Ara

Fatih'te Önemli Bir Yapı: Mehmet Ağa Külliyesi

Fatih'te Önemli Bir Yapı: Mehmet Ağa Külliyesi

“İstanbul’un taşı toprağı altın” deyimi meşhurdur. El-hak doğrudur. Hangi yönüyle ele alırsak alalım bu tespîtin tartışmasız doğruluğuna tekrar tekrar şâhid oluruz. Lâkin biz yine de bu deyimin mecâzî anlamda kullanıldığını düşünüyor, burada murâd edilen şeyin “taşı toprağı târih İstanbul” olduğuna, İstanbul’umuzun bu yönüne vurgu yapıldığına inanıyoruz. Aksini düşünmeye devâm edecek olursak yakın zamanda beton ve demir yığınlarından nefes alamayacak duruma geleceğiz. Zîrâ bu anlayışın sonucu olarak kazmayı eline alan şehri bu hâle getirmedi mi?! Özellikle Sur içi dediğimiz Fatih ilçesi sınırları içinde kalan bölge, Eyüp Sultan, Beyoğlu, Beşiktaş ve Üsküdar gibi kadîm yerleşim birimleri medeniyetimizin zenginliğinden nasîbini ziyâdesiyle almış durumda. Bu semtlerde her gün yeni bir târihî değerimizle, güzelliğimizle karşılaşmak, tanışmak mümkün… Ömür biter, ecdâdımızın eserleri -değil gezmekle- saymakla bitmez. Tabii bunun için biraz emek, gayret, şehrin ara sokaklarında zaman zaman kaybolmayı göze almak gerek. Kim bilir keşfedilmeyi bekleyen daha ne güzelliklerimiz vardır.

Artık 20 milyonluk İstanbul’dan söz ediyoruz. Yerleşim birimleri şehir merkezinden alabildiğine uzaklaştı. Eskiden kalem erbâbı kendi muhîtini, hattâ vakit buldukça yakın muhitleri gezer, dolaşır, gördüğü güzellikleri okuyucularına aktarırdı. Şimdi târihî mekânlarımızı, önemli ziyâretgâhlarımızı anlatacak, tanıtacak yazarlarımızın sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor. Mehmet Şevket Eygi gibi medeniyetimizin inceliklerini gözler önüne serecek, Osman Akkuşak gibi Kadırga’yı, Sultan Ahmet’i sanki gezdiriyormuş gibi yazacak münevverlerimiz artık aramızda yok. Muhterem Yüceyılmaz gibi Fatih sokaklarını arşınlayıp mahalle kültürünün kalan esintilerini zarîf üslûbuyla paylaşacak, Süleyman Zeki Bağlan gibi şehrin kadîm hikâyelerini anlatacak, Dursun Gürlek gibi Merkezefendi’nin ebedî sâkinlerinden haber verecek, Mehmet Nuri Yardım gibi mezarı kayıp edebiyatçılarımızın izini sürecek münevverlerimizin yerleri ileride nasıl doldurulur?! Bu ve benzeri soruları düşünmeden edemiyoruz. Sedat Alpsoy gibi Anadolumuzun her karış toprağında ecdad mezar taşlarının izini süren, Oktay Türkoğlu gibi hattatlarımızın haritasını çıkaran, Sadullah Yıldız gibi İstanbul sokaklarını karış karış dolaşıp dedelerimizin birer hâtırası olan çeşmelerin envanterini çıkarıp, hikâyelerini anlatan, ayakta kalmalarını sağlamak için mücâdele veren gençlerimizi görünce tabiî ki bir nebze de olsa yüreğimize su serpiliyor ve umutlanıyoruz. Rabbim sayılarını artırsın.

Bu yazımızda pek ortalıkta görünmeyen, bilinmeyen bir târihî değerimizden söz edeceğiz. Fatih ilçemizde, Karagümrük, Draman ve Çarşamba semtlerimizin oluşturduğu üçgende yer alan, daracık sokakların arasına âdetâ gizlenmiş Mehmed Ağa Külliyesi. 

16. yy. Asâlet ve Zarâfeti

Mehmed Ağa Külliyesi, Fatih Çarşamba’da Kâtip Muslihuddin Mahallesi, Manyasizade caddesinde, Fethiye otobüs durağının arkasında, Çilekeş sokağı ile Mehmet Ağa Camii sokağı arasındadır. Câmi, tekke, türbe, hamam, medrese ve çeşmeden oluşan yapı topluluğunun medresesi ve tekkesi günümüze kadar ulaşamamıştır. Mehmed Ağa, Osmanlı târihinde görev yapmış ilk Habeş asıllı haremağasıdır. Hakkında pek fazla bilgi yoktur. Hayırseverliğiyle bilinir. Buradaki külliyesinin dışında Üsküdar’da iki mescid, Divanyolu’nda Hoca Rüstem Mescidi karşısında bir medrese, mektep ve sebil inşâ ettirmiştir. Üç kapısı olan Mehmed Ağa Câmii’nin doğu avlu kapısı üzerindeki Asârî mahlâslı şâirin on altı mısrâlık kitâbesine göre yapı H.993 (1585)’te inşâ edilmiştir. Yine kitâbeye göre III. Murad devrinde Dârüssaâde ağası olan Habeşî Mehmed Ağa tarafından Mimar Sinan’ın çıraklarından Hassa Mimarı Davud Ağa’ya yaptırılmıştır. Kitâbenin son dört mısrâsında şu ifâdeler yazılıdır: “Oldu mimarı Kamil Davud / Yaptı caniyle dercedüp san’at / Dedi Asârî târihin hatif / Beyti Hadi ve Câmii-i ümmet”. 

Muzaffer Erdoğan’ın bildirdiğine göre “Mehmed Ağa Câmi-i Şerîfi onun [Davud Ağa’nın] mimarî kudretini gösteren ilk eseri sayılır.” Câmi, Tuhfet-ül Mi’mârân adlı eserde Mimar Sinan’ın yaptığı yapılar listesinde yer aldığından dolayı bāzı kaynaklarda Mimar Sinan’a nisbet edilir ve Mimar Davud Ağa’nın tasarımına katkıda bulunduğu dile getirilir. Câminin dışındaki diğer yapıları da bu cümleye dâhil edebiliriz. 

Bilindiği üzere Osmanlı mimarî târihinde bir san’atkârın mîmarbaşılığı zamânında herhangi bir binâyı başka bir mîmârın yapabileceğine dâir pek çok misâller gösterilebilir. Kaynaklarda bir çelişki olduğunda veya hiçbir bilgi bulunmadığında en güvenilir kaynak o yapının kitâbeleridir. Biz de buna sâdık kalıyoruz. Mimârı her kim olursa olsun ortada bir gerçek var. Bütün ihtişâmıyla gözlerimizin önünde duran 16. yy. asâlet ve zarâfeti…

Külliyeyi Oluşturan Yapıların Mimârî Özellikleri

Etrâfı duvarlarla çevrili bir avlunun ortasında yer alan câmi, mihrap yönü çıkıntılı, kare planlı harîmle onun önünde yer alan beş birimli bir son cemâat yerine sâhiptir. Kubbeli son cemâat yerinin, sivri kemerleri kesme taştan, mukarnas başlıklı altı sütunu mermerdendir. Pencerelerin üzerindeki muhteşem çinilerin üzerinde celî sülüs hat ile Fâtiha sûresi yer almaktadır. İki küçük mihrâbın yer aldığı son cemâat yerinden, zarif, sütunlu, mukarnaslı mermer bir taç kapıdan harîme girilir. Giriş kapısı üzerindeki kitâbede celî sülüs hat ile Meâric sûresi 34-35. âyet-i kerîmeleri yazılıdır. Açıklaması şöyle: “O kimseler ki onlar, namazlarını ‘şartlarına riâyet ve ona devâm ederek’ muhâfaza ederler. İşte onlar, Cennetlerde ikrâm edilmiş olanlardır.”

Kare planlı harîm, sekiz adet duvar pâyesi üzerinde sivri kemerlere oturan 11 metre çaplı tek kubbe ile örtülmüştür. Harîmde taç kapı üzerinde, konsollara oturan, geometrik geçmeli korkuluğu olan bir balkon bulunur. Girişin sağında ve solunda, ağaç sütunlar üzerinde iki mahfil yer alır. Taç kapının iki yanında bulunan birer mermer kapı ile de hanımlar mahfiline çıkılır. Giriş mekânının iki yanına yapılmış ahşap mahfil, târihi belirlenemese de klasik dönemi çağrıştıran ayrıntıları ve yapım tekniğiyle ilginç bir örnek oluşturur. Câminin içi 16 ve 18. yüzyıl çinilerinin en güzel örnekleriyle kaplıdır. Sır altı boyama tekniğiyle yapılmış olan bu çinilerden bāzılarının XVI. yüzyıl İznik ve Kütahya çinileri, bāzılarının ise XVIII. yüzyıl Tekfur Sarayı çinilerinden olduğu çeşitli kaynaklarda belirtilir. Çini panolar, Topkapı kale dışında bulunan Takyeci İbrahim Efendi Câmi-i Şerîfi’ndekiler kadar nefistir. Harîm iki sıra pencere dizisiyle aydınlatılmıştır. Alt pencerelerin üzerinde çini üzerine celî sülüs hat ile Âyetel Kürsi işlenmiştir. Maalesef geçtiğimiz yıllarda hırsızlar tarafından câmiye girilip, insanın bakmaya dahi kıyamadığı güzelim çinilerin bir kısmı çalınmış, bir kısmı da tahrip edilmiştir. Diyebilirim ki hiçbir câminin, târihî eserin çinileri buradaki kadar zarar görmemiştir. Ne zaman bu câmiye girsem gözüm hep çinilerin söküldüğü o boş karelere takılır ve “böyle tahrip, böyle vandallık hangi ülkede olabilir?” diyerek kahrolurum. Aslında buradaki durum pek hırsızlık işine de benzemiyor. Düpedüz vatan hâinliği, medeniyet düşmanlığıdır! Geometrik düzenlemeli iki iri rozetle süslü mermer mihrap dışarıya taşkın olup yarım kubbe ile örtülüdür. Alt pencereleri taçlandıran çiniler mihrabı da iki taraftan kuşatarak iç mekânı zenginleştirmiştir. Mihrabın iç bükey kısmına kartuşlar içerisinde “Yâ Hannân Yâ Mennân, Yâ Deyyân, Yâ Subhân, Yâ Sultân, Yâ Ğufrân, Yâ Rahmân, Yâ Emân” esmâları yer almaktadır. Mihrâbın üstünde celî sülüs hat ile mihraplarda sıkça rastladığımız: “Fe nâdethul melâiketu ve huve kāimun yusallî fîl mihrâb” (Âl-i İmran, 39.) âyet-i kerîmesi yazılıdır. Mermerden yapılmış olan minber, sivri kemerli kapı ve geçiş açıklıklarına sâhiptir. İki yanda geometrik geçmeli ajurlu korkuluk ve aynaları vardır. Üstte dört sütun üzerine oturan sivri kemerli köşk kısmı piramidal külahlıdır. Mehmed Ağa’nın, parmaklıklarla harîmden ayrılmış olan kütüphanesi, Murat Bayaral’ın verdiği bilgilere göre “1914’de Sultan Selim Kütüphanesi’ne, 1920’de Murat Molla Kütüphanesi’ne ve 1949’da Süleymaniye Kütüphanesi’ne nakledilmiştir.” 

Kuzeybatıda harîmle son cemâat yerinin birleştiği noktada yer alan minâresi tek şerefeli olup kesme taştandır. Minâreye hem harîmden hem son cemâat yerinden çıkılmaktadır. Şadırvanı yoktur, abdestliği vardır. Câminin iki çeşmesi bulunuyor. İlki inşâ kitâbesinin bulunduğu doğu kapısının sağında, sivri kemerli, klasik üslupta yapılan çeşmedir. Uzun yıllar harap vaziyette idi. Geçtiğimiz yıl restorasyonu tamamlandı. Lâkin restorasyonun yapılması kâfî gelmiyor. Bu eserlerin sürekli tâkip altında tutulması ve kontrol edilmesi de gerekiyor. Çeşmenin yan duvarındaki yazılar bu esere gölge düşürmüş durumda. İkinci çeşme, batı yönünde bulunan kapının hemen solundadır. Hemen karşısında hamam yer alır. Önemli bir mimârî özeliği bulunmayan mütevâzı bir çeşmedir. Kitâbe yazıları silinmiştir. Bakımsız durumdadır. Ana giriş kapısı sağında yer alan çeşmenin yanında, güney yönünde üçüncü kapının sağında ve bu kapının karşı köşesinde, duvarın dibinde olmak üzere külliye çevresinde üç adet de sadaka taşı bulunmaktadır.

Biz târihî eserlerin korunup gözetilmesini yetkili mercilerden bıkmadan usanmadan talep ediyoruz. Lâkin evvelâ halkımızın duyarlı olması, evinin önündeki târihî değere sâhip çıkması gerekmez mi?! Bu bilinç, farkındalık mutlaka oluşturulmalı. Ne demişler? “Taşıma suyla değirmen dönmez.”

Mehmed Ağa’nın câminin güneydoğusunda yer alan tek sandukalı sâde türbesi kesme taştan inşâ edilmiştir. Kare planlı ve kubbeli yapının köşeleri yuvarlak sütunlarla yumuşatılmıştır. Bugün badana ile boyanan mekânda vaktiyle kalem işlerinin bulunduğu çeşitli kaynaklarda dile getirilir. Cephenin sağ köşesinde mevcut olan kemer izi eskiden câminin bu yönünde bir revakın varlığını düşündürmektedir. Şair Nakkaş Mustafa Ağa, vefâtına “Mehmed’in ide pür-nur kabrin ol Hadi” mısrâsı ile târih düşürmüştür. Vefat târihi Hicrî 999’dur. (M.1590) Yakın zamâna kadar çelik payandalarla takviye edilen türbe restorasyona tâbi tutularak esaslı bir şekilde elden geçirilmiştir. Türbenin bütün cepheleri kuş evleri ile doludur. Külliyenin mimârî programı içinde başından beri mevcut olan tekke, fonksiyon açısından câmiyle bir bütünlük oluşturmakta idi. Filiz Gündüz’ün bildirdiğine göre “XIX. yüzyıl ortalarına kadar Halvetî ve Bayramî tarîkatları arasında birçok defa el değiştiren tekke, kısa bir süre Kādirîliğe, son olarak da Halvetîliğin Sünbülî koluna bağlanmıştır. İlk şeyhi Yayabaşızâde Şeyh Hızır Efendi olduğundan bāzı kaynaklarda Hızır İlyas adıyla da geçmektedir. Tekkenin ünlü şeyhleri arasında Abdülmecid Sivâsî ve yeğeni Abdülahad Nûri sayılabilir. Kapatılmadan önceki son şeyhi ise Osman Râif Efendi’dir.” Yakın zamâna kadar duran ahşap tekke binâsı 1997’de yıktırılarak ortadan kaldırılmıştır.

Câminin kuzeybatısında bulunan hamam, çifte hamam olarak tasarlanmıştır. Erkekler kısmının kapısı üzerindeki on iki mısrâlık inşâ kitâbesi 1586 târihlidir. Bugün hâlâ faâl olan hamamın, Sarayağası Caddesi tarafında bulunan ve sonradan yapılmış olan külhanı yanındaki fabrika bacasına benzeyen büyük tuğla bacası, 1999 depreminden sonra yıkılmıştır. Câminin doğusunda yer aldığı bilinen, fakat günümüze ulaşmayan medresenin on odalı dârülhadis olduğu rivâyet edilir. Yine Filiz Gündüz’ün verdiği bilgilere göre, “1894 depreminde hasar gören yapı 1896 yılında tâmir edilmiş, daha sonra kadro dışı bırakılmıştır. 1918’de muhacirler tarafından işgāl edilen yapı zaman içinde ortadan kalkmıştır.” Ana giriş kapısının sağında meşrutası da bulunan câmi 1743 ve 1938’de tâmir görmüş, 1982’de Vakıflar İdaresi’nce gerçekleştirilen onarımda son cemâat yerinin bāzı sütunları değiştirilmiş ve çatlayan sütunlar demir halkalarla takviye edilmiştir. 1980’lerin sonunda ise son cemâat yeri camekânla kapatılmıştır.

Mehmet Ağa Külliyesi, Mimar Davud Ağa’nın ilk eserlerinden biri olması ve câmisinin özgün tasarımı sebebiyle Osmanlı mimârîsinde önemli bir yere sâhip…

Kasım 2022, sayfa no: 41-42-43-44-45

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak