Bir anlamı varsa hayâtın kıymetinden bahsedilir. Anlamından soyutlanmış hayat, tüm kötülüklerin kaynağıdır. Anlamsız bir hayat, sâhibine hem yük hem de bir felâkettir. Hayâtı anlamlı kılan ise îmandır. İnkâr bir önyargıyken, îman bir önbilgidir. İnanmak için bilmek ve tanımak ön şarttır. Dolayısıyla kişi bilmediğine inanamaz. Kişiyi inkâra sürükleyen yegâne tehlike cehâlettir. Îman bir bilgi işi olduğu kadar bir yandan da sevdâya bürünme hâlidir. İnkâr nefretin bir yansımasıyken îman bir sevgi yumağıdır. Îman sâhibine pozitif bir değer katar, varoluşsal emâneti hatırlatır. Îman herşeyden önce kişiyi emîn kılan bir bağlanma biçimidir. Dolayısıyla îman varoluşsal güvenliğin bir garantisidir. Îman kişinin sâbitkadem olmasını, sükûnete ermesini, özünü gürleştirmesini, özünü çürümekten korumasını sağlar. Îman bir tür haddini bilmek ve kendinde olma hâlidir. Mü’min îmânının gücü oranında nankörlükten kurtulur, şükretme nîmetine mazhar olur, nîmetin sâhibini arar ve hamd makâmına erer. Îman bir vefâdır, Allâh’a vefâ gösterme gayreti, yüceler yücesi olan Allâh’ın hukûkuna hürmettir. İnanan insan yüzünü ilâhî nûra çevirir, gözünü ve gönlünü aydınlatmak ister. Îman insânî ve İslâmî değerlere duyulan ilginin adıdır. İnanan insan bütün gücüyle varoluşun anlam ve amacına ilgi duyar, varoluş gerçeğini idrak çabasına bürünür.
Îman gerçeğinin bahsi geçen bu ve benzeri husûsiyetleri sebebiyle ahsen-i takvîm üzere yaratılmış olan insan (İsrâ, 17/70; Tîn, 95/4), ulvî bir varlığa inanma ve bağlanma ihtiyâcı duyar (Rûm,30/30). İnsanın fıtratında Mutlak Varlık’la iletişim kurabilme arzusu ve kendini ifâde edebilme yeteneği vardır (Rahmân,55/3-4). Çünkü insan, ünsiyet eden ve edilebilen bir varlıktır (Kureyş,106/2-3). Allâh’a (cc) inanma bahtiyarlığına eren mü’minler ilâhî rızâyı kazanabilme, Allâh’ın kendisine “Kulum!” demesi şerefine erebilme, Hakk’ın katına erip vuslat şerbetini içebilme derdine düşmüşlerdir.
İnsanı yabancılaşmaktan kurtaran, insanın anlam haritasına ermesini sağlayan ancak îmandır. İnsanlık târihi boyunca elde edilen huzur, husûle gelen kazanımlar, gerçekleştirilen kalkınma hamleleri, ilerleme ve yükselme imkânları sâdece îmânın gücüyle gerçekleşmiştir. Îman iksiri kişinin mürüvvet sâhibi olmasını, hayırhah bir kimliğe bürünmesini, dindar, edepli ve vicdanlı olmasını, madden ve mânen kazanımlara ermesini, üstün başarılar elde etmesini, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmasını sağlar.1
Dilimiz ve kültürümüzdeki deyimlerle ecdâdımız îmanla dolu bir hayâtın atmosferini ne güzel ortaya koymuştur. Onlar hayâtı Allâh’ın rahmetiyle dopdolu görmüşler ve demişlerdir ki:
Allah, kuluna yeter.
Allah bilir kulunu, giydirir çulunu.
Allah, kör kurdundan bile geçmez.
Ağlatırsa Mevlâ yine güldürür.
Allah, uçamayan kuşa alçacık dal verir.
Derdini veren dermânını da verir.
Allah verince kimin oğlu kimin kızı demez.
Allah yardım ederse kuluna, her işi girer yoluna.
Amansız kalanın yardımcısı Allah’tır.
Hakk yardım ederse kurt çoban olur.
Allah, gümüş kapıyı kaparsa altın kapıyı açar.
Çiftçi yağmur ister, kiremitçi kurak; ikisinin de murâdını veren Hakk.
Allâh’ın sakladığını kurt yemez.
Kulun dediği olmaz, Allâh’ın dediği olur.
Şöyle olur, böyle olur, hep Allâh’ın dediği olur.
Peygamber Efendimiz’in (sav) vasıflarından biri nezîrken, bir diğeri beşîrdir. En-Nezîr vasfıyla Peygamber Efendimiz insanlara acı gerçekleri haber verip ilâhî âkıbeti hatırlatarak uyarıda bulunmuş, el-Beşîr vasfıyla da ilâhî müjdeleri bildirerek umûda koyulmamızı sağlamıştır. Peygamber Efendimiz (sav) her fırsatta hem ashâbını hem de biz ümmetini sevindirmiş, gönüllerimizi su serpmiş, bizleri huzur iklimine doğru şevklendirmiş ve müjdeler vermiştir. Bir gün Muaz b Cebel (ra) ile aralarında gerçekleşen bir konuşmada Peygamber Efendimiz:
- Muaz, Allâh’ın kulları üzerinde, kulların da Allah üzerinde hakkı nedir, bilir misin? deyince, Muaz (ra):
- Allah ve Rasûlü bilir, cevâbını vermiştir. Bunun üzerine Rasûl-i Zîşân Efendimiz:
- Allâh’ın kulları üzerindeki hakkı, Allâh’a ibâdet etmeleri ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır.Kulların Allah üzerindeki hakkı ise O'na ortak koşmayan kimseye azâb etmemesidir, cevâbını vermiştir.
Böylesine hayâlleri süsleyen, hayretini arttıran, heyecânını galeyâna getiren, gönlünü şevklendiren bu sözleri işitince Hz. Muaz yerinde duramaz. Sevinçten ışıl ışıl parlayan gözleriyle:
- Bu müjdeyi herkese habervereyim mi, ey Allâh’ın Rasûlü! diye sorar. Bunun üzerine Âlemlerin Efendisi:
- Hayır, haber verme, buna güvenip ibâdeti gevşetirler, cevâbını verir.2
İnanmak bir kıymettir, îman eri olmak bir fazîlettir, Îman dâiresinde yer almak bir nîmettir. Ama îmânın hakkını vermek de bir asâlet, îmânın gereklerini yerine getirmek de bir sorumluluktur. Rabbimizin rahmeti sonsuz ve sınırsızdır. Ama o rahmet-i ilâhiyyeyi celbedecek bir gönül atmosferine, kulluk şuuruna, ibâdet seferberliğine, kulluk çabasına bürünmek de rahmetin gereklerindendir.
Gelin hikmet-i ilâhiyyeyi bir çiçeğin duâsıyla müşâhede edelim. Erenlerden biri bir çiçeğe nazar eder, o çiçeğin âdetâ lisân-ı hâliyle kendi serencâmını şu şekilde beyân ettiğini ifâde eder:
Ey bütün çiçeklerin, bütün bitkilerin, yerin, göklerin ve âlemlerin Rabbi!...
Ben Sen’in yarattığın tohumlardan cansız bir tohumdum bir zamanlar.
Sen bana can verdin.
Duâlarımı kabûl ettin, beni bir çiçek yaptın.
Bana kendi dilediğin gibi bir şekil verdin, renklerle, desenlerle süsledin yüzümü,
Bana bir koku sürdün, koklayanı mest eden
Güzellerden bir güzel yaptın, görenlere gösterdin,
Senin verdiğin câzibeyle kuşları böcekleri çağırdım kucağıma...
Dayanamadılar koştular...
Onlara senin rahmet çeşmelerinden şerbetler sundum,
Senin izninle.
Birbirimize güldük, birbirimize sarıldık, el ele kucak kucağa sana şükrettik,
Seni zikrettik günler boyunca, nice kuşlar nice böceklerle tanıştım böylece...
Hepsiyle mutlu berâberliklerim oldu.
Nihâyet beni kulun gördü,
Yanımdan geçerken bir gün...
Beni geçiyordu, fark etti, durdu, geri döndü, eğildi
Yüzüme baktı uzun uzun önce gözleriyle, sonra elleriyle okşadı kokladı, kokladı...
“Ne güzel yaratılmış!” dedi sessizce.
İşte o an niçin var olduğumu anladım.
Melekler sardı etrâfımızı ansızın,
İmrenerek seyrettiler olup biteni...
Görmediği Rabbine görmüş gibi inanan bir insanın yücelişini gördüler.
Ve herşeyi en ince ayrıntısıyla kaydettiler...
Çekilen resimlerde ben de vardım...
Ey duâlara cevap veren Rabbim,
Ben cansız bir tohumdum...
Duâlarımı kabûl ettin güzel bir çiçek oldum.
Senin kudretinle canlandım,
Senin sanatınla süslendim,
Senin lütfunla güldüm...
Şimdi bir duâm daha kaldı mahşere sakladım;
'Beni gören gözleri ateşte yakma, yâ Rabb!'
Âmîn derken çiçeğin bu duâsına, mü’min olarak bize de Allah’tan hakkıyla korkmak yaraşır. Çünkü Allah’tan korkmayandan korkulur. Diğer yandan Allah’tan korkan kulu hiçbir şey aldatamaz. Allâh’ın gayrından korkan kula ise hiçbir şeyin faydası dokunmayacaktır.3
Allâh’ın azabından korkan, Allâh’ın rahmetine sığınan mü’min kul ilâhî tekliften ve sorumluluklarından kaçamaz. Allâh’ın kendisine yüklediği emirlerin gereğini yerine getirir ve Allâh’a itâat etme devletine erer. Allah biz kullarına kaldıramayacağı yükü yüklememiştir. Zîrâ Allah, kuluna götüreceği kadar yük verir. Bu gerçeği meşhur sûfî Fudayl b. Iyaz (ö. 187/802) şöyle dile getirmektedir: “Allâh’ı hakkıyla tanıyan O’na bütün tâkati ile ibâdet eder. Zîrâ O’nu tanıyan herkes nîmeti, ihsânı, şefkati ve merhameti ile tanır, tanıyınca O’nu sever, sevince de gücü yettiği kadar O’na itâat eder. Çünkü dostların emirlerine itâat etmek güç bir şey değildir. Şu hâlde bir kimsenin sevgisi ne kadar fazla olursa, itâate karşı arzusu ve hırsı o kadar çok olur. Muhabbetin çok olması, ma’rifetin hakîkatindendir.4 Nitekim Hz. Ayşe’nin (ra) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Bir gece Peygamber (sav) yatağından kalktı. Gözümden kayboldu. Eşlerinden bir diğerine âit hücreye gittiğini zannettiğim için ben de kalktım. Kendisini tâkip etmeye başladım ve mescidde buldum. Orada namaza durmuş ve ağlıyordu. Bilâl sabah namazı için ezan okuyana kadar bu hâli devâm etti. Hâlâ namaz kılıyordu. Sabah namazını bitirince hücreye döndü. Ayaklarının şişip su topladığını görünce ağladım ve sordum: ‘Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah, geçmiş ve gelecek günahlarını tümü ile affetmiş iken, kendine neden bu kadar çok zahmet veriyorsun? Bırak da bu işi âkıbetinden emîn olmayan kişi yapsın!’ Buyurdular ki: “Ey Ayşe, bütün bunlar Allâh’ın (cc) fazlından, ihsânından, lütfundan ve nîmetindendir. Allâh’ın çok şükreden bir kulu olmayayım mı?”5
Peygamber Efendimiz’in bu hassâsiyeti bizlere, yaratılan herşey gibi biz insanoğlunun da ulvî bir gâye, yâni kulluk için yaratıldığını göstermektedir. Âlemdeki her varlığın bir vazîfesi olduğuyla ilgili olarak Osman Hulûsî Efendi (ö. 1410/1990) bir hutbesinde şunları söylemektedir: “Gözlerimize çarpan her zerrenin kendine has bir vazîfesi, bir hizmeti vardır. Her sabah tulû eden güneşlerin, her gece semâ kubbesini yaldızlayan ayların, teneffüs ettiğimiz havaları tâzeleyen rüzgârların, yiyip içtiğimiz şeylerin pek feyizli bir menba'ı olan şu toprakların kendilerine mahsus birer vazîfeleri vardır ki, bunlar bu vazîfeleri pek muntazam bir halde îfâ ederler. Âlemin âheng-i umûmîsini mukadder olan güne kadar idâmeye çalışırlar. O halde mahlûkâtın en mükemmeli olan insanların âtıl kalmaları, vazîfe kaydından âzâde bulunmaları nasıl tasavvur olunabilir? İnsanların kendilerini yaratan, kendilerini her gün birçok nîmetlerine nâil buyuran Allâhu Te'âlâ hazretlerine ubûdiyette bulunmamaları nasıl câ'iz görülebilir? İnsanların kendilerini gâye-i halgından (yaratılış gâyesinden) haberdâr eden, kendilerini hidâyet yoluna sevk eyleyen bir Peygamber-i zîşâna itâ'at eylememeleri nasıl muvâfık olabilir?”6
Bahsi geçen hatırlatmalar bizim, din duygusunu insan yaratılışının bir netîcesi olarak anlamamızı sağlamaktadır. Zîrâ din duygusu insana âit bir duygudur. Dînin gâyesi insana gerçek saâdeti tattırmaktır. İnsanın günlük hayatta bunalan varlığına bir hayat iksiridir. Yâni fıtrî bir ihtiyaçtır. Tevfik Fikret der ki:
Rabbim ne saâdet ne saâdet ki, yolunda
Emvâlimi, eskâlimi, a’mâlimi verdim.7
Tasavvuf büyüklerinden Ali el-Müzeyyin(ö. 328/939) de bir hatırlatmasında bizlere bu gerçeği şöyle dile getirmektedir: “Allâh’a inandığı için kendini zengin bilmeyeni, Allah halka muhtâc eder. Allâh’a inandığı için kendisini zengin bilene (istiğnâ billâh) Allah bütün halkı muhtaç kılar.”8
Gerçeği gönül gözüyle bilen Allah dostlarından naklederler ki, bir din ulusu, kaplanın üzerine binmiş, elinde zehirli bir yılanı kamçı gibi tutmuş rüzgâr gibi gidiyordu.
Birisi gördü ve şöyle dedi:
“Ey Allah yolunun yolcusu, bana böylesi bir yolculuk için kılavuz olur musun? Lütfen bana anlatır mısın, sen ne yaptın da bu yırtıcı hayvanla bu zehirli yılanı buyruğun altına aldın?
Allah dostu şöyle cevapladı:
“Kaplanın, filin, yılanın emrim altında oluşuna şaşma. Sen de Allâh’ın buyruklarını eksiksiz yerine getirir ve yalnız O’na dayanır, O’na güvenirsen senin de buyruğuna girer herşey. Allah senden râzı olursa ne düşmanın eline bırakır ne de zelîl yapar. Yol budur. Bundan sapma, yürümeye devâm et, mutlaka amacına ulaşırsın.”9
Zîrâ Allâh’a kullukta kusur etmeyen bir kul, kullar için çok güzel bir sultandır.10 Beşiktaş’taki Yahya Efendi Dergâhı duvarındaki “Âh teslîmiyet”11 yazısı aslında söylediklerimizi özetleyen en güzel ser-levha olsa gerektir.
İnsan kalbi Allâh’a îmandan başka bir gerçekle aslâ tatmin olmamaktadır. Çünkü kalb Allâh’ı bilmek, bulmak ve O’na inanmak üzere yaratılmıştır. Bunu başaramayan kalbler içine düştükleri boşluktan kurtulamayacaklar ve bu boşluğu başka bir şeyle aslâ dolduramayacaklardır. Bugün inanç değerlerinden yoksun kitleler kalplerinin açlığını bastırmak için kendilerini içkiye, uyuşturucuya ve şiddete kaptırmaktadırlar. Sonunda insanlıklarından uzaklaşıp canavarlaşmakta; insana, topluma ve herşeye başkaldırmaya kalkışmaktadırlar. Dolayısıyla Allah’tan uzaklaşanlar insanlıktan uzaklaşmış oluyor, kendi dünyâlarında hayâtın anlamını olanca hissiyatlarıyla yitirmiş oluyorlar, içlerinde müthiş bir yaşama korkusu oluşuyor, hissettikleri yaşama korkusunu ve acısını bir de başkalarına çektirmek için şiddete yöneliyorlar, kandan, kinden ve acımasızlıktan hoşlanıyorlar.12
Burada bir gerçeğin daha altını çizmemiz gerekmektedir. O da kolay îmânın inkâra dönüşeceği gerçeğidir. Çile çekilerek erilen inanç ise inkârcılık fırtınasına karşı son derece dayanıklıdır. Her çağda, şartlar ne kadar ağır ve umutsuz olursa olsun inananlar için bir Nûh’un Gemisi vardır.13 Sezai Karakoç’a göre mü’minin görevi, Âmentü’yü bir ilaç prospektüsü gibi ezberlemek değil, acı gibi de gelse ilacı içer gibi onu rûhuna geçirmesi, onunla rûhunu özdeşleştirmesidir, rûhunu Âmentüleştirmesidir.14
Dipnotlar
1 M. Esad Coşan, Başmakaleler 2, ed. Necdet Yılmaz, Server İletişim, İstanbul 2008, s. 157.
2 Müslim, Îman 49.
3 Ebû Nuaym el-Isfahânî, “Hilyetu’l-Evliyâ”, Sahabeden Günümüze Allah Dostları, çev. Said Aykut & Enver Günenç & Yahya Atak & Abdülhamid Birışık & Fuat Aydın, Şûle Yayınları, İstanbul 1996-2000, c. I, s. 448.
4 Ali b. Osman el-Hucvirî,Keşfu’l-mahcûb, trc. Mahmud Ahmed Madi Ebu’l-Azaim & İsmail Ebu’l-Azaim, Dâru’t-Turâsü’l-Arabî, Kâhire 1974, s. 123.
5 Buhârî, Teheccüd, 6; Müslim, Münafikûn, 18.
6 Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş, Şeyh Hamid-i Veli Minberinden Hutbeler, haz. Mehmet Akkuş & Ali Yılmaz, İstanbul 2006, s. 13.
7 Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayımları, IV. Baskı, İstanbul 1990, s. 17.
8 Ebu’l-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fi ilmi’t-tasavvuf, haz. Ma’ruf Zerrik & Ali Abdulhamid Baltacı, Daru’l-Hayr, Beyrut 1993, s. 432.
9 Şeyh Sadî Şirazî, Bostan, haz. Sadık Yalsızuçanlar, Timaş yayınları, İstanbul 1998, ss.36-37.
10 Şirazî, Bostan, s. 36.
11 Afet Ilgaz, İbnü’l-Vakt, İz yayıncılık, İstanbul 2000, s. 20.
12 Vehbi Vakkasoğlu, “Dünyâda ve Türkiye’de Neler Oluyor?”, Eğitim Bilim Aylık Eğitim Bilim ve Kültür Dergisi, Ağustos 1999, yıl: 2, sayı:11, s.74.
13 Sezai Karakoç, Yitik Cennet, Diriliş Yayınları, 16. Baskı, İstanbul 2013, s. 25.
14 Mermutlu, Bedri, “Sistematik Düşünceden Düşünce Sistemîne, Gelenekçi Düşünceden Gelenekçi Düşünceye”, Kitap Dergisi, yıl 13, sayı 93, Ocak 1999, s.49.
Ocak 2020, sayfa no: 10-11-12-13-14-15
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak