Ara

Eş-Şeyh’ul-Âzam Muhyiddin İbnü’l-Arabî

Eş-Şeyh’ul-Âzam Muhyiddin İbnü’l-Arabî

Cân u dildir ten-i tahkîka Fütûhât u Füsûs

Eser-i mu‘teberi Hazret-i Muhyiddîn'in”

Nâbî

Tasavvuf târihimizin en meşhur ve etkili şahsiyetlerinin başında Eş-Şeyh’ul-Âzam olarak bilinen Muhyiddîn Arabî gelir. Bu yüzden özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemindeki tasavvufî anlayışı ve mensuplarını anlamak onu bilmekle mümkündür. Bu Yûnus Emre için de böyledir. O da pek çok mutasavvıf gibi ondan fikrî ve mânevî açıdan beslenmiş, onun tasavvufî düşüncesini ifâde eden vahdet-i vücut anlayışında şiirler söylemiştir. Bu bakımdan onu da Yûnus Emre’nin tasavvufî çevresi içinde düşünmek gerekir. Ama önce Muhyiddîn Arabî kimdir? Kısaca buna bakalım.

Yetmiş Beş Yıllık Bir Ömrün Hülâsası

Muhyiddîn Arabî, 1165 yılında Endülüs’te (Mürsiye) doğdu. İlim ve tasavvufa âşinâ bir āile çevresinde büyüdü. Daha sonra da önemli ilim ve irfan insanlarından dînî-tasavvufî dersler aldı. Fakat asıl derinleşmesi tasavvuf alanında oldu, bu süreçte pek çok yeri gezerek önemli sûfîlerle görüştü. Bu yerler arasında birden fazla gittiği Mekke ve Medîne de vardır. Anlatılanlara göre Kâbe’de murâkabe hâlinde iken ona “Anadolu'ya git” şeklinde mânevî bir emir verilmiş, o da 1202 yılında Bağdat, Musul üzerinden Urfa, Diyarbekir, Sivas'a da uğrayarak Malatya’ya gelmiş, oradan I. Gıyâseddîn Keyhusrev’in dāveti üzerine Konya’ya gitmiştir.

Muhyiddîn Arabî’nin bundan sonraki hayâtı artık bu coğrafyada geçer. Yaklaşık on yıl Anadolu’da kalır. Burada ilim ve irfan meclisleri düzenlemiş, istidat gördüğü bāzı kimseleri talebeliğe kabûl etmiştir. Selçuklu sultanlarına dersler ve nasihatlar da vermiştir. 10 Kasım 1240’da Dımaşk’ta vefât eden İbnü’l-Arabî, Kasiyûn dağı eteğindeki Sâlihiye semtinde bulunan kabristana defnedilmiştir. Böylece Mürsiye’de başlayan hayat hikayesi Şam’da nihâyete ermiş, fakat hiçbir zaman unutulmamıştır. Seyahatlerle dolu bir hayâtı olmasına rağmen çok sayıda eser vermiştir. Kimi kaynaklara göre bunların sayısı 500 veya 700 civârındadır. Bunlardan el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye, Füsüs’ul-Hikem, Tercümânü’l-eşvâḳ, Risâletü’l-envâr günümüze ulaşan eserlerinden bāzılarıdır.

Muhyiddîn Arabî’nin şöhreti ve asıl etkisi, bu şekilde adlandırmamış olmakla birlikte sonradan talebeleri tarafından Vahdet-i vücud olarak adlandırılan tasavvufî anlayışı ile olmuş, bu anlayışla hem Sünnî hem de bu dâirenin dışındaki bütün tasavvuf ekollerini etkilemiştir. Dahası bu etki devletlerin siyâset ve yönetim anlayışlarına, medreselere de etki eden bir anlayış olmuştur. Dolayısıyla Arabî, bütün bu çevrelerde “Eş-Şeyh’ul-Âzam” (Büyük şeyh) olarak kabûl ve itibar görmüştür.

 

Vahdet-i Vücud Ne Ma'nâya Gelmektedir?

Muhyiddîn Arabî’den söz ediyorsak Vahdet-i vücut anlayışına da bakmak gerekir. Bu anlayış, Hakk ile halkı (yaratılmışları) izâfet ilişkisiyle birbirine bağlayan bir birlik anlayışıdır. Arabî bunu “Varlık birdir, o da Hakk’ın varlığıdır.” şeklinde ifâde eder. Bilgi, ahlâk vb. diğer bütün konular, bu görüş çerçevesinden açıklanır. Ne var ki bu durum bir panteizm olarak da algılandığı için bu anlayış, benimsendiği kadar itirazlarla da karşılanmış bir anlayış olmuştur. Bunun en önemli sebebi ise M. Erol Kılıç’ın yorumuyla şöyle açıklanabilir: “Arabî, eserlerini Arapça yazmıştır. Üstelik bunlar fikir düzeyi yüksek eserlerdir. Muhtevâsı çeşitli din, felsefe ve kültürlerden edindiği bilgilerdir ama o bunları nakleden değildir, bunlardan kendine dâir bir düşünce sistemi inşâ etmiştir. Bu durumun getirdiği güçlükler ve ağır üslûbu sebebiyle bütün bu müktesebâta yabancı olanlar için gerçekten anlaşılması zor bir müellife dönüşmüştür. Böyle olunca da onu anlamak güçleşmiş, okuyucu onu ya reddetmiş ya da anlaşılamaz bulmuştur.”

Vahdet-i vücut meselesi târih boyunca biraz önce de söylenildiği gibi tartışılan bir konu olmuştur. Hattâ bāzı inanç gruplarında bunun bir panteizme dönüştüğü de söylenebilir. İşte Arabî’nin eserlerinden çok bu çevrelerdeki fikir ve uygulamalara göre hüküm binâ edenler, onun bu anlayışı Kur’ân ve sünnet referanslı inşâsını görmeyerek onu küfürle ithâm etmişlerdir. Yûnus Emre’nin de benzer şiirlerinden dolayı aynı muameleye tâbi tutulduğu bilinmektedir. İşin aslına gelince; Maraş’ın ifâdesiyle “Varlığın Birliği” anlamına gelen bu düşünce; varlık anlayışından, derinlikli, hakīkati sâdece görünene indirgemeyen ve pozitivist tavrı engelleyici yapıdaki akılcı bilgi teorisinden savunmacı ve iknâcı kısır kelâm anlayışından uzak durmaya çalışan felsefi teolojisinden ve nihâyet erdeme dayalı evrensel insan ve ahlâk anlayışından ibârettir.” Daha da anlaşılır bir ifâde ile bu anlayış, birlik anlayışı gereği her şey Allah’tan bir parçadır mānâsına gelmez. Geldiği mānâ şudur: Herkes ve her şey fânîdir, bâkī olan sâdece Allah’tır. Öyleyse tek gerçek varlık Allah’tır. Mevcûdâtın her biri ilâhî sıfatların birer tezāhürüdür. O’ndandır ama hiçbiri O değildir.

Yûnus Emre Ondan Haberdar Mıydı?

Şimdi de, Muhyiddîn Arabî’yi Selçuklu-Beylikler ve Osmanlı döneminde etkili olmuş bir başka isim olan Yûnus Emre ile birlikte düşünmek mümkün müdür, aralarında bir münâsebet kurulabilir mi, dolayısıyla Arabî Yûnus Emre’nin sûfî çevresi içinde görülebilir mi sorularının cevaplarına gelelim. Bunun için önce bu iki ismin yaşadıkları yıllara bakmak gerekir. Arabî, 1165-1240, Yûnus Emre ise 1240-1320 yılları arasında yaşadı. Burada dikkati çeken husus, Arabî’nin vefât târihinin Yûnus Emre’nin doğum târihi oluşudur. Dolayısıyla aralarında zāhiren bir görüşme/konuşma söz konusu değildir. Ama Yûnus Emre’nin tasavvufî söyleminde Vahdet-i vücut anlayışıyla açıklanabilecek sözlerin olmasıyla bu iki büyük isim arasında mānevî bir yakınlığın bulunduğu, Yûnus Emre’nin onun fikirlerinden haberdâr olduğu söylenebilir. Bunu anlamak için de önce bu anlayışa ardından Yûnus’taki karşılıklarına bakalım.

Yûnus Emre, eserinde pek çok sûfînin adını anarken Arabî’den isim olarak hiç bahsetmez. Fakat bu durum onu fikren bilmediği mānâsına gelmez. Çünkü şiirlerindeki pek çok söyleyiş sebebiyle o da tam mānâsıyla vahdet-i vücud anlayışını benimseyen, bununla da kalmayarak şiirlerinde bu düşünceyi işleyen bir sûfîdir. Bu da onun Muhyiddîn Arabî'nin görüşlerinden haberdâr olduğunu göstermektedir. Hattâ bu şiirlerin dünyâsına baktığımızda karşımızda ādetâ Türkçe konuşan bir Muhyiddîn Arabî vardır denebilir.

Yûnus Emre’nin bu anlayışa yaptığı katkı ise Vahdet anlayışını Türkçe ifâde etmesi, böylece Arabî’de daha çok teorik özellik taşıyan bu düşünceyi anlaşılabilir ve yaşanabilir bir bilgi, varlık, ahlâk anlayışına çevirmesi olmuştur. Yûnus Emre’nin bu bağlamda bir önemli özelliği de Arabî’de ifâdesini bulan düşünce geleneğindeki ma'rifet ve hikmete dayalı ana düşüncenin Yûnus Emre’de şiir yoluyla ifâdesini bulmasıdır. Şimdi bu hikmet şiirinden birkaç örnekle Yûnus’taki Arabî düşüncesini andıran söyleyişlere bakalım: “Bu cihâna gelmeden māşuk ile bir idim Kul huvellah sıfatlu bir bî-nişan nur idim.", “'Ol dem ki dirliğidi Hak ile birliğidi/ Ol payansız devirde/ Ne Musi ne Tur idim/ Bile idim Hazretde ol bî-kiyas kudrette /Ne yerikim var idi, ne kimseyle yar idim.” Bu anlatımlar, Yûnus'un İbnü'l-Arabî'deki ayân-ı sâbite teorisininin hemen hemen aynısıdır. "Sensin bu gözümde gören Sensin dilimde söyleyen” veya şiirini izah ederken söylediği “İy sözlerün aslın bilen gel di bu söz kandan gelür/Söz aslını anlamayan sanur bu söz benden gelür/Söz var kılur gönüli şâd söz var kılur bilişi yad/Eger horluk eger ‘izzet her kişiye sözden gelür/Söz karadan akdan degül yazup okımakdan degül/Bu yüriyen halkdan degül Hâlik âvâzından gelür” ifâdeleri her şeyi Hakk’a bağlama anlayışından başka bir şey değildir.

Yûnus Emre’nin bu anlamda yaptığı önemli bir şey de Vahdet-i vücûd anlayışını metafizik muhtevâlı bir konu olmanın ötesine taşıyarak ona sosyal bir birlik anlayışı da kazandırması olmuştur. O dönem Anadolusundaki dağılma, çözülme dikkate alındığında bunun ne kadar önemli olduğu kolaylıkla görülebilir. Hattâ denilebilir ki önce beyliklerin Osman Bey etrâfında birleşmesi ardından Osmanlı devletinin kuruluşunda bu tutum hayli etkili olmuştur. Bunun farkında olan Osmanlı tasavvuf geleneği hem Vahdet-i vücud anlayışının asıl mimârı Arabî’yi hem de bu düşünceyi benimseyen Yûnus Emre’yi baş tâcı etmiştir.

Tabii bu yüzyılda bu bağlamda bir isimden daha söz edilmelidir. O da Mevlânâ’dır. Hattâ şu da söylenmelidir. Mevlânâ da Yûnus Emre’yi fikren besleyen bir isimdir. O da Vahdet anlayışını benimsediği için Arabî düşüncesinin önemli bir ismidir. Yûnus’taki Arabî etkisinin bu yüzden Mevlânâ üzerinden gerçekleştiği de söylenebilir. Bu etkilenme ne şekilde olursa olsun bu üç büyük isim Osmanlı düşünce ve edebiyat dünyâsını kuran yapının üç temel direği olmuşlardır. Tabii yaşadıkları yıllar, yazdıkları diller itibâriyle düşünüldüğünde en büyük etki elbette Arabî’nin etkisidir. Mustafa Kara'nın çok ilginç bir tesbîtiyle bu üç isim o çağdaki Moğol, Haçlı ve Bâtınîlerle zuhûr eden celâlî tecellîlerin cemâlî karşılıklarıdır.

 

Kaynaklar

Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğu ve İslam, İstanbul 2021

İbrahim Agah Çubukçu, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt:19 Sayı:01 Ankara 1971

İbrahim Şahin, https://kafkassam.com/her-seyin-sorumlusu-Yûnus-emre-mi-ibn-arabî-mi-seyh-bedreddîn-mi.html

Mahmud Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir, İstanbul 2006

 Ağustos 2022, sayfa no: 44-47

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak