“Kapalıçarşı, kapalı kutu” demiş şâir…
Hangi şâir söylemişti şimdi bunu hatırlayamadım ama şehrin kalbi belki de bu kapalı kutunun içinde bir yerlere gömülü.
Mahkûmu olduğum bir zaman dilimi içinde, şimdiki dünyâya bakan gözlerim eşyânın ardındaki sırrı didikleyerek acı çekmemi kim istiyor ki benden? Üstâdım Tanpınar gibi zamanın durduğu ve biriktiği mekânların ürpertici loşluklarında aradığım ne? Zamânın hem içinde hem de dışında yaşamak ve mütemâdiyen ıstırap çekmek! Neden?
Zaman, bir lastik gibi gevşiyor zihnimde…
Kapılıçarşı’nın en altına doğru yürüyorum. Eski kahvehâne çarşısının en köşesinde eski bir tâmirci gözleriyle bana gülümsüyor. İnsanlardan kaçan bir münzevinin ruhlara tesâdüf etmesi muhakkaktır. Bu sîmâ belki de geçen Cuma Ulu Câmi’nin batı kapısından aşağı inerken gözüme takılan amcaya âitti. Yanındaki küçük çırağa; “Oğlum siftah yaptıysan gelen ikinci müşteriyi komşuna gönder, o da bir rızık kazansın” deyince çırak da hiç tereddüt etmeden “Olur ustacım!” deyip edeple başını eğmişti.
Olur usta…
Komşusuna müşteri gitmemesi için kapı önüne ayakçı tutan esnaflar içinde böyle bir usta varsa, o muhakkak şimdiki zamâna âit biri olamazdı. O usta ki çırağını evlendirene kadar korur, yetiştirir ve evlât gibi benimserdi. Ustanın yanında yeni bir usûl denemek büyük bir münâsebetsizlikti. Doğal bir akademiydi çarşı. Her mesleğin sırları isteyene sonuna kadar açılırdı.
İster tenekeci örsü öğrenirdi tâlip olan, ister faytoncular çarşısında faytonların ağaç kısmını yapardı. İpek Han’ın girişinde köfteci Sâlih şıra fıçılarını her sabah doldururdu.
Çarşı, kalbinde sakladığı esnafın rûhunu ara sıra gösterir arayanlara. Bu yüzden çarşı hem bugünde hem de dünde yaşar. Belki de insan çarşıda gezerken bir ân düşünür; burası neresi? Şu eski dükkânların gerçek sâhipleri kimlerdi? Şu ipekçiler hanının evveli nasıldı? Ya daha evveli?
Küçük, kısa pantolonlu bir çırağın yüksük veriyor eline usta. Bacak bacak üstüne at diyor sonra, teyel almayı gösterecek... Çocuk kızarıyor, utanıyor, titreyerek atıyor bacağını ötekinin üstüne. Çünkü büyük birisinin yanında bacak bacak üstüne atmak ne demek? Akşamüstü körüklü cüzdandan çıkardığı yirmi beş kuruşa dolu gözlerle bakıyor çocuk. Öyle ya, babasından aldığı harçlıktan çok daha az bu para… Ama zâten babası da öyle söylemişti akşam eve vardığında: “Oğlum, hem sana meslek öğretecek hem de para mı verecek usta?”
İçimden kuşlar havalanıyor…
Gümüş şadırvandan güvercinler su içiyor.
Bütün bir çarşıyı kucaklayacak kadar uzuyor kollarım.
Gözleri her sabah şehrin üstünden geçen Üftâde Hazretleri’ne kadar gidiyorum. Şehrin asırlık yalnızlığına yoldaş çınarlar içten içe yeşeriyorlar.
Sanki kaybolan ve dağılan varlığımı benliğimi artık bir araya toplayabilirim.
Koza Han’ın girişinde seçtiğim ipek örtüyü sararken şefkatle gözlerimin içine bakıyor. “Yavuz Sultan Selîm Hân’a âit bu pahalı ipek berat örtü Malhun Hâtun’a yakışır” derken, sanki “Ben de bu zamâna âit değilim” demek istercesine gülümsüyor dükkân sâhibi.
Yetim büyümüş Mehmet Usta. Komşu esnaf Remzi Baba onu oğlu gibi sevmiş korumuş. Hattâ kendisinden iki yaş büyük oğlu ona bir kravat getirmiş ve tak demiş. Saygısızlık olmasın diye ağabeye, o gün bugündür kravatsız gezmiyormuş. Ne garip… Nereden gelip, nerede olduğunu ve nereye gideceğini bilen insandan daha bahtiyâr kim var?
İçimden kuşlar havalanıyor…
Bilmem kaç asır evvel yine bu çarşı içinde dolaşan ruhlarla karşılaşıyorum…
İnsan güzeli görmek isterse, görüyormuş.
En güzeli onlar da bana bakıyorlar ya..
Onlar da bana ülfet ediyorlar ya..
Perdeciler arasından upuzun bir minâre gözüküyor…
Çeşmelerin, çinilerin arasından yükselen bir ney sesi…
Akşam, Ulu Câmi üzerine kurşunî bir gök kubbe gibi iniyor…
Şubat 2018, sayfa no: 50-51
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak