Ara

Filizlenme Vakti

Filizlenme Vakti

Dünyâya; insanca yaşama ve insanı yaşatmanın en güzel misâllerinden birini göstermiş Devlet-i Âliyye’nin (Osmanlı Devleti'nin) kuruluş müjdesini anlatan olay üzerine, özellikle bugün tefekkür etmek zorundayız.

Mâlûm olduğu üzere hakîkatten beslenen bu medeniyetin işâreti bir rüyâyla verilmiştir. Osmanlı Devleti’nin kurucusu kabûl edilen Osman Gâzi, babası Ertuğrul Gâzi’nin hocası ve mürşidi Şeyh Edebâlî Hazretleri’ni sık sık ziyâret ediyor, duâsını alıyordu. Osman Bey, bir gece rüyâsında, Şeyh Edebâlî’nin göğsünden çıkan ve giderek hilâl şeklini alan Ay’ın, bir ucunun kendi göğsüne girdiğini ve kendisi ile Şeyh Edebâlî Hazretleri arasından çıkan bir fidanın çınar hâline geldiğini ve bu çınarın dallarının üç kıt’aya yayıldığını ve birçok milleti gölgesi altına aldığını gördü. Bu topraklarda haşmetli kule ve kubbeler üzerinde Ezân-ı Muhammedî okunuyor; bülbüller Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ediyorlardı. Semânın görülebilen her yeri gülşen olmuştu. 

Bu rüyâdan doğan Osmanlı Devleti 6 asır Devlet-i Muazzama olarak üç kıt'ada hüküm sürdü. Bir rüyâ nasıl oluyor da bu kadar açık ve net gerçeğe dönüşebiliyordu? Büyük bir devlet kuran Osman Gâzi öldüğünde kendisinden geriye şahsî mîrâsı olarak bir atı bir kılıcı, bir çizme ve bir de çadırı kaldı ve oğlu Orhan Gâzi’ye bıraktığı vasiyeti. Aslında bu vasiyet, koca bir çınarın köklerinden âtîdeki nesillere uzanan bir mesajdı. Tıpkı beyt-i atikden insanlığa yayılan “Muhammedî mesaj” ve o kudsî vasiyet gibi.

Devlet-i Âliyye’nin torunları, bu kutsal emânetlerin mesajını içselleştirmeli ve bu koca çınarın etrâfında toplanıp yeniden dirilişini gerçekleştirmelidir. Son yüzyılda gölgesinden, meyvelerinden mahrum kalan bu ulu çınar yeniden filizlenmeli ve o ulu çınar ağacını yeşerten rûha ve bilince tekrar kavuşmak için tüm gücüyle gayret gösterilmelidir.

Her yanı zulmün ateşiyle kavrulan, maddeciliğin sömürüsüyle kıvranan dünyâ, o hakîkat, adâlet ve merhamet ağacının gölgesine ve meyvelerine muhtaçtır. Türlü işkenceler altında tutunacak dal arayan tüm mazlumlar işte böyle bir ağacı aramaktadır. Doymak isteyen ruhlar o ağacın meyvesinin peşindedirler. İşte bu yüzden en büyük mes'ûliyet; o ağacın mîrasçılarındadır. Yâni, Ümmet-i Muhammed ve özellikle ülkemizdedir.

Yeniden uyanışı gerçekleştirmek için depremle sarsılan ruhlarımıza gönderilen ilâhî mesajı alıp filizlenme vakti geldi. Varlığımızı, yaşama acımızı sorguladığımız şu günlerde o ulu çınardan bir rüyâyla yeşeren ve insanlığa Muhammedî ahlâkı yayan ecdâdımız gibi, enkâza dönüşmüş ruhlarımızdan yeni bir inşâ sürecini başlatmalıyız. Yaşadığımız son deprem bizler için bir mîlat oldu. Çok büyük bir yıkımla karşı karşıya kaldık, milyonlarca insanımızı ve kilometrelerce toprağımızı kaybettik. Depremden önceki yaşamlarımızın rüyâ gibi olduğuna şâhitlik ettik. Her gün maddeye açtığımız gözlerimizi o gün bir enkâza açtık. Bugünlerde ise rüyâ gibi olan yaşamlarımızın depremle birlikte yeniden nasıl inşâ edilebileceğine şâhitlik ediyoruz. Tıpkı ecdâdımızın bir rüyâdan sonra koca bir devlet inşâ ettiği gibi.

Günümüzde yapılan tüm araştırmalar, rüyânın bedenden ayrı bir olay olmadığını göstermektedir. Ulu çınarın mîrasçıları olarak bize düşen görev, kaybettiğimiz bedeni yeniden inşâ etmek ve üzerimizdeki atâletten sıyrılarak rûhumuza âit olan köklerindeki yegâne Muhammedî beden elbisesini giydirmektir. Bizler işte bu rûhun mîrasçılarıyız ve Rabbimiz bize köklerimize sarıldığımızda yeniden bir inşâ süreci başlatabileceğimizi öğretiyor. 

Bu süreçte maddeye bağlı eski yaşamlarımıza öykünmekten çok özümüzdeki rûha gönderilen çağrıya kulak kesilmeliyiz. Kayıplarımızdan çıkacak nîmetlere odaklanmalıyız. Asırlık köklerinden filizlenen Çınar’ın altında insanlığın gölgelendiği geleceğe ulaşmak için çabalamalıyız.

Efendimiz Muhammed Mustafâ aleyhis-salât ü ves-selâm tarafından Medîne-i Münevvere’de kurulan insanlık târihinin en muhteşem medeniyetiyle bir devlet gerçekleşti. Kur’ân, Hazret-i Muhammed aleyhis-salât ü ves-selâm'a ve Ashâbına hitâb ederek şöyle buyurmaktadır: “Sizler yeryüzüne (örnek olarak) gönderilmiş en iyi kavimsiniz.” Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle söylenmektedir: “Bugün dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki Rahmetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” Allâh'ın Sevgilisi aleyhis-salât ü ves-selâm mükemmel bir sosyal pratiği olan davranış modelini geliştirmiştir. Kurduğu toplum modeli ve sosyal organizma, kent ve devlet hâlini almıştır. Çevre, sağlık, eğitim, adâlet, yönetim, ticâret gibi hayâtın bütün vechelerini kuşatan hüküm ve tavsiyeler içermiştir. Medeniyetimizin dokusu Peygamber Efendimizin sünneti ile dokunmuştur. Yeniden doğuşumuzun inşâsında bu modeli kendimize temel almalıyız.

Aynı zamanda yeni bir inşâ sürecine başlamak için, yeniden yeşermek için siyâset ahlâkı, adâlet ve dürüstlük olmazsa olmazlardandır. İnsanoğlunun hayatta karşılaştığı her bir problemin çözümü, aslında yegâne öğretmenimiz, rehberimiz, hidâyet nûrunun kaynağı olan Habîb-i Hudâ Muhammed Mustafâ Efendimiz'in -aleyh-is-salât-ü-vesselâm- ta kendisidir. Çünkü O, yaşayan Kur'ân’dır. Hayâtın her alanında, her birimiz için en mükemmel örnek olmuştur. O aleyhi's-salât u ve's-selâm bize asil karakteriyle nasıl mükemmel bir öğretmen, baba, danışman, savaşçı, eş, çalışan, kumandan olunacağını göstermiştir. 

Âlemlerin Rabbi, son peygamberinin îlânını, kelime-i şehâdette yer aldığı gibi “abduhu ve resûluhu” şeklinde yapmıştır. O’nun kulluğunun Resûl'lüğündan önce zikredilmesi, bizlere gerçek bir Efendi olmak için Hakk'a kulluğun bir ön şart olduğunu işâret etmektedir. Dünyâ üzerinde adâleti tesis etmiş Osmanlı Devleti’nin halîfeliği devralan büyük pâdişâhı Yavuz Sultan Selim Hazretleri, “halîfetullah” sırrını bize en güzel şekilde açıklamaktadır. “Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş, bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş.”

O'nun aleyh-is-salât-ü-vesselâm ümmetine duyduğu aşk, merhamet ve şefkat dolu hayâtından şâhit oluyoruz ki, herhangi bir toplumun ya da halkın hakîkî mânâda lideri olmanın yolu, o topluma adâletle hizmet etmekten geçiyor.  

Peygamberimizin aleyh-is-salât-ü-vesselâm Hakk'a vuslatından sonra özellikle dört halîfeden her birinin O’ndan mîrâs ettikleri ubûdiyet nûrunun ihtişamla parladığını ve aynı zamanda hak ve adâlet üzere bir yönetim siyâseti ortaya koyduklarını müşâhede ediyoruz:

“Yâ Rab! Benim vücûdumu öyle büyüt ki, cehennemi doldursun da başkasına yer kalmasın” diyecek kadar merhamet ve cömertlikle dolu olan Hazret-i Ebûbekir, aynı zamanda birçok sahte peygamber ve münâfıklığı alt edecek kadar çetin bir mücâdele gerçekleştirmiştir.

Adâletiyle ün salmış Hazret-i Ömer kendi öz oğlunu bile hiç iltimas geçmeden cezâlandırmış ve âdetâ, Kur'ân’da adâleti anlatan âyetlerin yeryüzündeki canlı örneği olmuştur: “Ey îmân edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şâhidler olarak adâleti ayakta tutun...” (Nisâ, 135.) 

İffet ve hayâ timsâli olan Hz. Osman, hilâfetinin son zamanlarında ortalığı karıştırmaya çalışan isyancılara boyun eğmemiş, fitne ve karışıklığın büyümemesi için şehâdet şerbetini içmeyi tercîh etmiştir.

Onların temsîl ettiği bu yönetim ahlâkı, daha sonra en güzel şekilde Osmanlı Pâdişahları tarafından sergilenmiştir. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” ilkesi ile kurulmuş olan Osmanlı Devleti, kurucusu Osman Gâzi Hazretlerinin rüyâsında gördüğü gibi cümle Ümmet-i Muhammed’in güven ve huzur içinde yaşamasını sağlamıştır. Osmanlı Devleti, dünyânın daha önce görmediği bir şekilde merhamet, adâlet ve muhabbet içeren bir yönetim siyâseti ortaya koymuştur. Öyle ki gayrimüslim ülkelerin halkları bile kendi ülkelerindeki adâletsizliği düzeltmek için Osmanlı Pâdişahlarından yardım istemişlerdir.

Hazret-i Ali kerremallâhu veche şöyle buyurmaktadır: Allah şu kimselere lütfunu yağdırsın: Kendi kadrini bilene, haddini bilene, diline sâhip çıkana, ömrünü adâletle geçirene.

Siyâsetin kelime mânâsı yönetmek demektir. Sâdece devlet yönetiminde değil sosyal hayâtımızın çoğu alanında da bir öğretmen olduğumuz kadar öğrenci, bir yönetici olduğumuz kadar yönetilen olduğumuzun şuuruyla hareket etmeliyiz. İçinde bulunduğumuz ana-baba, evlat; işveren, işçi; öğretmen, öğrenci; doktor, hasta gibi sıfatları en güzel bir şekilde temsîl etmekle sorumluyuz ve sorumlu olduğumuz işin ehli olmakla yükümlüyüz.

Adâlet sâhibi kendiyle sürekli yüzleşen, kendisiyle sürekli hesaplaşan kişidir. İstikamet üzere yaşayan kişidir. Dürüstlüğe erişen kişidir. Güvenilebilir kişidir. İki yüzlülük, yalancılık gibi münâfıklık alâmetlerini taşımayan kişidir. İç huzûra, itidâle, selâmete erişen kişidir. Dünyâ nîmetlerinin sevgisini kalbine sokmayan kişidir. Diğer insanlara her zaman faydası dokunan, hizmet ve yardım eden kişidir. İsyancılara, zâlimlere boyun eğmeyen kişidir. Allâh'ın rızâsı için mücâdele eden kişidir, ilâhî mesûliyetleri sırtlanarak sırlanıp, azîz emâneti taşıyabilen kişidir. Âdil olmak mazlûmun yanında, zâlimin ve zulmetin karşısında olmaktır. Âdil olmak rızâ-i İlâhî'yi her durumda gözetmektir.

Ümmet-i Muhammed olarak ‘Bir Nur indirdik’ âyetinin muhâtabıyız. Bizler Muhammedîler olarak, Hakk’ı büsbütün ortaya çıkarıp bâtılı yok edecek olan İslâm nûrunun vârisleriyiz. Artık Ümmet-i Muhammed'in temiz vicdanlara, gerçek müslümanlara, sâlih kullara muhtaç olduğunu fark etmeliyiz. İslâm'ın, kaybettiğimiz hazînesini bulmak üzerine yoğunlaşmaya ihtiyâcımız var. Hakîkî şeref ve izzet bulup yükselebilmek ve kendisine verilmiş aslî kıymeti ortaya çıkarabilmek için insanoğlunun İslâm’ın özüne kavuşması gerekmektedir. Bir hadîs-i şerîf’te Efendimiz aleyh-is-salât-ü-vesselâm şöyle buyuruyorlar: “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan ve Peygamber olarak da Muhammed’den râzı olan kimse îmânın tadını almıştır.” Hazret-i Mevlânâ; “Zîrâ kendiliğinden pâdişah olursa pâdişahlığı, Ahmed’in pâk dîninin yüceliği gibi ebedîdir.” buyurmaktadır.

Allâh'ın Kendisiyle ünsiyet hâlinde söyleşme zamânı. İlâhî ilhamları ve lütufları farkedebilme zamânı, tıpkı Kur’ân’da buyurulduğu gibi: “Kitâbını oku! Bugün sana hesab sorucu olarak nefsin yeter!” İnsâniyetimizi, gizli kalmış ilâhî potansiyelimizi fark etmenin zamânı. Tevhîdin nûruna muhtaç olduğumuzu farketme zamânıdır. Kelime-i Şehâdet’in hakîkatini yaşamanın zamânıdır. “Sahip olma” değil, “sahip çıkma” zamânıdır. Zaman, zulüm ateşini söndürmenin zamânıdır. Gönlümüzü karanlık çukurlardan nûrânî aydınlıklara çıkarma zamânıdır. Zaman, ‘Âmîn’ deme zamânıdır, zaman ‘İllallah’ deme zamânıdır.

Ümmetim de Ümmetim!” diye çağıran Habîb-i Edîb-i Kibriyâ Efendimiz'in, aleyhis-salât ü ves-selâm, dâvetine artık mukabele etme zamânı geldi. Çağrısına cevap veren kalpler tevhîd nûruyla birleşir ve iki cihan güneşi Efendimizin aleyhis-salât ü ves-selâm; “Ümmetim, Ümmetim!” yakarışlarına karşılık vermenin hazzını hissederler.

Dünyâya; insanca yaşama ve insanı yaşatmanın en güzel misâllerinden birini göstermiş Devlet-i Âliyye’nin (Osmanlı Devleti'nin) kuruluş müjdesini anlatan olay üzerine, özellikle bugün tefekkür etmek zorundayız.

Mâlûm olduğu üzere hakîkatten beslenen bu medeniyetin işâreti bir rüyâyla verilmiştir. Osmanlı Devleti’nin kurucusu kabûl edilen Osman Gâzi, babası Ertuğrul Gâzi’nin hocası ve mürşidi Şeyh Edebâlî Hazretleri’ni sık sık ziyâret ediyor, duâsını alıyordu. Osman Bey, bir gece rüyâsında, Şeyh Edebâlî’nin göğsünden çıkan ve giderek hilâl şeklini alan Ay’ın, bir ucunun kendi göğsüne girdiğini ve kendisi ile Şeyh Edebâlî Hazretleri arasından çıkan bir fidanın çınar hâline geldiğini ve bu çınarın dallarının üç kıt’aya yayıldığını ve birçok milleti gölgesi altına aldığını gördü. Bu topraklarda haşmetli kule ve kubbeler üzerinde Ezân-ı Muhammedî okunuyor; bülbüller Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ediyorlardı. Semânın görülebilen her yeri gülşen olmuştu. 

Bu rüyâdan doğan Osmanlı Devleti 6 asır Devlet-i Muazzama olarak üç kıt'ada hüküm sürdü. Bir rüyâ nasıl oluyor da bu kadar açık ve net gerçeğe dönüşebiliyordu? Büyük bir devlet kuran Osman Gâzi öldüğünde kendisinden geriye şahsî mîrâsı olarak bir atı bir kılıcı, bir çizme ve bir de çadırı kaldı ve oğlu Orhan Gâzi’ye bıraktığı vasiyeti. Aslında bu vasiyet, koca bir çınarın köklerinden âtîdeki nesillere uzanan bir mesajdı. Tıpkı beyt-i atikden insanlığa yayılan “Muhammedî mesaj” ve o kudsî vasiyet gibi.

Devlet-i Âliyye’nin torunları, bu kutsal emânetlerin mesajını içselleştirmeli ve bu koca çınarın etrâfında toplanıp yeniden dirilişini gerçekleştirmelidir. Son yüzyılda gölgesinden, meyvelerinden mahrum kalan bu ulu çınar yeniden filizlenmeli ve o ulu çınar ağacını yeşerten rûha ve bilince tekrar kavuşmak için tüm gücüyle gayret gösterilmelidir.

Her yanı zulmün ateşiyle kavrulan, maddeciliğin sömürüsüyle kıvranan dünyâ, o hakîkat, adâlet ve merhamet ağacının gölgesine ve meyvelerine muhtaçtır. Türlü işkenceler altında tutunacak dal arayan tüm mazlumlar işte böyle bir ağacı aramaktadır. Doymak isteyen ruhlar o ağacın meyvesinin peşindedirler. İşte bu yüzden en büyük mes'ûliyet; o ağacın mîrasçılarındadır. Yâni, Ümmet-i Muhammed ve özellikle ülkemizdedir. 

Yeniden uyanışı gerçekleştirmek için depremle sarsılan ruhlarımıza gönderilen ilâhî mesajı alıp filizlenme vakti geldi. Varlığımızı, yaşama acımızı sorguladığımız şu günlerde o ulu çınardan bir rüyâyla yeşeren ve insanlığa Muhammedî ahlâkı yayan ecdâdımız gibi, enkâza dönüşmüş ruhlarımızdan yeni bir inşâ sürecini başlatmalıyız. Yaşadığımız son deprem bizler için bir mîlat oldu. Çok büyük bir yıkımla karşı karşıya kaldık, milyonlarca insanımızı ve kilometrelerce toprağımızı kaybettik. Depremden önceki yaşamlarımızın rüyâ gibi olduğuna şâhitlik ettik. Her gün maddeye açtığımız gözlerimizi o gün bir enkâza açtık. Bugünlerde ise rüyâ gibi olan yaşamlarımızın depremle birlikte yeniden nasıl inşâ edilebileceğine şâhitlik ediyoruz. Tıpkı ecdâdımızın bir rüyâdan sonra koca bir devlet inşâ ettiği gibi. 

Günümüzde yapılan tüm araştırmalar, rüyânın bedenden ayrı bir olay olmadığını göstermektedir. Ulu çınarın mîrasçıları olarak bize düşen görev, kaybettiğimiz bedeni yeniden inşâ etmek ve üzerimizdeki atâletten sıyrılarak rûhumuza âit olan köklerindeki yegâne Muhammedî beden elbisesini giydirmektir. Bizler işte bu rûhun mîrasçılarıyız ve Rabbimiz bize köklerimize sarıldığımızda yeniden bir inşâ süreci başlatabileceğimizi öğretiyor.

Bu süreçte maddeye bağlı eski yaşamlarımıza öykünmekten çok özümüzdeki rûha gönderilen çağrıya kulak kesilmeliyiz. Kayıplarımızdan çıkacak nîmetlere odaklanmalıyız. Asırlık köklerinden filizlenen Çınar’ın altında insanlığın gölgelendiği geleceğe ulaşmak için çabalamalıyız.

Efendimiz Muhammed Mustafâ aleyhis-salât ü ves-selâm tarafından Medîne-i Münevvere’de kurulan insanlık târihinin en muhteşem medeniyetiyle bir devlet gerçekleşti. Kur’ân, Hazret-i Muhammed aleyhis-salât ü ves-selâm'a ve Ashâbına hitâb ederek şöyle buyurmaktadır: “Sizler yeryüzüne (örnek olarak) gönderilmiş en iyi kavimsiniz.” Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle söylenmektedir: “Bugün dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki Rahmetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” Allâh'ın Sevgilisi aleyhis-salât ü ves-selâm mükemmel bir sosyal pratiği olan davranış modelini geliştirmiştir. Kurduğu toplum modeli ve sosyal organizma, kent ve devlet hâlini almıştır. Çevre, sağlık, eğitim, adâlet, yönetim, ticâret gibi hayâtın bütün vechelerini kuşatan hüküm ve tavsiyeler içermiştir. Medeniyetimizin dokusu Peygamber Efendimizin sünneti ile dokunmuştur. Yeniden doğuşumuzun inşâsında bu modeli kendimize temel almalıyız.

Aynı zamanda yeni bir inşâ sürecine başlamak için, yeniden yeşermek için siyâset ahlâkı, adâlet ve dürüstlük olmazsa olmazlardandır. İnsanoğlunun hayatta karşılaştığı her bir problemin çözümü, aslında yegâne öğretmenimiz, rehberimiz, hidâyet nûrunun kaynağı olan Habîb-i Hudâ Muhammed Mustafâ Efendimiz'in -aleyh-is-salât-ü-vesselâm- ta kendisidir. Çünkü O, yaşayan Kur'ân’dır. Hayâtın her alanında, her birimiz için en mükemmel örnek olmuştur. O aleyhi's-salât u ve's-selâm bize asil karakteriyle nasıl mükemmel bir öğretmen, baba, danışman, savaşçı, eş, çalışan, kumandan olunacağını göstermiştir. 

Âlemlerin Rabbi, son peygamberinin îlânını, kelime-i şehâdette yer aldığı gibi “abduhu ve resûluhu” şeklinde yapmıştır. O’nun kulluğunun Resûl'lüğündan önce zikredilmesi, bizlere gerçek bir Efendi olmak için Hakk'a kulluğun bir ön şart olduğunu işâret etmektedir. Dünyâ üzerinde adâleti tesis etmiş Osmanlı Devleti’nin halîfeliği devralan büyük pâdişâhı Yavuz Sultan Selim Hazretleri, “halîfetullah” sırrını bize en güzel şekilde açıklamaktadır. “Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş, bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş.”

O'nun aleyh-is-salât-ü-vesselâm ümmetine duyduğu aşk, merhamet ve şefkat dolu hayâtından şâhit oluyoruz ki, herhangi bir toplumun ya da halkın hakîkî mânâda lideri olmanın yolu, o topluma adâletle hizmet etmekten geçiyor.

Peygamberimizin aleyh-is-salât-ü-vesselâm Hakk'a vuslatından sonra özellikle dört halîfeden her birinin O’ndan mîrâs ettikleri ubûdiyet nûrunun ihtişamla parladığını ve aynı zamanda hak ve adâlet üzere bir yönetim siyâseti ortaya koyduklarını müşâhede ediyoruz:

“Yâ Rab! Benim vücûdumu öyle büyüt ki, cehennemi doldursun da başkasına yer kalmasın” diyecek kadar merhamet ve cömertlikle dolu olan Hazret-i Ebûbekir, aynı zamanda birçok sahte peygamber ve münâfıklığı alt edecek kadar çetin bir mücâdele gerçekleştirmiştir.

Adâletiyle ün salmış Hazret-i Ömer kendi öz oğlunu bile hiç iltimas geçmeden cezâlandırmış ve âdetâ, Kur'ân’da adâleti anlatan âyetlerin yeryüzündeki canlı örneği olmuştur: “Ey îmân edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şâhidler olarak adâleti ayakta tutun...” (Nisâ, 135.) 

İffet ve hayâ timsâli olan Hz. Osman, hilâfetinin son zamanlarında ortalığı karıştırmaya çalışan isyancılara boyun eğmemiş, fitne ve karışıklığın büyümemesi için şehâdet şerbetini içmeyi tercîh etmiştir.

Onların temsîl ettiği bu yönetim ahlâkı, daha sonra en güzel şekilde Osmanlı Pâdişahları tarafından sergilenmiştir. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” ilkesi ile kurulmuş olan Osmanlı Devleti, kurucusu Osman Gâzi Hazretlerinin rüyâsında gördüğü gibi cümle Ümmet-i Muhammed’in güven ve huzur içinde yaşamasını sağlamıştır. Osmanlı Devleti, dünyânın daha önce görmediği bir şekilde merhamet, adâlet ve muhabbet içeren bir yönetim siyâseti ortaya koymuştur. Öyle ki gayrimüslim ülkelerin halkları bile kendi ülkelerindeki adâletsizliği düzeltmek için Osmanlı Pâdişahlarından yardım istemişlerdir. 

Hazret-i Ali kerremallâhu veche şöyle buyurmaktadır: Allah şu kimselere lütfunu yağdırsın: Kendi kadrini bilene, haddini bilene, diline sâhip çıkana, ömrünü adâletle geçirene. 

Siyâsetin kelime mânâsı yönetmek demektir. Sâdece devlet yönetiminde değil sosyal hayâtımızın çoğu alanında da bir öğretmen olduğumuz kadar öğrenci, bir yönetici olduğumuz kadar yönetilen olduğumuzun şuuruyla hareket etmeliyiz. İçinde bulunduğumuz ana-baba, evlat; işveren, işçi; öğretmen, öğrenci; doktor, hasta gibi sıfatları en güzel bir şekilde temsîl etmekle sorumluyuz ve sorumlu olduğumuz işin ehli olmakla yükümlüyüz.

Adâlet sâhibi kendiyle sürekli yüzleşen, kendisiyle sürekli hesaplaşan kişidir. İstikamet üzere yaşayan kişidir. Dürüstlüğe erişen kişidir. Güvenilebilir kişidir. İki yüzlülük, yalancılık gibi münâfıklık alâmetlerini taşımayan kişidir. İç huzûra, itidâle, selâmete erişen kişidir. Dünyâ nîmetlerinin sevgisini kalbine sokmayan kişidir. Diğer insanlara her zaman faydası dokunan, hizmet ve yardım eden kişidir. İsyancılara, zâlimlere boyun eğmeyen kişidir. Allâh'ın rızâsı için mücâdele eden kişidir, ilâhî mesûliyetleri sırtlanarak sırlanıp, azîz emâneti taşıyabilen kişidir. Âdil olmak mazlûmun yanında, zâlimin ve zulmetin karşısında olmaktır. Âdil olmak rızâ-i İlâhî'yi her durumda gözetmektir.

Ümmet-i Muhammed olarak ‘Bir Nur indirdik’ âyetinin muhâtabıyız. Bizler Muhammedîler olarak, Hakk’ı büsbütün ortaya çıkarıp bâtılı yok edecek olan İslâm nûrunun vârisleriyiz. Artık Ümmet-i Muhammed'in temiz vicdanlara, gerçek müslümanlara, sâlih kullara muhtaç olduğunu fark etmeliyiz. İslâm'ın, kaybettiğimiz hazînesini bulmak üzerine yoğunlaşmaya ihtiyâcımız var. Hakîkî şeref ve izzet bulup yükselebilmek ve kendisine verilmiş aslî kıymeti ortaya çıkarabilmek için insanoğlunun İslâm’ın özüne kavuşması gerekmektedir. Bir hadîs-i şerîf’te Efendimiz aleyh-is-salât-ü-vesselâm şöyle buyuruyorlar: “Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan ve Peygamber olarak da Muhammed’den râzı olan kimse îmânın tadını almıştır.” Hazret-i Mevlânâ; “Zîrâ kendiliğinden pâdişah olursa pâdişahlığı, Ahmed’in pâk dîninin yüceliği gibi ebedîdir.” buyurmaktadır. 

Allâh'ın Kendisiyle ünsiyet hâlinde söyleşme zamânı. İlâhî ilhamları ve lütufları farkedebilme zamânı, tıpkı Kur’ân’da buyurulduğu gibi: “Kitâbını oku! Bugün sana hesab sorucu olarak nefsin yeter!” İnsâniyetimizi, gizli kalmış ilâhî potansiyelimizi fark etmenin zamânı. Tevhîdin nûruna muhtaç olduğumuzu farketme zamânıdır. Kelime-i Şehâdet’in hakîkatini yaşamanın zamânıdır. “Sahip olma” değil, “sahip çıkma” zamânıdır. Zaman, zulüm ateşini söndürmenin zamânıdır. Gönlümüzü karanlık çukurlardan nûrânî aydınlıklara çıkarma zamânıdır. Zaman, ‘Âmîn’ deme zamânıdır, zaman ‘İllallah’ deme zamânıdır. 

Ümmetim de Ümmetim!” diye çağıran Habîb-i Edîb-i Kibriyâ Efendimiz'in, aleyhis-salât ü ves-selâm, dâvetine artık mukabele etme zamânı geldi. Çağrısına cevap veren kalpler tevhîd nûruyla birleşir ve iki cihan güneşi Efendimizin aleyhis-salât ü ves-selâm; “Ümmetim, Ümmetim!” yakarışlarına karşılık vermenin hazzını hissederler. 

Mayıs 2023, sayfa no: 16-17-18-19

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak