımı ve yönlendirmesi sonucu, kendi değer yargılarıyla ters düşen bir alana sürükleniriyor. Geçen zaman içinde yalanla ve yanlışla yaşamak âdetâ bir yaşama şekline dönüşüyor. Bu durum ise, Müslüman birey üzerinde ciddî travmalar meydana getiriyor ve onu ne yapacağının şaşkınlığı içinde itiyor. Ya değerlerinden vazgeçip böyle bir hayatı tercih edecek ya da değerleriyle yaşamının mücâdelesi içine girecek. Hz. Peygamber (sav) bir hadisinde müslümanı şöyle tarif ediyor: “Müslüman, başkalarının onun elinden ve dilinden selâmette olduğu insandır”[7] Bu sözlerinde sembol olarak iki kelime kullanıyor: Biri, EL; diğeri de DİL. El, davranışların sembolü; Dil de söylemin sembolü. Bu iki kelimenin sembol olma özelliğini dikkate alarak hadisi tekrar tercüme edersek mânâ şöyle olur: “Müslüman, söylemiyle ve eylemiyle başkasını incitmeyen kimsedir.” Müslüman birey, bir taraftan inancının gereği olarak söylem ve eylemiyle bir başkasını incitmeme hassasiyetini korumaya çalışırken, diğer taraftan medyanın etkin silahı “haber değeri”(!) kavramının arkasına sığınılarak yapılan söylemler karşısında çaresiz kalabiliyor. Yalanlamalar, tekzipler vs. geçen zaman sonunda sonuç alınsa bile, varılan netice inanç değerleri üzerinde bir takım aşınmalar ve derin izler bırakıyor. Üzerinde düşünülmesi gereken husus, Yüce Allâh’ın (cc) vermiş olduğu bu nevi nimetleri doğru ve yerinde kullanma konusunda insanımızı bilgilendirmek; “inanç değeri” ile “haber değeri” arasında sıkışmış bir “hayat”ı yaşamaya zorlanmaktan çıkarıp, “fıtrat çizgisi üzere” yaşayabileceği bir hayat anlayışına hazırlamaktır. Vallahu a’lemü bi’s-sevâb   [1]Eskişehir Osmangazi Üni. İlahiyat Fak. Hadis ABD. [2]Zâriyât, 56 [3]Lokman Sûresi, 20 [4]İbrahim Sûresi, 34 [5]İbrahim Sûresi, 7 [6]Canbulat, Mehmet., Dini Kavramlar Sözlüğü,ank.2006,s.622 [7]Buhari,I,11,ha.10; Müslim,I,65

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak